28 Kasım 2010 Pazar

Emre itaatsizlik / Mümtazer Türköne

Genelkurmay'ın, Balyoz sanığı üç generali terfide ısrar etmesi, askerî tabirle tam olarak bir 'emre itaatsizlik' durumu. Asker, hükümetten gelen üç generalin emekliye sevk edilmesi emrine itaat etmiyor.

Kendi kurumsal birliklerinden Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ni cepheye sürerek emre itaatsizlikte ısrar etmiş oluyor.

Muhalefet, hükümetin karşısına kim çıkarsa ona destek vermekten yana. Bahçeli'nin ve CHP'den birkaç ismin emre itaatsizlik eden askerin yanında yer almasının tek anlamı var: Başkalarının anlaşmazlıklarına taraf olarak veya alkış tutarak siyaset yapmak. Böyle bir tercihin sonucu ise, siyasette özne olmayı reddetmektir. Halbuki askerin ısrarı hem CHP, hem de MHP için bir fırsattı. Fırsattı, çünkü bu anlaşmazlık hükümet ile ordu arasında değil; doğrudan vatandaşla ordu arasında sürüyor. Tehdit altında olan toplumun kendisi.

Balyoz davası, askerî darbeler tarihinin kirli geçmişinin bir röntgenini verdi. Türkiye'nin en organize, en çok kaynak kullanan ve elindeki silahlarla en güçlü kurumu doğal olarak ordusu. Asker, bu kadar güç elinin atında iken kendisine verilen savunma görevi ile tatmin olmuyor, bir de ülkeyi yönetmeye kalkıyor. Siyasetin zaafları, demokrasinin ergenlik bunalımları askere işte bu fırsatı veriyor. Ancak asker ülkeyi yönetme hakkına bir gerekçe bulmak zorunda. Dünya barış içinde yoluna devam ederken, yönetme gerekçesi olarak ancak iç düşmanlardan şikâyet edilebilir. İç düşman ise yok. Bu sefer asker bu iç düşmanları kendisi imal etmeye ve sonra da toplumu bu canavara ikna etmeye girişiyor. Balyoz davası, doğrudan askerî gücün darbe gerekçesi olacak iç düşmanı halka yönelik terör eylemleri ile kendisinin organize ve icra etmesi anlamına geliyordu. Asker kişiler bölücülük ve irtica tehdidine toplumu inandırmak için kanlı eylemler yapıyorlar, sonra da bu eylemleri durdurmak, halkın güvenliğini sağlamak için yönetime el koyuyorlar. Balyoz, bu mantığın somut operasyon planlarından meydana geliyordu.

Önümüzdeki hesap çok kabarık. Şayet ordumuzda birileri, uzun askerî müdahaleler tarihinde benzer planlarla uğraşmamış olsaydı, en azından Kürt sorunu için bu kadar insan hayatı ve kaynak heba edilir miydi? Demek ki ordunun siyasetten uzak durması gerekiyor. Daha ötesi, hükümet tarafından yönetilebilmesi lâzım. Yoksa hiçbirimiz ne kendi can güvenliğimizden ne de ülkenin güvenliğinden emin olamayız.

Hükümetin emekliye sevkini istediği üç generalin suçlu olup olmadığını bilmiyoruz. Bunun için mahkemenin karar vermesi lâzım. Ancak hukuk, bu 'zan' üzerine ülkenin ve toplumun güvenliğini sağlayacak bir tedbir düşünmüş. Soruyu şöyle sorunca durum daha kolay anlaşılıyor. Sağa sola bomba atıp toplumu kargaşaya sürükleme ve bu yolla darbe yapıp yönetimi ele geçirme planları yapmakla suçlanan üç generalin, çok kritik görevlerde askerî birliklere komuta ettiği bir orduya güvenir misiniz? Bırakın sıradan vatandaşlar adına bizi, o komutanların emrinde görev yapan bütün astların da güvenmemesi lâzım. O zaman çare ne? Çare bu kadar ürkütücü suçlar isnat edilen generallerin, tekrar aynı işlere kalkışabilecekleri görevlerden uzak tutulması. Yani ya doğrudan emekliye sevk edilmeleri ya da açığa çıkarılmaları.

Hükümetin yaptığı da bundan ibaret. Hükümet, silahlı güce karşı benim hukukumu koruyor. Şayet benim hukukumu koruyamazsa orada ne işi var? Sıradan bir vatandaş olarak benim hukukumu koruyamayan hükümet kendi hukukunu koruyabilir mi?

Üç generalin açığa alınması, asker-siyaset ilişkisine dair bir tartışma değil. Doğrudan devlet yönetimi ve vatandaşın devlet karşısında haklarının korunması ile alâkalı. En başta da yaşama hakkı. Ordu üç generalin üzerinden içgüdüsel olarak bürokratik ayrıcalıklarını korumaya çalışıyor. Nasıl? Kendisi ve ülke için çok değerli olan itibarını harcayarak.

Emre itaatsizlik, bir ordunun en tepesinde ısrarla sürdürülünce askerinize güvenebilir misiniz? Her kademede asker, üstüne güvenebilir mi? Ordusunu emrine itaat ettiremeyen bir hükümete güvenebilir misiniz?

3 general sorunu / Mustafa Ünal

İçişleri ve Milli Savunma Bakanı tarafından açığa alınan 'üç general depremi' 30 Ağustos Şûra'sının artçısı aslında. Sorumlusu ise İlker Başbuğ... Dönemin Genelkurmay Başkanı Başbuğ sivil iradeye direndi.
Sistemi kilitleme pahasına mahkemenin önce tutuklama kararı verdiği Balyoz davasının sanığı 'üç general ile Hasan Iğsız' konusunda ısrarcı oldu.
Rütbelerinde bekleme süreleri dolan generalleri hükümetin vetosuna rağmen vekaleten atadı. Yargı sürecini görmezden geldi ve bir üst rütbeye yükselmişçesine görevlendirme yaptı. O gün de çok tartışıldı... Başbuğ'un bu davranışı ne hukuki meşruiyete ne de TSK'nın teamüllerine uygun.

Her türlü dayanaktan yoksun. En başta kamuoyunun itirazı var. Belki eski Türkiye'de olabilirdi ama bugünün Türkiye'sinde 'ben yaptım oldu' yaklaşımıyla sonuç almak mümkün değil. Bu gerçek çok geçmeden anlaşıldı. Üç generalin karşısında Anayasa'nın kendisine tanıdığı hakları sonuna kadar kullanmakta kararlı olan sivil irade var.

Süreç henüz tamamlanmış değil. Üç general, bakanların açığa alma işlemini hükümsüz kılmak için Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ne gitti. Bu arada böyle bir mahkeme bize özgü... Çağdaş dünyada yargı ikili değil tekli. Kamuoyu, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'nin kararlarına da kuşkuyla yaklaşıyor. Düşük rütbeli bir subay, general rütbesindeki üst subaylarla ilgili kararı ne denli objektif verebilir?

Cumhurbaşkanı Gül'ün, gelişmeleri yakından izlediğini biliyoruz. Generallerin açığa alınmasından önceden haberdar... Olayın bu noktaya tırmanmasından rahatsız; açıkça 'Bu mesele 30 Ağustos'ta bitmeliydi' dedi. Nasıl bitecekti? İki seçenek var: 'Terfi ya da emekli'... Siyasi otorite terfi etmelerine onay vermediğine göre emekli olmaktan başka yol kalmıyor.

Cumhurbaşkanı'nın sözlerinden generallerin Şûra'yı by-pass ederek mahkeme kararıyla rütbe almak istemelerinden hoşnut olmadığı sonucu çıkıyor. Cumhurbaşkanı Gül'ün 'başkomutan' sıfatıyla durduğu yer önemli. Umarım generaller bunu dikkate alır.

Sivil iradenin başı olarak Başbakan Erdoğan'ın tutumu çok net... Lübnan dönüşü 'Sivil irade karar verdi' dedi. Kararın ne olduğu da belli; açığa alma... Peki, bu karar farklı yollardan aşılmaya çalışılırsa?.. Bugün yapıldığı gibi... Erdoğan'ın bu soruya cevabı köşeli.

Başbakan 'Bu noktada sivil iradenin yasalar çerçevesinde veya yasama organıyla atabileceği birçok adım var, bu adımı atar' dedi. Bu adım geriye değil, ileriye doğru atılacak. Erdoğan'ın 'yasama organı' vurgusu dikkat çekici. Bu problemi çözmek için gerekirse yasal düzenleme yapmaktan kaçınmayacağının işareti. Mevcut mevzuatla, olmazsa yeni yasayla...

Sadece 3 general değil TSK yönetimi umarım Cumhurbaşkanı'nın duruşunu, sivil iradenin kararlılığını, kamuoyunun bakışını doğru değerlendiriyordur. Askerî yargının kararlarıyla sivil otoriteyi by-pass etme girişimlerinin sonuç vermeyeceği anlaşılmış olmalı.

Başbuğ, 30 Ağustos sürecini iyi yönetemedi, bugünleri hazırladı. Sonuçta hem kendisini hem de kurumu yıprattı. Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner bütün bu yaşananları dikkate alarak farkını ortaya koymalı. Vakit yitirmeden TSK'yı sivil iradeyle mücadele eden kurum görüntüsünden çıkarmalı. Bu mücadelenin asker açısından hiçbir meşru zemini yok.

Recep Tayyip Erdoğan'ın başında bulunduğu sivil iradeye karşı direnmek beyhude... Kazanmak mümkün olmadığı gibi daha ağır bedellerin ödenmesi de mukadder. 3 general sorununu uzatmanın askeri yıpratmaktan başka sonuç doğurmayacağı aşikâr...

Aaa, galiba Türkiye normalleşiyor!

Üst düzey üç askerin bakanlar tarafından açığa alınması "Türkiye normalleşiyor mu?" sorusunu gündeme getirdi. Normalleşme neydi, normalleştiğimizin göstergesi sosyal hayatta ne olabilirdi? Bütün bu sorular gözleri demokratik ve gelişmiş ülkelerin, sivillerin askeri tanımamasına yöneltti.

Peki Türkiye'de durum nasıl? Bu sorunun cevabını demokratik ülkeleri göz önüne alarak sokakta aradık? Bakalım normalleşme emareleri görülüyor mu?

Türkiye normalleşiyor galiba! Baksanıza son bir hafta içinde yaşananlara... Medyamız, öznesi asker olan bomba haberleri seviyor. Demokratik ülkelerde son derece normal bir uygulama olan 'üç generalin açığa alınması' gazeteler ve televizyonlar tarafından 'bomba haber' olarak gündeme düşürüldü. Olay neydi hatırlayalım şimdi?

Balyoz darbe planı sanığı oldukları gerekçesiyle son YAŞ toplantısında terfi ettirilmeyen Tümgeneral Gürbüz Kaya, Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu ve Tümgeneral Halil Helvacıoğlu, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ne başvurmuş ve terfilerini almıştı. Bunun üzerine İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül imzasıyla, ikisi general, biri amiral üst düzey üç komutan açığa alındı. Aslında, birçok devlet memuru için rutin bir uygulama olan bu olay Cumhuriyet tarihinde bir ilk (Menderes'in açığa aldığı komutanları saymazsak). Bazı yazarlar bu olaya tepki gösterse de medyanın geneli üç askerin açığa alınmasını gayet normal olarak karşıladı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, durumun abartılmaması gerektiğini, normalleşmenin bir günde gerçekleşmediğini, bu olayın sürecin bir parçası olduğunu söyledi.

Aslında normalleşme süreci yeni başlamadı. Ağustos ayında yapılan YAŞ toplantısında birçok ilk yaşandı. 30 Ağustos'tan sonra göreve gelen üst düzey komutanlar, geçen zaman içerisinde yasalar çerçevesinde hareket etmeye özen gösterdi. Belki kimilerine normal gelmeyecek ama bugün toplumun çok büyük kesimi kuvvet komutanlarının adını bilmiyor. Çünkü onlar asli görevlerini yapıyor. Oysa 10 yıl önce böyle miydi? 28 Şubat'ın güçlü generali Çevik Bir'in adını bilmeyen mi kalmıştı. Batı Çalışma Grubu'nun kurucusu Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'yı tanımayan var mı? Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan bilinirken bugün aynı görevi yapan komutanı kim tanıyor? Şener Eruygur, Hurşit Tolon... Siyasi bir aktör gibi siyaset sahnesinde yer alan komutanları da, yaptıklarını da halkın unutamadığı bir gerçek. Çünkü darbelerde, muhtıralarda, millete karşı kanlı eylem planlarında hep onların imzaları vardı.

Peki sokakta durum nasıl? İnsanlara son dönem genelkurmay başkanlarını ve kuvvet komutanlarını tanıyıp tanımadıklarını sorduk. Yenibosna, Bakırköy, Taksim, Üsküdar, Kadıköy ve Eminönü'nde halkla konuştuk. 100 kişiden 90'ı değil kuvvet komutanlarını yeni Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in adını hatırlamakta zorlandı. Kuvvet komutanlarının kimler olduğu ise çoklarının zihninde koca bir soru işareti.

Yenibosna'da kunduracılık yapan Abdullah Sancak, 47 yaşında. 30 yıldır İstanbul'da yaşıyor. 3 çocuğu var, 3'ü de okuyor. Sıkıntısı başından aşkın. Evini geçindirme telaşından başka bir şey düşünmüyor. Sorumuzu duyduğunda manidar bir tebessümle, "Televizyonlar, kendi iktidarının peşine düşmüş askerleri gösteriyor. Bu yüzden tanımıyorum, ne genelkurmay başkanını ne de kuvvet komutanlarını." diyor. Sözlerinde hafif de olsa sitem bulunan Sancak, Hilmi Özkök'ün ismini hatırlıyor: "Erbakan Hoca'nın iktidarda olduğu dönemlerde Hüseyin Kıvrıkoğlu, Çevik Bir gibi isimler vardı. Tanıdığımdan saymıyorum bu isimleri. O zamanlar haberlerde çok denk geliyorduk, oradan biliyorum."

Taksicilik yapan Soner Şen (34), Ali Akdeniz (39), Fatih Yener (29), Okan Kumrulu (32), Şahin Yılmaz (29), Kamil Berberoğlu (32), Ayhan Tutar (40) da kuvvet komutanlarını tanımadıklarını söylüyor. Hiç mi bilmediklerini soracak olursanız açıkçası onların başbakan ve cumhurbaşkanından başka birilerini tanıma gibi bir girişimleri olmamış. Çünkü gerek duymadıklarını söylüyorlar. Aslında onların dünyasında askerin isimlerinin çok yer etmemesi militarizmin belli insanları ilgilendirdiği gerçeğini ortaya koymaya yetiyor.

9 yaşındayken kuvvet komutanlarını tanıyordum
İstiklal Caddesi'nde karşılaştığımız fotoğraf sanatçısının verdiği cevap ise normalleşme emarelerinin ifadesi. İsmini vermek istemeyen sanatçı, "İhtilal olduğunda 9 yaşındaydım. Radyoda sürekli komutanların adlarını duyardık. Halen ezbere biliyorum. Dur bakayım kimler vardı? Kenan Evren'i zaten biliyoruz. Kara'da Nurettin Ersin, Deniz'de Nejat Tümer, Hava'da Tahsin Şahinkaya, Jandarma'da Sedat Celasun. Ama şimdikilerin kim olduğuna dair hiçbir fikrim yok." diyor.

Gazi Üniversitesi öğrencisi Muhammed Burak Gültekin, "Generalleri tanıyor musunuz?" sorumuzu şöyle cevaplıyor: "Hüseyin Kıvrıkoğlu, Çevik Bir aklımda bir de Hilmi Özkök, diğerlerini bilmiyorum..." Hacettepe Üniversitesi mezunu 23 yaşındaki Hümeyra Selvi, Hilmi Özkök'ten itibaren genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarını yakından takip ettiğini söylüyor. Selvi, Taksim'e Özkök'ün heykelinin dikilmesi gerektiğini belirtiyor.

Demokratik ülkelerde bırakın halkı, politikler bile askere dair fikir sahibi değil

Sevilay Yükselir (Gazeteci): Sokaktaki vatandaşın, "Kuvvet komutanlarını tanıyor musunuz?" sorusuna "Bilmiyorum." şeklinde cevap vermiş olması gerçekten sevindiricidir. Çünkü komuta kademesinin çok yakından bilinip tanınması ve takip ediliyor olması Türkiye'nin daha fazla demokratikleşmesi açısından iç açıcı bir durum değil. İleri demokrasiyi yaşayan ülkelerin hiçbirinde bırakın sokaktaki vatandaşı, politik insanlarının bile o ülkenin askerî yönetimi ile ilgili fikri yoktur. Çünkü oralarda asker ortaya çıkmıyor. 12 Eylül darbesi 1980'de yaşandığında ben küçücük bir çocuktum. Ama daha o tarihlerde Kenan Evren'in adı hafızama kalın harflerle kazınmıştı. Keza bu halk için de böyle. Özetle şunu söyleyebilirim: Evet. Sokaktaki vatandaşın bugün kuvvet komutanlarının adını sayamamış olması Türkiye'nin ciddi manada normalleşmeye doğru gittiğini gösterir. Bakın ben bile şimdi düşündüm kendi kendime. Kimdi bizim Hava Kuvvetleri komutanı? Ya da Kara Kuvvetleri komutanı? Vallahi hatırlayamadım!

Kuvvet komutanları geçmişe göre daha geri planda kaldı

Nazlı Ilıcak (Gazeteci): Halkın, genelkurmay başkanını ve kuvvet komutanlarını tanımaması normalleşme için bir adım sayılabilir. Fakat Türkiye'de insanların genelkurmay başkanlarını tanımama ihtimalini düşünemiyorum. Çünkü gündem onların üzerinden gidiyor. Kuvvet komutanları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Onlar geçmişe nazaran artık daha geri planda. Bu yüzden Türkiye'nin 'normalleşme' sürecine kuvvet komutanlarının tanınırlığının azalmasının ışık tuttuğunu söyleyebiliriz.

Bana sorarsanız ben de isimlerini bilmiyorum

Cüneyt Özdemir (Gazeteci): 10 yıl, İngiltere'de yaşadım. Eğitim hayatımı orada tamamladım. Bu süre zarfında bir kez bile ne İngiltere genelkurmay başkanının ne de kuvvet komutanlarının adını duymadım. Çünkü orada asker ortada yok. Türkiye'de ise şartlar farklı. Çünkü asker sürekli haberlerde. Bu yüzden insanlar onları istemeseler de biliyor, tanıyor. Ama eğer Türkiye'de isimlerin bilinmesinde bir azalma varsa normalleşmeden bahsetmek pek tabii mümkündür. Bana sorarsanız genelkurmay başkanının haricinde kuvvet komutanlarının isimlerini bilmiyorum.
***
Gazeteciler de normalleşiyor!

"Kuvvet komutanlarını tanıyor musunuz?" sorusunu köşe yazarlarına da yönelttik. Mehmet Altan, paşaları tanımadığını, tanımak da istemediğini söyledi. Nazlı Ilıcak, Türkiye'de genelkurmay başkanlarından habersiz yaşamanın mümkün olmadığını fakat kuvvet komutanları için aynı şeyi söyleyemeyeceğini belirtti. Ilıcak, "Kuvvet komutanları son yıllarda daha arka planda kaldı. Gündeme çok gelmediği için isimleri akıllarda yer etmiyor. Bende olduğu gibi." cevabını verdi. Cüneyt Özdemir, kuvvet komutanlarını tanıma ihtiyacı duymadığını ifade etti: "Yıllarca İngiltere'de yaşadım orada insanlar askerden habersiz. Kimse de öğrenme gereksinimi duymuyor. Normal olan da bu. Ben de bu sebeple kuvvet komutanlarının isimlerini hafızama kazımak için uğraşmıyorum." Sabah Gazetesi'nden Sevilay Yükselir ise "Kimdi bizim Hava Kuvvetleri komutanı? Ya da Kara Kuvvetleri komutanı? Vallahi hatırlayamadım!" diyor.

Harp Okulunda Fuhuş Kataloğu

Fuhuş Çetesi Operasyonu’nda Deniz Harp Okulu’ndaki kız öğrencilerin fotoğraflarının yer aldığı bir katalog ele geçirildi.

Deniz Kuvvetleri’nde subaylara porno içerikli kayıtlarla şantaj yaptığı ve TSK’ya ait gizli bilgi ve projeleri yabancı istihbarat örgütlerine sattığı iddia edilen çetenin çalışma yöntemlerine ilişkin önemli bir iddia ortaya atıldı. Çetenin kilit isimlerinden olduğu gerekçesiyle tutuklanan emekli Albay İbrahim Sezer’in evinde yapılan aramalarda şok bir belge ele geçirildi. Çetenin, üst düzey subayların fuhuş yapacakları kadınları seçebilmeleri için Deniz Harp Okulu’nun 12 kız öğrencisinin fotoğraflarının bulunduğu bir katolog hazırladığı iddia edildi. Polis tarafından el konan katalogdaki kız öğrencilerin üst düzey subay ve amirallerle fuhuş yapmaları için seçildiği ve çetenin bu şekilde tuzağa düşürdüğü üst düzey subaylardan istediği belgeleri elde ettiği iddia edildi. Katologdaki fotoğrafların arkasında ise isim, yaş, boy, kilo, saç ve göz rengi ile ten rengi gibi bilgilerin yer aldığı Kadın yüzbaşı Y.E.E. tarafından hazırlandığı öne sürülen katologdaki fotoğrafların arkasında “Bir erkekten çabuk etkilenir ve çabuk aşık olur”, “Erkeğin onu çok istediğini ve arzuladığını duymak ister”, “Jest ve mimikleri erkekleri çıldırtır cinsten”, “Göğüs ve sırt dekoltesi kullanır” şeklinde ibareler yer alıyor.

Öğrenciler şikayetçi oldu
Emekli Albay Sezer’in, kadın yüzbaşı Y.E.E’ye yazıldığı mektupta ise Deniz Harp Okulu’ndaki kız öğrencilerin fuhuş yapmak için nasıl kandırılacağı ve ayrılmak isteyen kızların nasıl tehdit edileceği detaylı bir şekilde anlatılıyor. Katalogda fotoğrafları bulunan kız öğrenciler, Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nde ifade verdi. Kız öğrencilerin İbrahim Sezer’den şikâyetçi oldukları öğrenildi.

Niye anlamıyorsunuz?

Atalay: Açığa almalarda çok haklıyım... Türkiye normalleşiyor. Niye anlamıyorsunuz?

Hükümetin üç generali açığa almasına destek veren Cumhurbaşkanı Gül, bu tartışmanın 30 Ağustos’ta bitmesi gerektiğini söyledi. Açığa almalarda haklı olduğunu savunan Atalay da “Türkiye böyle böyle normalleşecek, niye anlamıyorsunuz?” dedi...

ZÜRİH - Cumhurbaşkanı’nın İsviçre Konfederasyonu Başkanı Doris Leuthard’ın davetlisi olarak devlet ziyareti için İsviçre’ye gidişi sırasında da, bu ülkede katıldığı etkinlikler sırasında da gazetecilerin soruları, İçişleri ve Milli Savunma Bakanları’nın açığa alma kararlarına yoğunlaştı.

Zürih’te Economiesuisse tarafından düzenlenen üst düzeyli yuvarlak masa toplantısının ardından düzenlenen resepsiyonda hem Cumhurbaşkanı’na hem de generallerden birinin açığa alınması kararında imzası bulunan İçişleri Bakanı’na aynı konuda sorular yöneltildi.

“Şura karar aldı. Ama siyasi otorite onaylamayınca, emekli olmaları gerekirdi” görüşünü dile getiren Cumhurbaşkanı Gül, “30 Ağustos’ta bu tartışma bitmeliydi” dedi. Gül, “Hukuk ne derse o olacak” diye de ekledi.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay da “emeklilik” formülünü savundu ve “dersini iyi çalıştığını” belirterek “açığa almalarda çok haklı olduğunu” vurguladı. Atalay, Genelkurmay Başkanlığı’nın önceki gün yaptığı 21 maddelik açıklamanın “hükümetle asker arasında ciddi bir mücadele yaşandığı” şeklinde yorumlanmasına itiraz etti. “Emrinizdeki bürokratla ne mücadelesiymiş bu” diyen Atalay, Genelkurmay’ın açıklama yapmasına sitem edercesine, daha önce üç Emniyet Genel Müdür Yardımcısı’nı açığa aldığına, ancak Emniyet’in bir açıklama yapmadığına dikkat çekti.

Resepsiyonda Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı ile gazeteciler arasındaki soru-yanıt diyaloğu şöyle oldu:

Açığa almalar konusunda AYİM’de yeni bir karar çıktığı söyleniyor?
Atalay: Orası bir yüksek mahkeme. İncelemeden, ayak üstü yanlış şeyler söylememek lazım.

Genelkurmay’ın dünkü (Perşembe) açıklaması üzerine “hükümetle asker arasında çok ciddi bir mücadele yaşandığı” yolunda yorumlar yapılıyor?
Atalay: Açığa alma konusu, benim Emniyet Genel Müdürlüğü’nde uyguladığım bir şey. Buna da öyle bakmak lazım. “Askerle hükümet arasında karşılıklı mücadele olmuş” diye yapılan yorumlar çok yanlış. Emrimizdeki bürokrasi ile ilgili bir kararı uyguladım. Emrinizdeki bürokratla ne mücadelesiymiş bu? İdari yargıdan karar gelir, ona göre biz de karar veririz. Ben bugüne kadar valiliklerle ilgili böyle çok sayıda açığa alma kararı uyguladım. AYİM kararının(üç generalle ilgili daha önce çıkan yürütmeyi durdurma kararını kastediyor) bir özelliği vardı; 2 ay içinde uygulanması lazımdı. İki ay dolmadan ben açığa aldım.

Niye anlamıyorsunuz?
Bakın Türkiye normalleşiyor. Böyle böyle normalleşecek. Niye anlamıyorsunuz?

İlk olduğu için bu kadar ilgi çekiyor. Dünkü açıklamasında Genelkurmay, personeli ile ilgili uygulanan prosedürü anlatıyor. YAŞ terfi veriyor, ama ben onaylamıyorum. Bu idare ile ilgili bir tasarruf. Normalleşme böyle olacak. Ben Emniyet’te 3 genel müdür yardımcısını açığa aldım. Emniyet herhangi bir açıklama yapmadı. Türkiye normalleşiyor. Biz de, basın da bu normalleşmeye katkıda bulunmalıyız.

Açığa almalarda ben çok haklıyım. Ben orada çok hukukun içindeyim. Bunları aşacağız, bunların tartışılması iyi. İlk olduğu için de tartışılıyor. Ben dersimi çok çalıştım. Benim yürüttüğüm işler, yürütmenin işleri.

Peki askerle bu tartışma, gerilim nereye gidiyor?
Atalay: Bu iş, hukuk nereye götürürse oraya gidiyor. Hukuk hepimizi bağlar.

30 Ağustos’ta bitmeliydi
Gül: Mahkemeler ne karar verir bilemeyiz. Ama esas olan şu ki, bu generallerin 30 Ağustos’ta ya terfi etmeleri ya emekli olmaları gerekirdi.

Atalay: Yükselmeyince 30 Ağustos’ta emekli olmaları gerekirdi.

Gül: Şura karar aldı. Ama siyasi otorite onaylamayınca, emekli olmaları gerekirdi. Bundan sonra şüphesiz hukuk ne derse o olacak.
Atalay: İlk olduğu için bu kadar tartışılıyor. Türkiye giderek normalleşecek. Basın olarak siz de bu normalleşmeye katkıda bulunmalısınız.
Gül: Basın bulunuyor zaten. Ama 30 Ağustos’ta bu işler, bu tartışma bitmeliydi. Ya terfi etmeli ya emekli olmalıydılar.

‘Farklı adım atılırsa bizim atacağımız adım var’

Başbakan da 'emeklilik' formülünde ısrarlı

Lübnan’dan dönerken generallerin açığa alınmasını değerlendiren Başbakan Erdoğan, “Sivil irade karar vermiştir. Sivil iradenin kararı farklı yollarla aşılmaya çalışılırsa sivil irade atabileceği adımları atar” dedi. Erdoğan gerekirse yeni yasa çıkarılabileceğini de ima etti.

ANKARA - Başbakan Erdoğan, Lübnan’dan dönerken uçakta gazetecilerin 3 generalin açığa alınmasıyla ilgili soruları şöyle yanıtladı:
Üç generalin görevden alınması Türkiye tarihinde ilk kez oldu. Askeri Şura’da olmalıydı gibi eleştiriler var. Sürece ilişkin ne söylersiniz ?
Asker Şura’da biz gerekeni yaptık. Askeri Şura’da yaptığımız terfi istendiği halde terfi ettirmemekti. Yani benim ve Milli Savunma Bakanı ile İçişleri Bakanımın ortak kanaati, danışmanlarımın ortak kanaati aslında 30 Ağustos’ta bu üç arkadaşın emekli olması istikametinde. Çünkü terfi olmadılar dolayısıyla biliyorsunuz korgenerallerde bekleme süreleri 4 yıldır. Eğer 4 yılda terfi etmezlerse 4 seneyi doldurunca emekli olurlar. Bugüne kadar böyle uygulandı. Bugün ilk kez böyle bir karar çıktı. Bize düşen görev de, arkadaşlarımız onu uyguladılar açığa aldılar. Eğer açığa aldıktan sonra farklı adım atılırsa bizim atacağımız adım var. O da şudur: Bir kere şunu bilmek lazım sivil irade karar vermiştir. Sivil iradenin verdiği bu karar farklı yollarla aşılmaya çalışılırsa sivil iradenin de bu noktada atabileceği yasalar çerçevesinde veya yasama organiyle bir çok adımlar vardır, bu adımı atar. Şu anda tabii ben nihai şeyi bilmiyorum, duydum. Tekrar AYİM’E gideceklermiş bir üst mahkeme filan diye. Gideceklerse gerekçeleri nedir, değerlendirmeleri yapacağız.

Yüksek Askeri Şura döneminde de sizin değerlendirmeleriniz öncekilerden farklıydı. Bu son işlem de sivil iradenin mevzuatı yeniden yorumlaması gibi değerlendirilebilir mi ?
Burada sivil irade olarak değerlendirmelerimizi yaptıktan sonra biz bu arkadaşlardan ne denli istifade ederiz, içinde bulundukları yargı süreci vs bütün bunların değerlendirmesini yaptıktan sonra... Zaten biz terfilerine uygun değildir diye baktık. Terfiye uygun değildir diye bakarken zorla terfi ettirilmesine yönelik yaklaşımı anlamakta zorlanıyoruz.

Bu ısrarı size nasıl açıkladılar ?
Bir açıklaması yok zaten. Tabi ki kendilerine göre iyi olduklarını filan söylüyorlar bizde tabi ki geçtiğimiz süreci yaşadığımız süreci değerlendiriyoruz, onlara bakıyoruz.

Parti içinde de heyecan had safhada. Kimler liste dışı kalacak, kimler listeye girecek?
Dışarıdan bazıları, onu açıklamamda fayda var parti içi demokrasi çalışmıyor filan diyorlar. Bizde vekil olmak Tayyip Erdoğan’ın tasarrufunda değildir. 7-8 kişilik ekip var sonunda ona riayet eder. Süreç, en alt kademede ilçe teşkilatlarında başlar. Puanlama yapar bize bildirirler. Sonra o sekiz kişilik ekip onlar üzerinde tek tek çalışma yapar. Sonra da o ilimizde kimlerin aday olacağına karar veririz. Tabii ki bizim de ihtiyaca göre şu alanda şu arkadaşı tavsiye ediyorum demişimdir, o kadar hakkımız da olur. İsimler noktasında çalışmamız yok. Mevcut kadroda elenenler tabii ki olacaktır. Şu 4 yıllık performans bunun çok açık net şeyidir. Devamsızlık yapanlar tabii ki elenecektir. 336 kişi olacaksın yeri gelecek toplantı yeter sayısı olmayacak bize bu acıyı çektirenlerle yola devam edemeyiz. Hedeflerimiz içinde 25- 30 yaş arası birkaç genci parlamentoya sokacağız. Bayanlarda daha çok arkadaşı parlamentoya taşıyacağız.

ASKERİ YARGIYA NEŞTER
Askeri yargı, sivil yargı tartışması var. İki başlı yargı konusunda bir adım atmayı düşünüyor musunuz ?
Yeni anayasada değerlendireceğiz. Yeni anayasa hepsini içerecek inşallah.

TÜRBANLI VEKİL MESAJI
Başörtülü vekil görebilir miyiz ?
Bu yolu siz açacaksınız.

Yani olabilir mi?
Siyasette her şey olabilir.

YENİ ANAYASA SEÇİM BEYANNAMESİNDE YER ALACAK
Yani seçimden sonra?
Bazıları yeni anayasa için iktidar ipe un seriyor filan diyor. Bizim böyle bir sözümüz oldu mu ? Ben 12 Eylül’ün akşamı da söyledim. Dedim ki hemen buyurun çalışmaları başlatalım. Bu çalışmalar da Haziran’da yapılacak seçime kadar bitsin. Uzlaşma komisyonu kurabiliyorsak kuralım. Kuramıyorsak herkes kendi çalışmasını yapsın. Haziran sonu Meclis’teki tabloyla birlikte yeni anayasayı çıkaralım. Aksi sözümü bulsunlar bulunduğum yeri bırakırım.

İki ekip halinde çalışıyoruz. Birisi parti içinde birisi de sivil topluk kuruluşlarıyla filan görüşüyor. Biz şöyle bakıyoruz. Bir anayasa yapmak artık anayasacıların ya da hukukçuların salt işi değildir. Bunların dışında halkın değişik katmanlarından, bunların içinde sosyologlar, siyaset bilimciler vs hepsinden oluşan bir katılım..

Bununla ilgili girişimler yaptı arkadaşlar. Yine bu çalışmaların içini de Cemil Çiçek, Ayşenur Bahçekapılı gibi hukukçu arkadaşlar yürütüyor. Zannediyorum kısa zaman içinde zaten bu çalışmalar ortaya çıkacak.

Yeni anayasanın kendisi bana göre seçim beyannamesinde önemli yer alacaktır. Bir de bizim eylem planımız ayrıca var. Şu anda medya tanıtım başkanlığımız Haziran sonrası eylem planı ve seçim beyannamesi için çalışmaları yürütüyor.

'Millete götürüp sormak lazım!'

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Türkiye’de hukukta birlik değil, dualizm olduğunu belirterek, "Sanki ülkeyi sivil ve asker birlikte yönetiyor. Artık bu ikili yapılanmanın Türkiye’de ortadan kalkması lazım. Tek bir Yargıtay, tek bir Danıştay. Anayasa Mahkemesi nasıl tekse, tekli bir yapıya dönüşmemiz lazım. Herhalde yapılacak şey bu işin sonunda yine millete götürüp, ’Ey millet ikili bir yapı mı istiyorsunuz, tek yargı mı istiyorsunuz?’ diye sormaktan ibarettir. Millet en güzel kararı verecektir." dedi.

Arınç, TV8’de katıldığı haber programında gündeme ilişkin soruları yanıtladı. Generallerin açığa alınmasına ilişkin soru üzerine Arınç, Genelkurmayın 20-21 maddelik açıklamasıyla, yaşanan olayların kronolojik olarak anlatıldığını belirterek, bunun doğru kabul edileceğini, Hükümet kanadının da Genelkurmayın açıklamasının da bir olay yaşandığını gösterdiğini ifade etti.

Yüksek Askeri Şuranın (YAŞ) başkanının, Başbakan olduğunu belirten Arınç, şöyle konuştu: "Bakmayın öyle iki kişinin yan yana oturduğuna. Askeri kanunlarımızda da Anayasa’da da YAŞ kanununda da Şuranın başkanının başbakan olduğu yazılı. Genelkurmay başkanı orada diğer üyelerle birlikte bir üye sıfatını taşıyor. Orada Sayın Başbakan ile Milli Savunma Bakanı da bu 3 generalin haklarındaki iddialar sebebiyle terfisinin söz konusu olamayacağını, söz konusu edilirse bile, kesinlikle terfi etmemeleri gerektiğini söylemiş, ama anlaşılıyor ki askeri kanat da bunların terfi edilebileceklerini düşünmüş. Daha sonraki gelişmeleri tek tek tartışmaya gerek yok. Şimdi bunlar hakkında açığa çıkarılma kararı uygulandı."

Bu 3 generalin Askeri Yüksek İdare Mahkemesine başvurduğunu anımsatan Arınç, dünkü açıklamalarının ne bu generallerle ne bu müracaatla ilgili olduğunu söyledi.

İşin özünde bir çarpıklık bulunduğunu belirten Arınç, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"O da şudur, Türkiye’de dualist bir yapı var, yani ikili bir yapı var. Bu 60 ve 80 askeri darbesinden sonra da yapılan anayasalarda maalesef hep yer alıyor. Türkiye’de, hukukta birlik yok, dualizm var ve paralel bir yapılanma söz konusu. Sanki ülkeyi, sivil ve asker birlikte yönetiyor. Askeri Yargıtay var, sivil Yargıtay var. Sivil Danıştay var, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) var. O var, karşılığında bu var. Böyle bir şeyin olmaması lazım. Ne AB içindeki demokratik Avrupa ülkelerinde ne başka bir ülkede askeri bir yapılanmanın hukuk alanında da çift başlı olduğu bir yapı söz konusu. Dolayısıyla oradaki hakimlerle ilgili değil kanaatimiz. Onlar mutlaka hukuku çok iyi bilen, vicdan sahibi, yazılı hukuka bağlı insanlardır."

Türkiye’de yaşanan bir örnek olduğunu, yıllarca görev yapan DGM’nin içindeki askeri hakimin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kararı doğrultusunda çıkarıldığını, sonra da mahkemenin kaldırıldığını anlatan Bülent Arınç, şöyle konuştu:

"Şimdi 3 kişilik hakimlerin içinde bile bir tane askeri hakimin bulunmasını bağımsız ve adil yargılamaya uygun bulmayan AİHM, askerin müracaat ettiği bir mahkemenin tamamının askeri hakimlerden oluşmasını hiç uygun görmeyecektir. Bu hukuk yapısına da uygun değildir. Çok basit olarak söyledim. Bu davayı açanlar, itirazı bulunanlar kim? 3 tane general. Rütbeleri ne? Tuğgeneral, tümgeneral, korgeneral. Peki askeri mahkemedeki hakimlerin rütbeleri ne? Binbaşı, yarbay, albay. Şimdi ast ve üst münasebetine dayalı bir hiyerarşide, bu hakimler karar verirken, acaba tam adil yargılama yapılabilir mi? Bağımsız karar verebilir mi? Yanıtını birileri versin. Bence çok zorlanırlar. Dolayısıyla sadece bu müracaat ile ilişkili değil ama artık bu ikili yapılanmanın Türkiye’de ortadan kalkması lazım. Tek bir Yargıtay, tek bir Danıştay. Anayasa Mahkemesi nasıl tekse, tekli bir yapıya dönüşmemiz lazım. Şimdi bunlar müracaat ettiği için biz AİYM’i konuşma fırsatı buluyoruz. Ama böyle bir olay olmasaydı bile bizim Anayasa değişikliklerimiz içerisinde düşüncelerimizden bir tanesi de tek yargı sistemine geçiştir. Sanıyorum bu olay bunu biraz daha hızlandıracaktır."

Bülent Arınç, CHP’nin de bu ikili yapıyı tekli hale getirme düşüncesi olduğunu ifade ederek, tekli bir sisteme geçişin ancak anayasa değişikliğiyle olabileceğini vurguladı.

-"DARBEYİ YAPANLAR AKILLI İNSANLARMIŞ"-
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Arınç, ikili düzeni düşünenlerin "kolayca değişmesin" diye bunları Anayasa içine koyduğunu ifade ederek, şunları söyledi:

"Çünkü anayasayı değiştirmek nitelikli çoğunluk istiyor. Kanunda böyle bir şeye gerek yok. İçeride 139 kişi ’evet’ verirse, kanun değişir veya yeni bir kanun yapılır. Ama darbeyi yapanlar, çok akıllı insanlarmış. Günün birinde ’bu subapları ortadan kaldırmak isteyen, özgürlükçü yapıyı düşünenler’ gelir diye Anayasa içine koymuşlar. Öyle bir sıkı bir noktaya getirelim ki bu, anayasayı değiştirmek kadar zor olsun diye düşünmüşlerdir. Biz de Anayasa’yı Mecliste değiştiremedik, millete gittik. Millet de 20 milyon oy verdi, Anayasa’yı değiştirdi. Herhalde yapılacak şey bu işin sonunda yine millete götürüp, ’Ey millet ikili bir yapı mı istiyorsunuz, tek yargı mı istiyorsunuz?’ diye sormaktan ibarettir. Millet en güzel kararı verecektir."

Kılıçdaroğlu'ndan 3 general yorumu

CHP lideri Kılıçdaroğlu açığa alınan 3 general için ilk kez konuştu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 3 generalin açığa alınmasıyla ilgili "Yargı süreci sonuçlandığında herhalde Hükümet de gereğini yapacaktır ama Hükümet’in bu konuda böyle yargı sürecine gidenleri tehdit eder gibi bir tavır takınması doğru değil" dedi. Bir süre önce geçirdiği fıtık ameliyatı sonrası siyasi programına ara veren Kılıçdaroğlu, Tüm İşçi Emeklilileri Derneği’nin Genel Kurulu’na katılmak üzere bugün ilk kez evinden çıktı. Evinden çıkışta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Kılıçdaroğlu, "Hasta yatağınızdayken Parti Meclisi üyelerine bir uyarıda bulundunuz. Yazıda dikkat çeken bir nokta vardı. Bu kurultay sinyali olarak algılandı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?" sorusuna, "Nasıl algılandığını bilmiyorum ama sonuçta Parti Meclisi bizim ikinci büyük organımız. Kurultaydan sonra arkadaşlar görüşlerini televizyon ekranlarında tartışmak yerine Parti Meclisinde tartışırlarsa, daha zenginleşir diye düşündüm" yanıtını verdi. Gündemde bir kurultay olup olmadığının sorulması üzerine de Kılıçdaroğlu, "Yarın değil daha sonra görüşeceğiz" dedi. Kılıçdaroğlu, bir başka gazetecinin, "3 generalin açığa alınmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?" sorusu da şöyle yanıtladı: "O konuda hukuki bir değerlendirme gelecek. Gördüğüm kadarıyla yasada var olan bir hüküm Hükümet tarafından yerine getirilmiştir. Konu yargıdadır. Yargı süreci sonuçlandığında herhalde Hükümet de gereğini yapacaktır ama Hükümet’in bu konuda böyle yargı sürecine gidenleri tehdit eder gibi bir tavır takınması doğru değil."

Yanlış duruş / Ahmet Altan

Necip Fazıl, bir davasında savcıya kızınca, “çok savcı gördüm ama hukuk uyduran savcıya ilk defa rastlıyorum” demişti.
“Hukuk uydurmak” Türkiye’de bir yönetim biçimi.

Özellikle de ordu çok seviyor “hukuk uydurmayı” ve elindeki silaha güvenerek uydurdukça uyduruyor.
Askerî Yüksek İdare Mahkemesi diye bir kuruluş uyduruyor mesela.

Dünyada eşi benzeri yok, yeryüzünün hiçbir ciddi hukuk sisteminin içinde “Askerî Danıştay” diye bir kavram bulunmuyor.

Sivil otoritenin kararlarını geçersiz kılabilmek için askerlerin uydurduğu bir “hukuk” bu.
Bizim ordu, sivil otoriteyi “işlevsiz” kılabileceğine, tek gücün kendisi olduğuna inanmış bir kuruluş.
Yıllarca da öyle olmuş.

Ama koşullar değişti.
Darbe davasında sanık olan generaller var, ordu darbe sanığı generalleri terfi ettirmek istiyor, onların bir darbe davasından yargılanmaları hiç rahatsız etmiyor orduyu, tam aksine o generallere kahraman muamelesi yapmayı tercih ediyor.

Yanlış bir şeyi savunuyor.
Hükümet bu yanlışlığa karşı çıkıyor ve durduruyor.
Ordu, hükümetin kararlılığını ve haklılığını önemsemiyor.
Generalleri koruyabilmek için Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’ni devreye sokuyor.
Böylece tartışma gündemi darbe sanığı generallerken, Askerî Mahkeme de tartışma gündemine girmiş oluyor.

Generallerle birlikte şimdi bu mahkemelerin hukuksuzluğunu ve anlamsızlığını da tartışıyoruz.
Ordu, sadece darbeci generallerini değil, bu “uydurma hukukun” sonucunda ortaya çıkan askerî yargıyı da yakında kaybedecek.

Kaybettikleri onunla da kalmayacak.
Çünkü bu sefer o mahkemeyi korumaya çalışıyor ve generallerin terfisi için o mahkeme üzerinden ısrarını sürdürüyor.

Bu kez, bizim Genelkurmay’ın dünyanın hiçbir demokrat ülkesinde bulunmayan, Savunma Bakanlığı’ndan bağımsız konumu geliyor gündeme.
Mehmet Baransu’nun “kulis” haberine göre, şimdi hükümet Pentagon modeli bir yapılanma için teknik hazırlıklara başlıyor.

Teknik bir ekip dünyadaki genelkurmaylarla savunma bakanlıklarının ilişkilerini ve “yerleşme” biçimlerini araştırıyor.
Habere göre, Genelkurmay Başkanlığı diye ayrı bir bina olmayacak, Milli Savunma Bakanlığı’nın içinde bir birim olacak Genelkurmay.
Genelkurmay’ın, darbe sanığı generalleri savunmak için harekete geçip “yanlış bir noktada” mevzilenmesi, teker teker bütün yanlışlıkları gündeme getiriyor.

Çarpık sistem baştan aşağı sorgulanmaya başlıyor.
İyi de oluyor.
Genelkurmay bu kavgada haksız.
Bu haksızlığı savunacak eski gücü ve arkasında halkı etkileyecek bir medyası da yok.
Genelkurmay’ın medyası halkı etkileyemiyor ve varlığını sürdürebilmek için yavaş yavaş pozisyon değiştiriyor.
Ordunun en kuvvetli destekçisi olan CHP bile, önce darbeci generallere sahip çıkarken 24 saat içinde hata yaptığını fark edip “yok canım, aslında öyle de dememiştik” diye kendine yeni bir siyasi rota çiziyor.

Bizim yazı işlerindeki çocukların deyimiyle “hızlı değişimin öncüsü” oluyor.
Kimsenin erişemeyeceği bir süratle değişip duruyor.
Genelkurmay’ı, orducu medyası, darbeci hayranı CHP’si hep birlikte savrulup duruyorlar.
Sürekli güç kaybediyorlar.
Çünkü halkı korkutamıyorlar artık.

Halkı korkutamadığınız zaman, darbeci generali terfi ettirmek, uydurma hukuki yapılar kurmak, bu tavrı gazetelerde savunmak, siyaseten buna destek olmak imkânsızlaşıyor.
Halk kendi gücünü fark etti.
Korkmayan ve gücünü fark eden bir halk, kendi iradesine karşı çıkan hiç kimseyi affetmez ve onları mutlaka cezalandırır.

Darbeci generalleri terfi ettirme kavgası bütün sistemi sarsan bir fırtınaya dönüşüyor.
Öyle görünüyor ki Genelkurmay bu hatasının karşılığında sadece medyasını, partisini değil tabelasını da kaybedecek.

Yanlış mevzide durursan savaşı kazanma ihtimalin yoktur çünkü.

"Ebu Süfyan" Kod Adlı Binbaşı

JİTEM ile ilgili hergün yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Güney doğu'da bir çok faili meçhule imza atan JİTEM, dini ritüelleri kullanmayı da ihmal etmemiş...

Eski korucubaşı ve Derik Şehit Aileleri Derneği Başkanı Bedran Akdağ, JİTEM'in Mardin'de yaptığı infazları bazı milletvekili ve devlet görevlilerine anlatınca hayatı değişti. Bu olay nedeniyle hakkında infaz kararı alındığını belirten Akdağ, bölgeyi terketti. Akdağ, şimdi Güneydoğu dışında bir ilde meyve bahçesinde çalışıyor

Eski korucubaşı ve Derik Şehit Aileleri Derneği Başkanı Bedran Akdağ, bazı milletvekilleri ve devlet görevlilerine JİTEM'in Mardin'de yaptığı infazları anlatınca olanlar oldu.

1994'te ailesinden 6 kişiyle geçici köy korucusu olan Akdağ, 16 yıl boyunca teröre karşı mücadele ettiğini söyledi. Kendisini istifaya götüren sürecin 2009'da Boyaklı Köyü'nde gördüğü 10 yıldır kaçakçılıktan aranan suçluyu Üçyol Jandarma Karakol Komutanı Başçavuş Selami Polat'a bildirmesiyle başladığını belirten Akdağ, "İhbarı dikkate almayan Polat bana hakaret etti. Durumu Mardin Tugay Komutanı ve İl Jandarma Alay Komutanı'na anlattım. Hakkında soruşturma başlatıldı" dedi. Akdağ, şikayetin ardından bir derneğin başkanıyla ilgili savcılığa yaptığı suç duyurusunun da sorun olduğunu belirterek "Teğmen E., başkanı olduğum derneğin defterlerine el koydu. Beni başkanlık ve üyelikten attı" diye konuştu.

VEKİLLERE 'BIÇAK TİMİ'Nİ ANLATTI
Bu süreçte eski bir istihbarat astsubayının yardımıyla Ankara'ya giderek Ergenekon soruşturmasıyla gündeme gelen JİTEM'in bölgedeki infazlarını ismini vermek istemediği bazı milletvekilleri ve devlet görevlilerine anlattığını söyleyen Akdağ, "1996-1999 yılları arasında Jandarma Genel Komutanlığı'nın hala varlığını inkar ettiği JİTEM'de haber elamanı olarak görev yaptım. JİTEM kimliğim bile vardı. JİTEM o dönem bölgede birçok faili meçhul cinayete imza attı. Bunları görüştüğüm yetkililerle paylaştım" dedi. Akdağ, Ergenekon sanığı emekli Albay Hasan Atilla Uğur'un Kızıltepe İlçe Jandarma Komutanı olduğu dönemde kurduğu 'Bıçak Timi'nin' işlediği faili meçhul cinayetleri, PKK eylemi olarak kayda geçen 1994'teki Mardin Savur'da 4 öğretmenin şehit edilmesi olayını JİTEM'in gerçekleştirdiğini görüşmelerinde anlattığını belirtti.

Bu yapılanmaya şiddetle karşı çıkan dönemin Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden'in infaz edildiğini belirten Akdağ "Albay Özden döneminde faili meçhul cinayetler azaldı. JİTEM'in faaliyetlerini engelliyordu. Bundan rahatsız oldular. Albay Özden, 4 öğretmeninin öldürülmesinin peşine düştü. 'Bıçak Timi'nin üstüne gitti. Albay Özden'in infaz kararını bu olaydan sonra aldılar. Özden'i çatışma bölgesine çekip öldürdüler" dedi.

ÖNCE MERMİ SONRA İNFAZ KARARI
"Ergenekon soruşturmasıyla başlayan süreçte, bölgedeki faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkarılması için bildiklerimi anlattım. Bunların yargıya taşınması için yardım istedim" diyen Akdağ, Mardin'e döndükten sonra jandarma görevlilerinden gelen baskıların arttığını şu sözlerle anlattı: "Bir sabah evimin penceresinin önünde mermi buldum. Mermi gece konmuştu. Bana gözdağı vermek istediler. Durumu haber verdiğim jandarma görevlileri eve gelip inceleme bile yapmadı." Bu tehdidin ardından Jandarma Astsubay S.I'nın kendisine "Jandarma Başçavuş H.Y. ve uzman çavuşlar S.K. ile M.K. seni infaz edecekler. Seni öldürmek için kaçak silah getirmişler. İnfaz edip PKK eylemi olarak açıklayacaklar" dediğini anlatan Bedran Akdağ şöyle konuştu: "JİTEM'le ilgili anlattıklarımdan sonra hayatımın tehlikede olduğunu anladım. Başçavuş Polat'ı şikayet etmem, bazı jandarma görevlilerinin yolsuzluklarını ihbar etmemden dolayı benden zaten rahatsız olmuşlardı. Astsubay S.I'nın anlattıklarından sonra 2 ay evime gidemedim. Sonra da istifa dilekçesi verdim."

CAN GÜVENLİĞİM KALMADI
İnfazla tehdit edilen Akdağ, Mardin'den ayrılarak Güneydoğu dışındaki bir ilde meyve bahçesinde çalışmaya başladı. JİTEM'le ilgili bildikleri ve isimlerini açıklamak istemediği bazı jandarma görevlilerinin yolsuzluklarının üzerine gidince ipinin çekildiğini düşünen Akdağ "Şu anda can güvenliğim yok. Beni infaz edip PKK eylemi gibi gösterme planın arkasında kimler var? Talimatı hangi komutanlar verdi? Bunların savcılık tarafından soruşturulmasını istiyorum. Soruşturma açılırsa her şeyi anlatacağım" dedi.

Kayınbiraderi için 'Bıçak Timi' gönderdi

Akdağ, Ergenekon sanığı emekli Albay Hasan Atilla Uğur'un, Kızıltepe-Derik-Mardin -Nusaybin bölgesinde 'Bıçak Timi'yle istediği her şeyi yaptığını öne sürdü. Akdağ, Uğur'un Antalya'da ölümle tehdit edilen kayınbiraderine 'Bıçak Timi'nden 4 koruma gönderdiğini söyledi. Akdağ, "Kayınbiraderinden mafya haraç istiyordu. Albay Atilla Uğur da 'Bıçak Timi'nden korucu gönderdi. 4 korucu Uğur'un kayınbiraderi için devletin silahlarıyla 1 ay nöbet tuttu. Korucular döndükten 3 ay sonra ise kayınbiraderi mafya tarafından öldürüldü. Kayıtlar incelenirse olayın doğru olduğu anlaşılacaktır" dedi.

Ebu Süfyan'ın emrindeydiler
JİTEM elemanlarının bazı korucularla insanları gözaltına alıp, para karşılığında serbest bıraktığını söyleyen Akdağ babasının da bu uygulamada mağdur edildiğini anlattı.

Akdağ şöyle konuştu: "JİTEM'in Mardin'deki sorumlusu 'Ebu Süfyan' kod adlı, sarı saçlı, mavi gözlü Oğuzhan binbaşı vardı. Tüm timler 'Ebu Süfyan'a bağlıydı. Bu timler başka kirli işler de yapıyordu. Geçici köy korucusu olduğu halde uyduruk bir gerekçeyle gözaltına alındı. Boyaklı Köyü'nde aşiret reisi Mahmut Kızıl'ın da 4 oğlunu gözaltına almışlardı. Kızıl, her biri için ikişer bin lira para verdi. Babamın parasını da o ödedi. Mahkemeye çıkarmadan, ifadelerini bile almadan serbest bıraktılar. Bu durumdan dönemin DYP milletvekili Mahmut Duyan'ın aracılığı Başbakan Tansu Çiller'in haberi oldu" diye konuştu.

Saldırıyı haber verdim önlem alınmadı
Bedran Akdağ, bölgede terörün bitmesini istemeyenlerin bulunduğu yönünde kanaati aktarırken, istifa etmeden önce başına gelen bir olayın bunun en canlı örneği olduğunu söyledi. 21 Nisan 2010 tarihinde Kızıltepe'de PKK'lı teröristlerin polis otosunu tarayarak 1 polisi şehit ettiği saldırıyı önceden jandarmaya haber vermesine rağmen önlem alınmadığını savunan Akdağ olayı şöyle anlattı: "BDP'nin mahalle toplantılarına katılan bir arkadaşım var. Katıldığı toplantıda bir partili, polis otosuna eylem yapılacağını ağzından kaçırmış. Hatta 'polis otosu olmazsa kaymakamın makam aracına saldıracağız' demiş. O arkadaş gelip durumu bana haber verdi. Hemen Kızıltepe'ye gidip askeri yetkililere durumu ilettim. Hatta Mardin'den istihbaratçılar geldi, onlara da anlattım. Yine de teröristleri eylem yapmadan önce ele geçiremediler. Oysa o teröristlerin bir ay önce Kızıltepe'nin hangi mahallesinde, kimin evinde kaldığını bile bildirmiştim. Bir ihmal olduğu anlaşılıyor."

OYAK'a İmtiyazlar Ne Zaman Bitecek?

OYAK’a bağlı şirketler vergilerini ödemekte, ancak OYAK’ın kendisi her türlü vergiden muaf tutulmaktadır.

MAAŞ KESİNTİLERİ Üyelerin maaşlarından yapılan zorunlu kesintiler maliyetsiz sıcak para kaynağı oluşturmaktadır. Bu nakit girişi özellikle kriz ortamlarında büyük avantaj sağlamaktadır.

NEMA ÖDEMELERİ Yedek subay maaşlarından yapılan kesintilerin hiçbir hizmet karşılığı yoktur. Yapılan kesintilere verilen nema, enflasyon altında tutuldu. OYAK’IN MALLARI Yasa gereği OYAK mallarının “devlet malı statüsünde” olması haczedilemeyecekleri anlamına geldiğinden, bu da ayrıcalıklı bir durumdur.

ASKERî İDARî YARGIYA TABİ Üyeleriyle olan ilişkileri Askerî İdarî Yargı yetkisine alındığından, zorunlu üyeliğin iptali talebi veya astsubaylara emeklilikten sonra da nema ödenmesi talebi reddedildi. oyak, demokrasi önünde engel Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)… Bir yardımlaşma sandığı şeklinde kurulan bu kurum, Türkiye demokrasi tarihinde derin izler bırakmaya namzettir.

Ve demokrasiyi nasıl yaralı hale soktuğu ise gün geçtikçe daha net bir şekilde görülüyor. Ancak, bugün bile, OYAK’ın gerçek kimliği tartışılamaz durumdadır. Bunun sebebi, ekonomik bir güç olduğu kadar, Askeriye’yi de arkasına alması mıdır dersiniz? Dünyanın ekonomik kriz yaşadığı bir dönemde, Türk ekonomisinin, neredeyse önde giden aktörüne müdahale etmek ne getirir? Ancak tartışılması gereken bir gerçek varsa, o da OYAK’ın yapısı ve Türkiye’ye üzerindeki etkileridir.

Biz de bu hafta OYAK’ı yakından inceleyen Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi İsmet Akça’nın makalelerinden yola çıkarak, OYAK’ı tanıtan bir yazı çalışması yaptık. Ortaya koyduğumuz soruların cevapları Akça’nın OYAK üzerine yazdığı yazılarından alıntılanmıştır. Yani bir röportaj değildir. İsmet Akça’ya askerî harcamalar konusunda yaptığı titiz çalışmalarından dolayı teşekkürü bir borç biliyoruz.

OYAK MEŞRÛİYETİNİ NERDEN ALMIŞTIR?
OYAK, cumhuriyet tarihinin 27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen ilk askerî darbesinin hemen ardından, 3 Ocak 1961’de Millî Birlik Komitesi tarafından kabul edilen 205 Sayılı Yasa ile kurulmuştur. Yani varlığını olağandışı bir dönemin yasama faaliyetine borçludur. Buna rağmen, söz konusu yasa Türkiye tarihinin en dokunulmaz yasalarından biri konumunda olduğu gibi, OYAK’ın varlığı da o günlerden bugünlere olağanlaştırılmıştır.

27 Mayıs darbesinin toplumsal destek tabanını oluşturan kesimlerden askerler, bürokrasi, entelijansiya ve dönemin burjuvazisi, OYAK’ın kurulma sürecini–her biri farklı rasyonellerle de olsa–desteklemiş ve ilk dönemde yetkili kurullarda görev almışlardır. Dönemin askerî iktidarı, OYAK Kanunu’nu bu şekilde gerekçelendirmiştir: Ordu mensuplarına emekli olduklarında “ancak mütevazı geçim şartları” sağlanabilmesi, “kendi içtimaî seviyelerine uygun bir hayat seviyesi temin edememe”leri sebebiyle ve “istikbal endişesinden kurtularak maddî ve manevî huzura kavuşmaları” için OYAK kanunu hazırlanmıştır. Bu gerekçeler, Türkiye’de ordu mensuplarının kendilerini “ayrıcalıklı bir zümre olarak görme” hallerini yansıtmaktadır.

OYAK SİVİL BİR KURULUŞ MUDUR?
Kurumun orduyla bağını silikleştirme adına sivilliği vurgulayan söylemleri, son yıllarda, özellikle dikkati çekmekte… Ancak, kurumun üyelerine ve idarî yapısına bakıldığında askerlerin hâkimiyeti açıktır. Kurumun daimî üyeleri aslen TSK kadrolarında görevli subay, astsubay ve askerî memurlardır. Bunların üyelikleri mecburidir ve mevcut 250 binin üzerindeki üyenin büyük çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Zorunlu askerlik hizmetindeki yedek subaylar ise geçici üyedirler.

2001 yılına kadar OYAK faaliyetlerinin denetimi sadece kurum kanununda öngörülen denetleme kurulunca yapılmışken, 2001’den itibaren buna ek olarak özel denetleme şirketlerine de malî denetim yaptırılmaktadır. Bu noktada, şunu da belirtmek gerekir ki, OYAK’a bağlı şirketler sivil profesyoneller tarafından yönetilmektedir, Şirketlerin yönetim kurullarında emekli subaylar da yer almakla birlikte, sayılarına dair tam bir bilgi elimizde bulunmamaktadır.

OYAK SOSYAL GÜVENLİK KURULUŞU MU, YOKSA HOLDİNG Mİ?
OYAK, bir sosyal güvenlik kuruluşundan çok, üretim, ticaret, hizmet ve finans sektörlerindeki yatırımları üzerinden işleyen bir sermaye grubudur. Bu durum daha kuruluş yasasından itibaren öngörülmüştür. Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur gibi diğer sosyal güvenlik kuruluşlarıyla karşılaştırıldığında, serbest fonların kullanımında gelir gayeli yatırımlar yapma açısından diğerlerine tanınmayan serbestlik OYAK’a tanınmıştır.

Kurumun gelir kaynakları ve harcamaları açısından da iktisadî yatırımları başta gelmektedir. Aslında, OYAK’ı OYAK yapan aslî faaliyetin holding gibi çalışması olduğu, kurum tarafından da açıkça dile getirilmektedir. OYAK’ın misyonu şöyle tanımlanmaktadır: “OYAK, bir yandan üyelerce arzulanan hizmetleri bir şirket anlayışı içinde en üst standartlarda sağlarken, diğer yandan da üyelerine en çok nemayı sağlamaya yönelik olarak […] bir holding yaklaşımı çerçevesinde portföy ve iştirak yatırımları yapan, tüm faaliyetlerinde aktüeryal dengeyi öncelikle gözeten bir sosyal yardımlaşma kurumudur.” Sonuç olarak, üye yapısı, karar alıcı organlarının yapısı ve başlıca faaliyet alanı gözönüne alındığında, OYAK’ı, öncelikle bir “askerî holding” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

ASKERÎ HOLDİNG OLARAK OYAK’IN İŞ YAPTIĞI ALANLAR NELERDİR?
Bugün OYAK, 29’u doğrudan olmak üzere, toplam 60 şirketi bünyesinde barındıran dev bir holding yapısıdır. OYAK yatırımları ve gelirleri hiçbir biçimde askerî harcamalar ve projeler için kullanılmamakta, OYAK ekonominin sınaî üretim, finans ve hizmet sektörlerinde yatırım yapmaktadır. OYAK’ın yatırımları bugün itibariyle başta otomotiv, çimento, demir-çelik olmak üzere finans, enerji, madencilik, ziraî ilâçlar, gıda, inşaat, nakliyat-lojistik, iç ve dış ticaret, özel güvenlik, teknoloji-bilişim, turizm gibi sektörlere yayılmıştır. Bu şirketlerden birçoğu, Türkiye’nin en büyük ve en kârlı iktisadî kuruluşları arasında yer almaktadır. OYAK, kuruluşundan bugüne, yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarının yanı sıra, kamu iktisadî teşekkülleriyle de çeşitli düzeylerde ortaklıklar kurmuştur. Şu anki ortaklıkları arasında Renault, STEAG-AG, Nuh Holding, Eti Holding, Halkbank ve SSK yer almaktadır. Geçen 49 sene zarfında ortaklık ilişkisine girdiği şirketler arasında, Axa, Goodyear, Elf gibi dünya sermaye devlerinin yanı sıra, Sabancı, Koç, Yaşar Holding, Gama, Yapı Kredi Bankası, Garanti Bankası, Kutlutaş Holding, Alarko, Cerrahoğulları gibi büyük yerli sermaye grupları ve Ziraat Bankası, TPAO, Petkim gibi kamu iktisadî teşekkülleri de yer almıştır. OYAK’ın Türkiye’nin ilk beş büyük holdingi arasında olduğunu söyleyebiliriz. 2001-2004 yılları arasında OYAK, KOÇ ve SABANCI arasında yapılan kârlılık karşılaştırmasında OYAK’ın Türkiye’nin en kârlı holdingi olduğu ilân edilmiştir.

EKONOMİK AKTÖRLER ARASINDA OYAK’IN İMTİYAZLI TARAFLARI VAR MI?
OYAK’ın bazı yasal ayrıcalıkları, hiç şüphe yok ki, OYAK için bazı avantajlar oluşturmuştur.

Birincisi, “vergi muafiyetleridir.” OYAK’a bağlı şirketler vergilerini ödemekte, ancak OYAK’ın kendisi her türlü vergiden (gelir, kurumlar, veraset ve intikal vergileri, damga vergisi) muaf tutulmaktadır.

İkincisi, üyelerin maaşlarından yapılan zorunlu kesintiler maliyetsiz sıcak para kaynağı oluşturmaktadır. Bu nakit girişi özellikle kriz ortamlarında büyük avantaj sağlamaktadır.

Ayrıca, yedek subay maaşlarından yapılan kesintilerin hiçbir hizmet karşılığı yoktur. Buna ek olarak, yapılan kesintilere verilen nema, 1990’ların ortalarına kadar enflasyon altında tutulduğundan, bu da ayrıca bir avantaj sağlamıştır.

Üçüncüsü, yasası gereği OYAK mallarının “devlet malı statüsünde” olması haczedilemeyecekleri anlamına geldiğinden, bu da ayrıcalıklı bir durumdur.

Dördüncü olarak da, üyeleriyle olan ilişkileri askerî, idarî yargı yetkisine alındığından, zorunlu üyeliğin iptali talebi veya Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği’nin (TEMAD) emeklilikten sonra da nema ödenmesi talebi gibi dâvâlarda kurum lehine verilen kararlar, üyelerin eleştirilerine karşı korunma sağlamaktadır.

ASKERÎ HOLDİNG OLMASI PSİKOLOJİK OLARAK EKONOMİ ALANINDA BİR BASKIYA NEDEN OLMAKTA MIDIR?
İktisadi ilişkilerin siyasal güç ilişkilerinden bağımsız olmadığı düşünüldüğünde, OYAK’a has bir başka avantaj, ordunun siyasî gücünün iktisadî alana etki potansiyelinin yüksek oluşudur. Bu çerçevede, batık şirketlerinin kamu iktisadî kuruluşlarına devri, kamu kuruluşlarıyla ortaklıklar, bu sayede kamu ihaleleri kazanma ve kamu kaynaklarından faydalanma, bu etkinin görüldüğü mekanizmalardır. Meselenin bu boyutunu ampirik olarak her durumda göstermek, zor olmakla birlikte, hem bazı açık örnekler mevcuttur, hem de bazı örnek olaylarda buna dair güçlü karineler bulunmaktadır.

LİBERAL BİR EKONOMİDE AT KOŞTURAN OYAK MİLLÎ ÇIKARLARI NE KADAR DÜŞÜNMÜŞ OLABİLİR?
Bütün bu süreçte OYAK, neoliberal birikim stratejileriyle kendi tikel çıkarlarını azamileştirirken, bunu ulusal güvenlik, ulusal çıkar retoriğiyle de bezemiştir. Özelleştirme kapsamında 2005 sonunda Erdemir’in satın alınma süreci buna dair çarpıcı bir örnektir. Bu süreçte hem OYAK yönetimi, hem de kamuoyu Erdemir’in ulusal güvenlik açısından stratejik öneminden dem vurmuş, özelleştirilse bile Erdemir’in ulusal sermayenin elinde kalması gerektiği ileri sürülmüş, kısacası Erdemir’in OYAK tarafından alınması, gerek TOBB’dan Maden-İş’e çeşitli kurumlar tarafından, gerekse medyada coşkuyla karşılanmıştır. Ulusalcı retorik neoliberal sermaye birikim stratejisinin hizmetine sokulmuş ve böylece 2003 kârı OYAK’ın o dönemdeki 40 şirketinin toplam kârına eşit olan Türkiye’nin en kârlı üçüncü şirketi, kamudan OYAK’a geçmiştir. Eylül 2005’te Antalya’da gerçekleşen OYAK İş Ortakları Toplantısı’nda kırmızı beyaz tişört giyerek ulusal açıdan stratejik önemi haiz şirketlerin yabancılara satılmaması teziyle milliyetçi mobilizasyon oluşturan OYAK, demir-çelikte kısa bir süre sonra Arcelor ile ortaklık görüşmelerine soyunmuş, bankacılıkta ise, Türkiye finans sektörünün “topyekûn gayri millileşmesini” pek de dert etmemiş ve Sümerbank’ı çok ucuza alıp Oyakbank’ı büyüttükten sonra bu bankayı 2,7 milyar dolara (o güne kadarki en yüksek meblağlı banka satışıdır) Hollandalı ING grubuna satmıştır.

ASKERÎ BİR HOLDİNG OLARAK OYAK TÜRKİYE’DE NE GİBİ SORUNLARA SEBEP OLMUŞTUR?
İfade edilmesi gereken ilk nokta; orduların iktisadî aktör olarak var olmalarının, modern ekonomilerin en temel özelliklerinden biri olan, silahı tutan güç ile iktisadî faaliyette bulunan güç arasında tarihsel olarak kurulmuş ayrıma aykırı bir durum teşkil etmesidir. Sonuçta orduların şu ya da bu kurumsal yapılanma üzerinden doğrudan bir iktisadî aktör olarak kendi aslî işlevlerinin dışındaki alanlarda var olmaları, çağdaş demokrasinin asgarî gerekliliklerine aykırıdır.

İkinci sonuç; OYAK’ın, Türkiye’de askerlerin özellikle “12 Eylül sonrasından günümüze kadar, giderek daha fazla kendi içine kapalı ve kendi kendini üreten bir toplumsal zümre” haline gelmelerinde önemli bir rolü olmasıdır. Bir başka deyişle, OYAK etkisiyle (emeklilik yardımı, ucuz konut ve borç kredileri) askerî personelin, özellikle de subayların, gündelik hayat pratikleri orta ve üst orta sınıf hayatlara tekabül etmektedir. OYAK yetkilileri bu hayatı, üyelere “bir ev, bir araba” formülüyle özetlemektedirler. Bir toplumsal zümre olarak varoluşu besleyen başka iktisadî mekanizmalar da devrededir: Orduevleri, sosyal tesis, lojman gibi, askerlere diğer kamu personeline kıyasla daha geniş imkânlar tanıyan “aynî ayrıcalıklar”dır bunlar. Bu açıdan OYAK, 1960 ve 1970’lerde bozulmuş olan askerî iç hiyerarşi, disiplin ve bütünlüğü yeniden tesis etmeye yönelik sosyoekonomik bir araç işlevi de görmüştür.

Neoliberal iktisadî ve sosyal politikaların 1980 sonrasında derinleştirdiği yoksulluk ve yoksunluk bağlamında TSK’nın ayrıcalıklı toplumsal zümre halinin pekişmesi, pretoryen ordu modelini güçlendirmekte ve Türkiye’de demokrasinin normalleşmesini engelleyici bir unsur olarak durmaktadır.

Üçüncü sonuç; OYAK’ın paradoksal etkileriyle ilgilidir. OYAK’ın üyelerine yukarıda dile getirdiğimiz malî imkânları sunması, ilk bakışta ordu içinde belirli bir entegrasyonu sağlar gibi görünse de, ayrıcalıklı zümre avantajlarından bütün ordu mensuplarınca eşit şekilde faydalanılamadığı dikkate alındığında, tam tersi bir etkiyle ordu içinde yeni bölünmelere de yol açmıştır. OYAK’ın temsil ettiği büyük ekonomik pasta, bu pastadan pay alma noktasındaki çatışmaları da tetiklemektedir. Meselâ, alt ve orta rütbeli subayların OYAK yönetimini kontrol altında tutan üst rütbeli subaylara yönelttikleri, kurumun üye istekleri dışında faaliyet gösterdiği, sosyal hak ve hizmetlerin yetersiz olduğu, sosyal hizmetten ziyade holding yatırımlarına ağırlık verildiği, emeklilikten sonra kurum nemalarından faydalanılamadığı şeklindeki eleştiriler, yıllar zarfında hep gündemde kalmıştır.

Bir başka örnek ise; “ordunun proleterleri” olarak adlandırılan astsubayların OYAK’a yönelik eleştirileridir. TEMAD (Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği) üzerinden eleştirilerini son yıllarda açıkça kamusal alana taşıyan emekli astsubaylar, OYAK üyelerinin dörtte üçünü kendilerinin oluşturmasına ve yasal kesintilerin % 55 ila 60’ının astsubaylardan yapılmasına rağmen, astsubayların kurumun imkânlarından faydalanamadıklarını belirtmekte, OYAK ve iştiraklerinin yönetim kurullarında yer almayı talep etmektedirler. Bunun yanı sıra, emeklilikle beraber kurumla ilişkinin kopması sonucu, eski üyelerin ileri tarihli OYAK kazançlarında sahip oldukları haklardan faydalanamamalarını da eleştirmekteler. TEMAD’ın sivil idarî yargıda açtığı dâvâlar askerî, idarî yargıya havale edilmiş ve bir sonuç alınamaması üzerine TEMAD 10 Eylül 2007’de AİHM’e şikâyette bulunmuş ve mahkeme bir süre önce dâvâ başvurusunu kabul etmiştir.

Dördüncüsü; OYAK’ın varlığı üzerinden TSK sosyoekonomik iktidar ilişkilerinin içine daha fazla çekilmekte ve bu ilişkilerde açıkça ve doğrudan bir taraf olarak yer almaktadır.

Nasıl ki, ordunun politik aktör olarak siyasal süreçlerde yer alması politik tarafsızlık iddiasına halel getiriyorsa, doğrudan iktisadî bir aktör olarak da sosyoekonomik iktidar ilişkileri içinde yer alması sosyoekonomik aktörler nezdindeki tarafsızlık iddiasına halel getirmektedir.

OYAK’ın varlığı üzerinden ordu, Türkiye’deki sermaye grupları arasındaki çeşitli bölünme eksenlerinin de doğrudan parçası olarak görülmektedir. Bu bölünmeler, şirketler, sektörler, küçük-orta ve büyük sermaye, “İslâmî-laik” sermaye gibi çeşitli eksenlerde olabildiği gibi, OYAK kendisini başka holdinglerle kıyasladığında da tezahür edebilmektedir. Kısacası, ister siyasî, ister iktisadî alanda olsun, TSK’nın pretoryen pratikleri, kendi meşruiyet söyleminde sıklıkla yinelediği “partiler üstü, sınıflar üstü, siyaset üstü” olma iddiasının altını doğrudan oymaktadır. TSK’yı dar sosyopolitik ve sosyoekonomik iktidar ilişkilerinin içine çeken bu pratikler, kendi iç işleyiş ve yapılanmalarını da olumsuz etkilemektedir.

AB-OYAK İLİŞKİSİ NE DURUMDADIR?
OYAK’ın oluşturduğu sonuçların AB ile uyum süreciyle ilişkisinden bahsetmek önemlidir, zira Türkiye’deki pretoryen yapının liberal demokratik asker-sivil ilişkileri doğrultusunda reforme edilmesi adımlarında AB uyum reformları önemli bir kaldıraç işlevi görmüştür. Bu gerçeğe rağmen, AB ilerleme raporlarının hiçbirinde OYAK gündeme gelmemiştir. 2005 yılında AB’nin beş ana kurumundan biri olan Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi (iş adamları, işçiler, çiftçiler, kooperatifler üzerinden sosyal grupların temsil edildiği 222 üyeli bir komite), AB Konseyi Aralık 2004 toplantısına yönelik olarak hazırladığı bir raporun ilk taslağında askerî harcamaların denetiminin yanı sıra, OYAK’ı da üyelik sürecinde reforma ihtiyaç gösteren alanlardan biri olarak tanımlamıştır; ancak daha sonra hem OYAK’ın, hem de dönemin İSO Başkanı Hüsamettin Kavi’nin, Avrupa Birliği Ekonomik ve Sosyal Komitesi, Karma İstişare Konseyi (KİK) Eşbaşkanı sıfatıyla yaptığı girişimler sonrasında OYAK kısmı rapordan çıkarılmıştır. Ayrıca OYAK, 2003 yılından beri, AB Ek Emeklilik Fonları Dernekleri Federasyonu European Federation for Retirement Provision’ın da üyesidir. Herhangi bir AB ülkesi ordusunun OYAK gibi bir yapıya sahip olması tahayyül bile edilemezken, bu konunun, orduların demokratik denetim ve düzenlemelere tâbi tutulması gereğinin bir parçası olarak görülmemesi ya tutarsızlıkla, ya da güç ve çıkar ilişkileriyle açıklanabilir. OYAK’ın başta Renault ile onyıllardır süren ortaklığı, AXA grubuyla uzun yıllar sürmüş ortaklığı, Almanya savaş sanayiinin ihracatında %15’lik payla Türkiye’nin birinci sırada yer alıyor oluşu, bu çıkar ilişkilerinin en göze çarpanlarıdır.

Askeri araçların kaskoları askeri kantin gelirlerinden karşılanacak!

KAMU kurumlarındaki araçların sigorta giderleri genellikle bütçelerine konulan ödeneklerden karşılanırken, tank, zırhlı personel taşıyıcı (ZPT) gibi askeri araçların kasko bedelleri askerlere satılan çay, gazoz paralarından oluşan askeri kantin gelirlerinden karşılanacak.

TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda üç haftadır devam eden 2011 yılı bütçesi ile bütçe kanunu tasarısının maddelerinin görüşmeleri önceki gece tamamlandı. Bütçe tasarısının (E) Cetveli’nde yer alan düzenleme uyarınca, Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı da dahil olmak üzere, Türk Silahlı Kuvvetleri envanterinde yer alan erbaş ve erler tarafından kullanılan ‘teknik donanımı yüksek ve özel nitelikli askeri araçların’ kasko giderleri askeri kantin gelirlerinden karşılanacak. Böylece, tank, zırhlı personel taşıyıcı gibi araçların karayollarında seyahat ederken herhangi bir kazaya karışması durumunda sağlanacak kasko güvencesi, askerlere çay, gazoz satışlarından elde edilecek gelirle sağlanacak. Maliye Bakanlığı yetkilileri, bu uygulamanın önceki yıllarda da aynı şekilde olduğunu belirttiler. Kabul edilen önergeyle Sağlık Bakanlığı’na bağlı ambulansların kasko giderlerinin hastanelerin döner sermaye gelirlerinden karşılanması kararlaştırıldı.

BÜTÇE ARTTI
Bu arada Plan Bütçe Komisyonu’ndaki görüşmelerin son gününde yapılan değişikliklerle 2011 yılı bütçesinde 53.5 milyon liralık artışa gidildi. Böylece 2011 yılı merkezi yönetim bütçesi 312.5 milyar lira oldu. Artırılan ödenekler, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müzelerin bakım ve onarımı başta olmak üzere, çeşitli bakanlıkların acil ihtiyaç duydukları harcamalarda kullanılacak.

Askeri Yargıya Neşter!

Açığa alınan Balyoz sanığı üç general, askerî yargıyı yeniden tartışmaya açtı. Türkiye'nin en büyük sivil toplum kuruluşları yargı birliğinin sağlanması konusunda hemfikir.

Sivil toplum, yeni anayasada çift başlı yargı istemiyor
Açığa alınan Balyoz sanığı üç general, askerî yargıyı yeniden tartışmaya açtı. Türkiye'nin en büyük sivil toplum kuruluşları TOBB, TÜSİAD, TUSKON ve TBB yargı birliğinin sağlanması konusunda hemfikir. Bugüne kadar hazırladıkları yeni anayasa çalışmalarının hiçbirinde askerî yargı yok. Generallerin itiraz başvurularını görüşecek olan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'nin kaldırılması da ortak talepler arasında.

Silahlı Kuvvetler mensupları için ayrı bir yargı sisteminin doğurduğu olumsuz sonuçlar kamuoyunu uzun yıllardır meşgul ediyor. Tartışma, en son YAŞ'ta terfi ettirilmeyen Balyoz sanığı üç generalin açığa alınmasıyla yeniden gündeme geldi. Sivil irade, hukukî süreç içinde adı geçen generallerin emeklilik yolunu açmış, ancak Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) bir ilke imza atarak, terfi yönünde karar almıştı. Bunun üzerine hükümet, generalleri açığa aldığını duyurdu. AYİM, bu hafta generallerin itiraz başvurularını görüşecek. Ancak sivil toplum bu karardan çok askerî yargının varlığını sorguluyor. Demokratik ülkelerde, adlî yargının dışındaki askerî yargı sistemlerinin hukuk birliği ilkesine aykırı olduğuna dikkat çekiliyor. Sivil toplumun en büyük temsilcileri TOBB, TÜSİAD, TUSKON ve Türkiye Barolar Birliği (TBB) de, yargıda çift başlılığın kaldırılmasını istiyor. Demokratikleşme adına belli dönemlerde hazırlanan anayasa tekliflerinde, askerî yargıya yer verilmiyor. Bazı taslaklarda ise görev alanı, disiplin suçlarıyla sınırlandırılıyor.

Kimi anayasa teklif taslakları ise bu sistemin sadece disiplin suçlarıyla ilgilenen, yürütmenin yetki alanlarını işgal etmeyen yapılara dönüştürülmesini teklif ediyor. Tekliflerde Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'nin (AYİM) kaldırılarak, asker kişilerin idarey­le uyuşmazlıklarının sivillerde olduğu gibi adli yargı mercilerinde çözülmesi gerektiği vurgulanıyor. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) anayasa teklifinde sunulan öneride, bu mahkemelerin yargı birliğine aykırılık oluşturduğu gerekçesiyle, "Askerî yargı başlıklı 145. maddenin yürürlükten kaldırılması gerekir." vurgusu yapılıyor. Asker kişilerin de işledikleri suçlar nedeniyle siviller gibi adli yargı mercile­rinde bağımsız hâkimler önünde yargılanmaları gerektiği ifade ediliyor. Prof. Dr. Özbudun'un başında bulunduğu Bilim Kurulu'nun hazırladığı taslakta ise askerî mahkemelerin yargı yetkileri, askerlik hizmeti ile ilgili işlenen suçlara ilişkin davalara bak­makla görevli sayılması öneriliyor. Türkiye Barolar Birliği'nin anayasa tasladığı da Bilim Kurulu'nunkine benzer bir yaklaşım gösteriyor. Askerî mahkemelerin yargı yetkisinin asker kişilerin yalnızca askerî nitelikli suçlarıyla sınırlandırılması gerektiği vurgulanıyor.

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNDEN ANAYASA TASLAĞI
2000'li yıllardan itibaren siyasi partilerin yanı sıra sivil toplum kuruluşları da birçok anayasa önerisi hazırladı ve bunlar farklı zamanlarda kamuoyuna duyuruldu. Bu kapsamda Türkiye Barolar Birliği (TBB) 2001'de hazırladığı anayasa taslağını 2007'de güncelleştirdi ve son şeklini kamuoyuyla paylaştı. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) de 2000'de hazırladığı anayasa taslağını basın aracılığıyla kamuoyuna sundu. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ise 1996'da Prof. Dr. Bülent Tanör tarafından hazırlanan ve 2006'da Prof. Dr. Zafer Üskül tarafından güncellenen 'Türk Demokrasisinde 130 Yıl' isimli rapor yayımladı. Raporda anayasaya ilişkin önerilen hususlar, daha sonra taslak haline getirilerek kamuoyuna sunuldu. Yine 2007'de Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) anayasa taslağı hazırladı. Konfederasyon bu taslağı referandum öncesinde Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'e sundu. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden hemen önce AK Parti'nin talebi üzerine anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ergün Özbudun başkanlığında oluşturulan Bilim Kurulu da günlerce Türkiye'nin gündeminde kalan anayasa taslağının hazırlamıştı.

26 Kasım 2010 Cuma

ASKERİ VESAYET AÇIĞA MI ALINDI, EMİN DEĞİLİM / İsmet Berkan

HALEN yargılanacağı günü bekleyen iki general ve bir amiralin bakan emriyle açığa alınmaları dün bütün gazetelerin manşetlerindeydi, emin olun bugün de onlarca köşe yazısı bu konuyu ele alacak.

Bazı aceleci yorumlar var, bu üç yüksek rütbeli subayın açığa alınmasının askeri vesayeti sona erdiren sembolik adımlardan sonuncusu olduğunu söyleyen. Ben böyle olduğuna inanmak istesem de, henüz somut veriler bu yorumları doğrular nitelikte değil.

Sivilleşme veya askeri vesayetten kurtulma denen şeyin sembolizmle değil hukukla olacağını biliyorum.

Bu nasıl bir iktidar ve onun kontrolundaki parlamentodur ki, ülkeyi sivilleştiriyorum derken hukuki alanda tam tersini yapıp Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını yargılama mercii olarak Anayasa Mahkemesi’ni tercih etmiştir? Üstelik, idari anlamda Emniyet Genel Müdürü ile aynı statüde olması gereken Jandarma Genel Komutanı’nı da yargılama usulü bakımından kuvvet komutanı statüsüne yükseltmiştir?

Buradaki derin çelişki, ‘sivilleşme’ denen işin laf seviyesinde ve sembolizmde yapıldığını, hukuk düzeyinde ise Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının (Jandarma komutanıyla birlikte) başbakan ve bakanlarla eşit düzeye getirildiğini göstermekten başka bir anlama gelmiyor.

Kaldı ki, dün iktidara pek de uzak olmayan bir gazetemizde yazıldığına göre, aslında bu açığa alma işlemleri ‘Komuta zincirini etkilememek’ ve ‘İki başlı komuta olmasın’ denilerek yapılmış işlemler. Yani, bu üç yüksek rütbeli asker Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nden aldıkları terfi kararlarıyla komuta zincirini bozabileceklerdi, açığa alınma işlemi bundan yapıldı.

Eğer bu son iddia doğruysa, sivilleşme lafları iyice havada kalır.

Şunu bilir şunu söylerim: Sivilleşme veya askeri vesayetin kaldırılması, dünyanın en zor işi değil. Anayasanızı, yasalarınızı, yönetmeliklerinizi adam gibi tararsınız ve askerin kendi görev alanının dışına çıkmasına yardımcı olan her şeyi temizlersiniz, olur biter.

Bu temizlik yapılmadıkça, yasalarımızda asker sadece yurt savunmasını yapan değil aynı zamanda cumhuriyeti korumak kollamakla da görevli bir kurum sayılmaya devam ettikçe askeri vesayet de bitmez, şekil değiştirir belki ama bitmez.

Cemal Tural’ı hatırlayan yok mu?
SÜLEYMAN Demirel, 1969 yılında, ben daha beş yaşındayken, ülkenin kudretli Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ı görevinden almıştı. Görevden alma sebebi, Tural’ın darbe hazırlıkları içinde olmasıydı.

Bu hamle o zamanlar, aynen şimdiki gibi, ‘sivilleşme’nin ve ‘askeri vesayetten kurtulma’nın bir adımı gibi görülmüştü, ki öyleydi.

Ama bir kişinin görevden alınması semboldür, o göreve geleceklerin bir daha aynı yola girmemelerini sağlayacak düzenlemeler yapmak ise hukuk.

1969’daki bu ‘dev’ sivilleşme hamlesinden sonra göreve gelen Genelkurmay Başkanı 12 Mart 1971 muhtırasını verdi.

70’lerin sonlarında bir başka ‘sivilleşme’ hamlesi daha yaptı Demirel, istediği kişinin (Ali Fethi Esener) kuvvet komutanı yapılmasını engelleyen Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile inatlaştı, sonuçta sırada bekleyen çok sayıda orgeneral emekli oldu, Kenan Evren’e Genelkurmay Başkanlığı yolu açıldı.

O Evren de 12 Eylül darbesini yaptı.

O yüzden diyorum, sivilleşme, askeri vesayetten kurtulma, demokratikleşme kişilerle değil hukukla olur, diye.

SİVİL OTORİTE VE ASKERİ YARGI / Taha Akyol

HÜKÜMET bakan imzasıyla üç generali (biri amiral) açığa aldı. Şüphesiz buna yetkisi var ama, bu üç generalin sırf yargıya gittikleri için açığa alındıkları söylenerek sert eleştiriler yapılıyor.

Bu üç generalin ismi 5 ay önce açıklanan Balyoz iddianamesinde geçiyor. Buna rağmen ağustostaki Askeri Şûra’da asker üyelerin oylarıyla terfilerine karar verilmişti. Hükümet ise buna uymayarak terfi kararnamesine bu üç ismi koymayarak terfilerini engellemişti.

Üç general bunun üzerine Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne (AYİM) gitmişler, mahkeme yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Bu kararın iki ay içinde uygulanması, yani hükümetin bu üç generali terfi ettirecek bir kararnameyi çıkarması gerekiyordu.

İki ay dolmak üzereyken hükümet bakan imzasıyla üç generali “açığa aldı”, böylece terfilerini yine önledi...

Bu özete bakarak “hükümet yargıya gidişi cezalandırdı” demek mümkün. Halbuki...

Sorun YAŞ’ta başladı

Temel hukuki mesele şudur: Yüksek Askeri Şûra’da alınan kararlar, hükümeti bağlayıcı mıdır? Hükümetin işi “noter” gibi onaylamak mıdır?
Eğer böyle ise, komutanların terfilerinde hükümetin hiçbir “takdir” yetkisi yoktur!

AYİM böyle düşünmüş, YAŞ’ı “karar organı”, hükümeti ise “noter” gibi görmüştür. YAŞ’ta terfi ettirilen generallerin hükümet tarafından kararname ile terfi ettirilmemesini yanlış bulmuş, yürütmeyi durdurma kararı vermiştir.

Rejimle ilgili tarafı
Halbuki YAŞ kararları otomatikman uygulanabilir kararlar değildir. YAŞ kararları ancak hükümetin hazırlayacağı kararname ile “tekemmül” eder ve “icra” kabiliyetini kazanır.

“Sivil otoritenin üstünlüğü” şeklindeki temel anayasal kural bunu gerektirir. Meselenin “rejim”le ilgili tarafı buradadır!
Fakat AYİM, hükümetin kararname hazırlama yetkisini noterlik işlemi gibi görerek yürütmeyi durdurma kararı verdiği için, hükümetin iki ay içinde bu üç generali terfi ettirmesi gereği ortaya çıkmıştır.

Buna karşılık, iki ay dolmadan, hükümet diğer bir yetkisini kullanarak üç generali “açığa” almıştır. “Açığa alınmış” bir general yasaya göre terfi ettirilemez. Böylece başa dönülmüş, YAŞ’ta alınan “terfi” kararı, hükümet tarafından bu defa da “açığa alma” yoluyla etkisiz hale getirilmiştir.
Hükümet YAŞ’ın noteri olmadığı için işlem hukuka uygundur, hükümet “takdir yetkisi”ni kullanmıştır.

Balyoz’daki diğer isimler
Balyoz iddianamesinde ismi geçen 9 muvazzaf generalden hükümetin sadece üçünü açığa alması da eleştiriliyor.
Halbuki bunun sebebi, bu 9 generalden sadece üçünün YAŞ’ta terfi ettirilmiş, diğer 6’sının YAŞ’ta terfi ettirilmemiş olmasıdır.

Bir ‘ayırım’ sorunu varsa, bu YAŞ’ta yapılmıştı.
Hükümet YAŞ’ta üç generalin terfi ettirilmesini önlemek için önce onları kararname dışında bırakmış, mahkeme “yürütmeyi durdurma” kararı verince de “açığa alma” işlemiyle yine terfilerini engellemiştir.
Mesele eşitlikse, hiçbiri terfi ettirilmeyerek eşitlik sağlanmıştır.

Son söz yetkisi
Özü şudur: YAŞ hükümetin üstünde bir karar organı mıdır?! Siyaseten sorumlu hükümet ise “noter” gibi bir onay makamı mıdır?! O zaman buna sivil rejim denilebilir mi?!

Halbuki hukukta ve siyaset teorisinde “ordunun göreceli özerkliği” kuralı gereğince, evet, ordu iç düzenini kendi yönetir ama sivil otorite “noter” değildir, son sözü söyleyecek “takdir” makamı hükümettir!

Obama, Afganistan’daki Amerikan birliklerinin komutanı Org. McChrystal’i, sırf Afganistan politikası hakkında birkaç eleştirel laf etti diye görevden almadı mı?

Dahası, Obama bir “iddianame” hazırlanmasını bile beklememişti.

Demokrasi diyorsak, kural budur. Bu anlayışın yerleşmesi, hükümet-asker ilişkilerini daha sağlıklı hale getirir.

Bahçeli'den açığa alınan 3 general açıklaması

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, üç generalin açığa alınmasını, “Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yüksek moralini, çalışma düzenini, Türkiye'nin en fazla birlik beraberliğe ve ülke bütünlüğüne ihtiyaç duyulduğu bir ortamda sarsmak zannediyorum birilerine hizmet etmek olmaktadır” sözleriyle değerlendirdi.

Antalya'daki programı için karayoluyla seyahat eden Bahçeli, cuma namazını Ankara'nın Polatlı ilçesindeki Çarşı Camisi'nde kıldı.

Namaz sonrası gazetecilerin, 3 generalin açığı alınmasıyla ilgili soruları üzerine Bahçeli, “Türk Silahlı Kuvvetleri'nin aşırı derecede yıpratılması yönünde çok yönlü bir propaganda uygulanmıştır” dedi.

TSK'nın bu milletin bir eseri olduğunu belirten Bahçeli, “Özellikle Güneydoğu Anadolu'da mücadele vermiş komutanlar üzerinde yıpratıcı ve zulme varan yaklaşımlar” bulunduğunu ifade etti.

Bahçeli, “Siyasi iktidar her türlü mücadelesini hukuk yoluyla yürütmeli ama hukuka saygı duymadan birtakım adımlar atması yanlış sonuçlar doğurabilir. O bakımdan siyasi iktidarı Milliyetçi Hareket Partisi olarak uyarmak istiyoruz” diye konuştu.

Bir gazetecinin “hükümet ile asker arasında restleşme” olduğuna dair haberler çıktığını belirtmesi üzerine Bahçeli, şunları söyledi:

“Silahlı kuvvetler ile milletin hiçbir ferdinin ne restleşme şansı vardır ne imkanı vardır ne de gücü vardır. Bunlar çok yanlış ifadelerdir. Bu ifadeleri televizyonlarda kullananlar zaten silahlı kuvvetleri yıpratmak için görevlendirilmiş insanlardır, bu biline. O sebepten dolayı bu tür kavramları kullanmamak lazımdır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yüksek moralini, çalışma düzenini, Türkiye'nin en fazla birlik beraberliğe ve ülke bütünlüğüne ihtiyaç duyulduğu bir ortamda sarsmak zannediyorum birilerine hizmet etmek olmaktadır.”

Devlet Bahçeli, terör örgütünün eylemsizlik kararına ilişkin soruyu da “Bu gaflete siyasi iktidar düşmüştür, onlar da bundan cesaretlenmişlerdir. Bize göre zırvadır bunlar” diye yanıtladı.

‘Üç general’ / Murat Belge

Kasım ayını tamamlarken, gazetelerin, TV kanallarının “bomba” ve benzeri sıfatlarla andıkları “general” haberi gündeme düştü. İspanya İç Savaşı’nın bugün de hatırlanan en ünlü şarkısının (marşının) adı geldi aklıma “Los Quattros Generales” (“Dört General”). Bizim Türkiye folklorunda da bundan böyle bir “Los Tres Generales” şarkısı olabilir.

“Bomba”, çağrışımları “infilâk”, “titreşim” şu bu. Oysa bizi milletçe bu kadar titreten bu eylemi mümkün kılan yasa, bin dokuz yüz bilmem kaçtan beri varmış. Bu iki bakan biraraya gelip bir kâğıdı imzalayınca böyle bir şey olabilirmiş. Ama dediğim o meçhul tarihten beri böyle bir olay bu ülkede vuku bulmadığı için, “tarih” de, “yasa” da, yasanın “maddesi” de hepimizce “meçhul” imiş. Tarihte ilk kez bu madde işletiliyormuş.

Madde bizce işletilmemiş, ama dün akşam göz attığım televizyon programlarında bunun bilindiğini, özellikle emekli subaylar (yargıç sınıfı başta olmak üzere) tarafından pekâlâ bilindiğini gördüm. Ayrıca, gene belirtildiği üzere, Genelkurmay’dan da bununla ilgili herhangi bir tepki gelmemişti.

Tabii tepki CHP’den geldi. Kemal Anadol’u “İşte bu da ‘sivil’ darbe” derken gördüm ekranda. Şaşıracak, yadırgayacak bir şey yok CHP’nin bunu yapması gerekiyor; CHP’nin bunu yapması için açılacak ağızlardan birinin Kemal Anadol’unki olması mutlaka gerekiyor. Yıllarca CHP’nin “backbencher”ı, partinin ılımlı çizgisinin ötesinde, “sıkı solcu”su Kemal Anadol bugün cihet-i askeriyenin Türkiye’nin siyasi hayatındaki geleneksel hegemonyasının, sultasının eksilmemesi için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor.

Şu ortamda benim gördüğüm resim o ki, değişen dünyada bu yeni konjonktürde, “askerî darbe” denen geleneğin bir yeri kalmadı. Birileri çok istiyor, yerinde duramıyorsa, elbette yapılabilir bir darbe. Ama yapmasından daha zoru, yapılan darbeyi, onun getirdiği rejimi sürdürmek. Gene gördüğüm resimde Türkiye’nin Silahlı Kuvvetleri’nin bunu anladığı ve buna göre davrandığı izlenimini ediniyorum. Ama galiba CHP bunu henüz anlamadı ve ondan da önemlisi, buna razı olamadı. Bu, yalnız önceki, şimdiki, olacaksa yarınki yönetimiyle falan değil, yani yönetim kademelerinin siyasî seçimleriyle ilgili olarak değil, geçenlerde Alper’in yazdığı gibi, tabanıyla böyle.

Askerlerin toplumun tamamını yönetmeye alıştıkları ülkelerde, örneğin Franco’nun İspanya’sında, gün gelir, bu rejimin değişmesi gerekir. Sorun, o ülkenin kendine özgü diktatörlüğünden kurtulup dünyanın “normal” ülkeleri arasına katılması sorunudur. Buna toplum karar vermiştir, dünya konjonktürü bunu onaylamıştır vb. Ama o ülkenin askerleri arasında bunu anlamayan, kabul etmeyen, sindiremeyen bireyleri bulunabilir, bulunur da. Bu üç generale işten el çektirilmesi gibi bir olay, yönetme otoritesinin kime ait olduğunu, buna karşı koymaya çalışanlara ve aynı zamanda topluma ilân edilmesiyle ilgili bir olay, bir konudur.

Yunanistan’da Andreas Papanandreu bir gün çok sayıda yüksek rütbeli subayın Yunan Ordusu ile ilişiğini kesmişti. 1967 cuntasının artıkları böyle temizlenmişti. İspanya sivil demokrasiye dönerken “Meclis basan yarbay” olayıyla tanıştı, ama daha sonra İspanyol ordusunda da ciddi bir temizlik yapıldı ve İspanya böylece demokrasisini garanti altına aldı.

Türkiye’de de Silâhlı Kuvvetler’in geçmişini, geleceğini, alışkanlarını biliyoruz. Şimdi bu değişiyor.

Burada bir anlaşma, uzlaşma, bir konsensus var mı? CHP gibi örgütleri kastetmiyorum, ordunun kendisini söylüyorum. Bu soru ve cevabı çok önemli.

Emekli Tümgeneral'den Yine İnciler

Emekli Tümgeneral Akoğuz, YAŞ kararı ile TSK'dan ihraç edilen Binbaşı M. Yavuz Ay'ın kendisi hakkında yaptığı açıklamaları doğruladı.

Millî Güvenlik ve Silahlı Kuvvetler Akademisi Eski Komutanı Emekli Tümgeneral İlhan Akoğuz, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararı ile TSK'dan ihraç edilen Binbaşı M. Yavuz Ay'ın kendisi hakkında Yeni Akit Gazetesi'ne yaptığı açıklamaları doğruladı.

“PİŞMAN OLDUM, DEFTERİNİ DÜRMEDİĞİME…”
1990 yılında Edirne'de Tümen komutanı iken M. Yavuz Ay'ın, eşinin başını açmasını, kendisiyle rakı içmesini ve eşi ve çocuklarıyla eğlence mekanlarına gelmesini istediğini doğrulayan Emekli Tümgeneral İlhan Akoğuz, “Pişman oldum, defterini dürmediğime… Benim dönemimde üsteğmendi, binbaşılığa kadar yükselmiş. Onun yaptığı çok ayıptır..” dedi.

“KARISI ACAYİP GİYİNİYORDU”
Akoğuz, “Karısı acayip giyiniyordu. O arkadaşın hanımı toplumda acayip bir hava estirmişti. Eşi örtülüydü… Acayip giyiniyordu. Çıkarıversin başörtüsünü (…) Efendi gibi çağırmışım, ‘bizim eve eşinle gel' demişim. Çoluk çocuğunu kurtarmak ve istikbalini açmak/istemek kötü mü? Müslümanlık insanın içinde olur” diye konuştu.

1977 senesinde Kara Harp Okulu'na giren M. Yavuz Ay, eşinin başörtülü olması, kendisinin namaz kılması ve içki içmemesi gerekçesiyle 1996 yılında Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararı ile TSK'dan ihraç edilmişti.

Emekli Tümgeneral İlhan Akoğuz, M. Yavuz Ay'ın gazetemize yaptığı açıklamaları değerlendirdi:

“BENİM SÜLALEM HACI”
- Edirne'de görev yaparken tümen komutanı olduğunuz dönemde, üsteğmen M. Yavuz Ay'ı tehdit etmişsiniz ve kendisine; “Eşin başını açacak.. Benimle rakı içeceksin.. Eşinle birlikte orduevine eğlenceye geleceksin.. Çoluk çocuk evime ziyarete geleceksin… Bugüne kadar hiç eğlenceye gelmemişsin. Evime gelmezsen merkez komutanını gönderir, zorla getirtirim. Seni modern olmaya davet ediyorum” demişsiniz... Neden böyle bir teklifte bulundunuz?

- Benim sülalem hacı… Bunlar neden bahsediyorlar? Ispartalıyız, hacı hafızlardır bizim sülalemiz. Babam dahil tümü hacıdır. Bine yakın subay ve astsubay olan tümende, bir üsteğmenin adı olur mu? Gazetedeki haberi okuduğunuzda aklıma geldi. Düşündüm. Böyle bir şey oldu mu, olmadı mı? Aradan yirmi sene geçmiş.

“MÜSLÜMANLIK İNSANIN İÇİNDE OLUR”
- M. Yavuz Ay'a, “Başarılı subay nasıl namaz kılar” demişsiniz?
- Ben, Kars'ta tugay komutanlığı yaptım. Er hocanın arkasında ben bayram namazı kılmış insanım. Müslümanlık bunların keyfine göre değil. Müslümanlık insanın içinde olur. Evime davet etmişim. Karısı acayip giyiniyordu. Gazetede okuduktan sonra aklıma geldi.

“KARI OYNATACAK HALİMİZ YOK YA?”
- M. Yavuz Ay'ı neden eğlenceye çağırdınız?
- Sen hudut birliğini bilir misin? Askerlik yaptın mı? Nerede yaptın?
- Aydın'da…
- Oooo. Kaymak yerler…
- Ağabeyim de Kars'ta yaptı…
- Çok güzel… Onlara sorsaydın hudut birliklerinde psikoloji nedir? Çok önemli… Hudutta beklemek, kurt köpeğiyle anarşist kovalamak kolay değil. Tümende er alay geceleri yapılırdı. Bu geceler 5-6'yı bulurdu. Bu gecelerde general ve albay ayrımı yapılmaz. Askerlere moral vermek için yapılırdı. Karı oynatacak halimiz yok ya? Bugüne kadar hayatımız komutanlıkta geçti.

“EŞİ ÖRTÜLÜYDÜ, ACAYİP GİYİNİYORDU…”
- Moral gecelerine katılmayan er, sorgulanır mı?
- Bine yakın personelim var. Gazino zaten almaz. Alay komutanları ayarlar, kaç kişinin geleceğini bildirir. O arkadaşın, M. Yavuz Ay, toplumda hanımı acayip bir hava estirmişti. Eşi örtülüydü… Acayip giyiniyordu. Subay, astsubay ve general ayırımı yapmazdım. Benim felsefemde erden mareşale herkes askerdir.

“BİNBAŞILIĞA KADAR YÜKSELMİŞ”
- Subay-astsubay yada generalin eşlerinin başörtülü olması sakıncalı mı?
- Ben ona (M. Yavuz Ay) iyilik etmişim. O anda atabilirdim onu. O anda kaydını silebilirdim. Bak binbaşılığa kadar yükselmiş. Benim dönemimde üsteğmendi. Onura etmişim. ‘Çok iyi bölük komutanısın' demişim. ‘Gel oğlum' demişim, milletin içerisinde… Ben tümenden sorumluyum. Eğlenceye gelsin, ne olacak? Komutanların karşısında itibarını kazanır. O kadar düşkün olsaydım, defterini dürerdim. Böyle bir şey yapmadım. Efendi gibi çağırmışım, ‘bizim eve eşinle gel' demişim. Daha ne diyeyim…

“İSTİKBALİNİ AÇMAK KÖTÜ MÜ?”
- General olabilmenin prosedürü bu mu?
- Bu evrelerden ben de geçtim. Bu evrelerden geçerken dikkatli olması lazım. M. Yavuz Ay'a ne demişim? Dört şart neydi?
- “Eşin başını açacak.. Benimle rakı içeceksin.. Eşinle birlikte orduevine eğlenceye geleceksin.. Çoluk çocuk evime ziyarete geleceksin…”
- Daha ne… Çoluk çoğunu kurtarmak ve istikbalini açmak/istemek kötü mü?

“PİŞMAN OLDUM DEFTERİNİ DÜRMEDİĞİME…”
- Başını açmak inancına aykırı bir durum olabilir… Saygı duymak gerekmez mi?
- Pişman oldum, defterini dürmediğime… Yaptığı çok ayıptır.. Ben onu koruyup kollamak için gayret sarf etmiştim.

“ÇIKARIVERSİN BAŞÖRTÜSÜNÜ…”
- Eşlerin başörtülü olması ihraç sebebi sayılıyor…
- Çıkarıversin (başörtüsünü kastediyor) o da…Çıkarıversin… Diyanet İşleri Başkanlığı'nda çalışırsa, başörtüsünü çıkarmasını beklemek abes…
- Diyanet İşleri Başkanlığı da, TSK gibi devlet kurumu değil mi?
- Ben namazı, abdesti ve orucu bilen insanım.

“ASKERİ LOJMANLARDA ANARŞİSTLİK OLMAZ”
- Başörtüsü takılması, inanç özgürlüğü olarak görülmez mi? Saygı göstermek gerekmez mi?
- Kendi başına seçimini yapabilir ama kalkıp da subay ve astsubayların lojmanlarının bulunduğu bölgede toplantılar yapıp, anarşist gibi memleket ve millet aleyhine hareket etmek hiç yakışmadı.

“GAZETE OLARAK DOĞRU YOLDASINIZ”
(…) Siz, (Yeni Akit Gazetesi) gerçekten ufak tefek sapmalarla doğru yoldasınız. Doğru yoldasınız. Müslümanlık suç değil. Başörtüsü diye tutturuldu, senelerdir uyutuluyor millet… Milleti bölmek ve karşı karşıya getirmek anarşizmdir. Anarşist sadece eline tüfek almayla olmaz. Fikren ve zikren olur, her şeyle olur. Millî Güvenlik ve Silahlı Kuvvetler Akademisi komutanlığı yapmışım. Millî Güvenlik Akademisi'nde genel müdür seviyesinde sivil bürokratları eğittim. Onlara da aynı şeyleri söyledim. (…) ‘Bunu Yunan Paşası yapmaz' demişsiniz… Ben ne yapmışım ki… Alayı mı sattım?