31 Mart 2011 Perşembe

CUMHURBAŞKANI GÜL, ORGENERAL KOŞANER'İ KABUL ETTİ

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner'i kabul etti. Çankaya Köşkü'ndeki haftalık olağan görüşme, yaklaşık 1 saat 10 dakika sürdü.

MAYINA KARŞI KORUMALI ARAÇ TESLİMAT TÖRENİ

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, bilhassa öncelik verdikleri alanlarda yerli ürünleri, Türk mühendislerle geliştirmeyi ve ulusal savunma sanayi altyapısını uluslararası boyutlarda rekabetçi bir güç haline getirmeyi, temel hedefleri olarak benimsediklerini söyledi. Gönül, BMC'nin Işıkkent'teki tesislerinde mayına karşı korumalı araç ve 2.5-5-10 tonluk taktik tekerlekli araçların ilk etabının teslim töreninde yaptığı konuşmada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik olarak son yıllarda başlattıkları ve savunma sanayi eliyle gerçekleştirdikleri önemli bir projenin daha sonucuna tanıklık etmekten duyduğu mutluluğu dile getirdi.

Mayına karşı korumalı araç ve 2.5-5-10 tonluk taktik tekerlekli araçların Türk sanayisi eliyle gerçekleştirilmesinin büyük başarı olduğunu vurgulayan Gönül, şöyle konuştu:

''Bilhassa öncelik verdiğimiz alanlarda yerli ürünlerimizi, kendi mühendislerimizle geliştirmeyi ve ulusal savunma sanayi altyapımızı uluslararası boyutlarda rekabetçi bir güç haline getirmeyi temel hedefimiz olarak benimsedik ve gelinen nokta itibariyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin kara platform ihtiyaçlarının tamamının kendi öz kaynaklarımız ile karşılanmasına yönelik somut projeleri hayata geçirmeye hep birlikte muvaffak olduk. Proje çerçevesinde tedariki gerçekleştirilmekte olan 2.5-5-10 tonluk taktik tekerlekli araçların yanı sıra mayına karşı korumalı araçlar ile ülkemizde ilk defa yüksek seviyede mayın ve el yapımı patlayıcılara karşı koruma sağlayan araçlar, Kara Kuvvetleri Komutanlığı envanterine girmeye başlamıştır.''

Gönül, proje kapsamında Kara Kuvvetleri Komutanlığı malzeme ve personelinin süratli ve emniyetli şekilde intikalinin sağlanması, bunun yanı sıra iç güvenlik bölgesinde görev yapanların mayın, el yapımı patlayıcı ve silah etkisinden korunmasına yönelik 4 farklı tipte aracın üretildiğini dile getirdi. 468 mayına karşı korumalı araçtan 37'sinin şubat ayında Kara Kuvvetleri Komutanlığına teslim edildiğini, teslimatların önümüzdeki günlerde süreceğini bildiren Gönül, 706 adet 2.5 tonluk araçtan 364'ünün, 282 adet 5 tonluk araçtan 188'inin, 403 adet 10 tonluk araçlardan ise 268'inin envanterlerine girdiği bilgisini verdi.

Küresel ekonomik krizin yaşandığı bir süreçte yerli sanayiye 600 milyon liralık bir katkı sağlandığını, bu rakamın yaklaşık 150 milyon lirasının da projeye destek olan KOBİ'lere aktarıldığını anlatan Gönül, BMC'den en büyük beklentilerinin askeri taktik araçları alanında dünya markası olmaları olduğunu söyledi.

Başlangıçta bu projenin ithalat projesi olduğunu, Türkiye'nin ithalat yapmayarak BMC'nin de zorlu bir ihale süreciyle bu projeyi gerçekleştirdiğine dikkati çeken Gönül, ''Bu projeyle Türk sanayisine, dışarı gitmesi söz konusu olan 600 milyon lira kriz döneminde destek sağlanmıştır'' dedi.

-BMC SAVUNMA SANAYİ-
BMC Savunma Sanayi ve Özel Projeler Bölüm Yöneticisi Nadi Postoğlu, firmanın yıllık 20 bin araç, 22 bin motor üretim kapasitesi olduğunu, bugüne kadar 304 bin araç ürettiklerini, 700 değişik özellikteki aracı ürettiklerini, kurumun yüzde 100 bağımsız bir Türk savunma sanayi şirketi, tam entegre otomotiv üreticisi olduğunu söyledi.

BMC'nin çeşitli taktik ve lojistik araçlar olmak üzere Türk Silahlı Kuvvetlerine 5 bin civarında araç üreterek teslim ettiğini anlatan Postoğlu, üretilen araçların dağlık bölgede, arazide ve asfalt yolda olmak üzere 50 bin kilometrelik dayanıklılık testine tabi tutulduğunu, BMC askeri araçlarının Türk Silahlı Kuvvetleri'nin dışında Pakistan, Makedonya, Gürcistan, Azerbaycan, Arnavutluk, Kırgızistan, Bosna Hersek, Bangladeş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Yemen, Afganistan ordularında, Birleşmiş Milletler ve dünyanın değişik yerlerinde hizmet verdiğini kaydetti.

-BİR ARACA 4 MAYIN TESTİ UYGULANDI-
Normal şartlarda bir araca bir mayın testi uygulanırken, kendilerinin aynı araca 4 mayın testi uyguladıklarını vurgulayan Postoğlu, ''Bu testten başarıyla geçtik. Bu da aracın güvenilirlik derecesinin üstünlüğünü gösteriyor'' dedi.

Nadi Postoğlu, şöyle konuştu: ''BMC-Kirpi Mayına Karşı Korumalı aracındaki ana hedef, NATO ülkelerinin Irak ve Afganistan'daki operasyonlarda kullandığı ve deneyimlerinden geçen araçlardan daha üstün bir araç üretmektir. BMC Mayına Karşı Korumalı Araç, NATO standartlarına göre mayın ve balistik tehlikelere karşı gerekli korumaları sağlamaktadır. Aynı zamanda motor altının da koruması sağlandığı için herhangi bir mayın tehdidine maruz kalan aracın kısa sürede onarılarak görevine devam etme yeteneğine sahiptir. Koltuklar mayın patlaması anında basınca absorbe eden özel askı sistemiyle donatılmıştır. Tankla muharebe edecek bir zırhlı savaş aracı olarak da kullanılabilmektedir.''

BMC-EFE 2.5-5-10 ton taktik tekerlekli Araçları hakkında da bilgi veren Postoğlu, 2.5 ve 5 ton araçların dolu bir depoyla 1000 kilometre, 10 tonluk aracın ise 800 kilometre yol gittiğini sözlerine ekledi.
-DİĞER KONUŞMALAR-
Savunma Sanayii Müsteşarı Murat Bayar, BMC ile yaklaşık 2 yıl önce imzalanan protokol gereğince, toplam 2 bin 720 taktik tekerlekli aracı tedarik ettirdiklerini, şu anda ilk etapta 37 aracın tesliminin gerçekleştirildiğini kaydetti.

Mayına karşı korumalı araçlar ile 2.5-5-10 tonluk taktik araçların zorlu testlerinin tamamlandığını, testlerin NATO seviyesinde yapıldığını anlatan Bayar, bu projede yüzde 70'lere varan yerli katkı oranının olduğunu, ülke genelinden yaklaşık 450 KOBİ'nin bu araca parça yapıp katkı sağladığını ifade etti. Bayar, ''Bu tamamen ülkemizde üretilmiş bir başarıdır'' dedi. Çukurova Holding ve BMC Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Emin Karamehmet, BMC'nin savunma sanayi alanında büyük atılımlar yaptığını, üretilen araçların büyük bir başarı olduğunu, holding olarak ülkenin milli menfaatleri doğrultusunda her türlü desteği vermeye hazır olduklarını söyledi.

Konuşmaların ardından Çukurova Holding Yönetim Kurulu Başkanı Karamehmet, Vecdi Gönül'e ''Kirpi'' adı verilen mayına karşı korumalı araçların sembolik maketini verdi. Gönül ve beraberindekiler daha sonra araçları inceledi.

MİLLİ SAVUNMA BAKANI GÖNÜL, ŞEHİT AİLELERİNİ ZİYARET ETTİ

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, ''Şehit olanların ahlakına, özel hayatına bakın, bunun bir nasip olduğunu görüyoruz'' dedi.

Bakan Gönül, İzmir Şehit Aileleri, İnsan Hakları ve Yardımlaşma Derneğini ziyaret etti. Dernek Başkanı Yavuz Alphan, ziyarette yaptığı konuşmada, 12 Eylül'de kabul edilen referandumdaki şehit ve gazilerle ilgili yapılan pozitif ayrımcılıktan dolayı hükümete teşekkür etti. Şehit ailelerinin sıkıntılarından bahseden Alphan, OHAL bölgesinde şehit olan bir askerin durumuyla başka bir yerde şehit olan askerin haklarının farklı olduğunu savundu.

Alphan şöyle konuştu:
''Depremde çocukları şehit olmuş aileler hiçbir hak alamıyor. Kadifekale Şehitliği'nde yatıyor ama şehit haklarından yararlanamıyor. Hakkari'de askeri araç kaza yapıyor, asker şehit oluyor, aile bütün haklardan yararlanıyor. İzmir'de askeri aracın kazası sonrasında şehit olan kişinin ailesi hiçbir hak alamıyor. Bu bizi üzüyor. Bu ayrımın ortadan kalkmasını istiyoruz. Ayrıca şehit yakınına tanınan bir kişilik iş hakkının ikinci kişiye de verilmesini istiyoruz.''

-BAKAN GÖNÜL-
Bakan Gönül ise şehitlerin şehitliğine insanların karar vermediğini, Allah indinde o kişilerin şehit olduğunu belirterek, ''Şehit olanların ahlakına, özel hayatına bakın, bunun bir nasip olduğunu görüyoruz'' dedi. İstiklal Savaşı şehit ve gazilerinin şu anda gündemden düştüğünü, son gazinin de hayatını kaybettiğini, şu anda Kıbrıs, Kore, Güneydoğu şehit ve gazileriyle bir de harp malulü gazi ve şehitlerinin olduğunu, kapsam geniş olunca daha derin bir çalışma yapmak gerektiğini kaydetti. Konuyla ilgili düzenlemenin bu yasama dönemine yetişmediğini, ilk fırsatta bunların gerçekleştirileceğini dile getiren Bakan Gönül, şöyle konuştu:

''Hangi ölçüde bunlar gerçekleştirilir. Ben burada tarafım. İstiyorum ki hepsi gerçekleşsin. Ama karşımızda Maliye, karşımızda başka teşkilatlar var. En haklı sebeplerden biri de ikinci iş. İkinci işe hayır diyen yok. Bu konuda yaşanan uygulamanın getirdiği sıkıntıları aşmak istiyoruz. Askeri personel şehit oluyor. Kardeşleri var. Deniyor ki 'Kardeşleri boşta. Gelin hanım sen hakkını kardeşlerine ver.' Zaman geçiyor gelin hanım çalışmak istiyor. Daha kötüsü çocuk büyüyor. Çözmeye çalıştığımız problem bu. Bunları kanuna yazmak kolay değil.''

Kozinoğlu ve Oda TV

Kaşif Kozinoğlu'nun ismini, ilk defa, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya ile yaptığı konuşma, kamuoyuna yansıyınca duymuştum. Özkaya ve Kozinoğlu, müteahhit Süha Hakkı Şen aracılığıyla bir araya gelmişti. Özkaya'nın ifadesine göre, Kozinoğlu, Alaaddin Çakıcı davasıyla ilgili bilgi almak istemişti ve "Çakıcı hapse girer veyahut yurtdışına kaçarsa, bazı önemli kasetlerin temin edilemeyeceğini" Yargıtay Başkanı'nasöylemişti. Özel Harpçi emekli Binbaşı Kaşif Kozinoğlu, yıllardır MİT'te çalışıyordu. Çakıcı'nın yakını olarak biliniyordu. Ayrıca, Doğu Perinçek'in iddiasına göre, Özbekistan ve Çin'de darbe girişimleri organize etmişti. Gene eski bir MİT'çi olan Mehmet Eymür'ün eşi Janset ise, Akın Birdal suikastında, azmettirici olarak Mehmet Cemal Kulaksızoğlu'nun yanı sıra, Kaşif Kozinoğlu'nun da ismini vermişti. Oda TV baskınında, Kozinoğlu adı gene ön plana çıktı.

Oda TV'ye ait bir bilgisayarda "Kozinoğlu3" başlığını taşıyan bir klasör ele geçirildi. Bunun içinde "hizmete özel" ve "gizli" ibareli belgeler bulunuyordu. "Koz.doc" isimli Word dokümanında şöyle yazıyordu: "Rusya ve Özbekistan'daki cemaat operasyonları hakkında Kozinoğlu'ndan gelen belgeleri mutlaka gündeme taşıyalım."

Kozinoğlu da, Savcı Zekeriya Öz'ün sorgulaması sırasında, tıpkı Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi, Soner Yalçın'ı tanımadığını söyledi. Aynı sorguda, Kozinoğlu'nun Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy'la yakın ilişkisi olduğu da ortaya çıktı. Kozinoğlu, Ulusoy için, "Ağabeyim gibi görüştüğüm bir insandır" dedi.

Eğer konuyu biraz daha kurcalamak istersek, şu hususu hatırlatmakta da yarar görüyorum. Meşhur Danıştay saldırısında (17 Mayıs 2006), güvenliğin Oyak tarafından sağlandığı, ama, kameralar arızalı olduğu için, sistemi kuran Oyak Güvenlik Şirketi'ne bakıma yollandığı, 3-17 Mayıs arasında kayıt yapılamadığı belirtilmişti. "Bu ne biçim tesadüf" diye herkes şaşırmışken, sonraki aylarda bir başka bilgiye daha ulaşıldı. Danıştay davası, Ergenekon ile birleştirilince, dosya İstanbul'daki Özel Yetkili 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne intikal etti. Mahkeme, saldırı gününe ve öncesine ait kamera kayıtlarını Oyak'tan talep edip, Tübitak'a inceletti. Tübitak, "Kameralar arızalı" denilen tarihlerde kayıt yapıldığını, kayıtların bir kısmının silindiğini tespit etti. Özellikle, 16 Mayıs 2006'da, saldırıdan bir gün önce, 19.47 ile 19.50 arasındaki bir zaman aralığında yapılan kayıtlar, geri döndürülemez şekilde silinmişti. Acaba olaydan bir gün önce, Alparslan Aslan, Danıştay'a keşif yapmaya yanında biriyle mi gelmişti?

Bütün bu karışık olaylarda ipucu olsun diye bir başka bilgi daha verelim: Oyak Güvenliğin Genel Müdürü emekli Albay Orhan Çoban, Kaşif Kozinoğlu'yla birlikte, hem Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda, hem de MİT Müsteşarlığı'nda çalıştı.

Parça parça olayları birleştirebilirseniz, belki puzzle'ı çözebilirsiniz.

"İzmir üs değildir"

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, ''İzmir'deki hava kontrol merkezi üs değildir, bir karar mekanizmasıdır. İzmir herhangi bir ülkenin veya NATO'nun hava üssü durumunda değildir. Bundan sonra da olmayacaktır'' dedi.

Bakan Gönül, İzmir programı kapsamında AK Parti İzmir İl Kadın Kolları Başkanı Özen Kızılırmak'ı ziyaret ederek görevinde başarılar diledi ve plaket verdi. Partilerinin, kadınların temsiline önem verdiğini anlatan Bakan Gönül, partinin iç tüzüğünün yazılışına en önemli katkıyı kadınların sağladığını kaydetti.

Hükümetleri döneminde kadınlarla ilgili sorunların çözümünde önemli mesafelerin alındığını dile getiren Gönül, TBMM'de temsil edilen kadın oranının ''en yüksek seviyede olduğunu'' belirtti.

Bakan Gönül, Ömer Cihat Akay'ın partinin il başkanı seçim çalışmalarını yürüteceğini, Kızılırmak'ın da kadın kolları başkanı olarak yerinin belli olduğunu ifade ederek, ''Bizim ne olduğumuz belli değil: ama ne olursa olsun gönüllerimiz bir'' dedi.

LİBYA'YA YÖNELİK OPERASYON
Bakan Gönül, gazetecilerin Libya'ya yönelik operasyonla ilgili sorusu üzerine, NATO'nun bir savunma teşkilatı olduğunu, bu teşkilatın karar mekanizmalarının bulunduğunu anımsattı.

Temenni etmemelerine rağmen Libya'da ''iç harp manzarasının yaşandığı görüntüsünün oluştuğunu'' belirten Bakan Gönül, şunları söyledi:

''Bundan fevkalade rahatsızız. Bildiğimiz gibi Libya konusunda 3 aşamalı karar alınmıştı. Bunlardan birincisi insani yardım, ikincisi silah ambargosu, üçüncüsü hava uçuşlarının yasaklanması.

Biz Türkiye olarak ikisine dahiliz, insani yardım ve silah ambargosu. Silah ambargosunda beş gemimiz şu anda o bölgede, birisi de hareket halinde. Bir denizaltımız vazifelendirilmişti. Altı da savunma uçağımız göreve hazır, üssünde beklemektedir. Bunlar silah ambargosuyla ilgili. İnsani yardım konusunda ise çatışmalar henüz devam ettiği için bütün hazırlıklar yapılmış olmasına rağmen buna ulaşabilmiş değiliz.''

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla oradaki yaralıların Türkiye'de tedavisinin öngörüldüğünü ifade eden Bakan Gönül, şunları kaydetti:

''Bunda İzmir'e görev verilmiş olmasından memnuniyet duyuyoruz. İzmir'in hem personeli, hem donanımları itibariyle bu işi hakkıyla yapacak kapasiteye, kabiliyete sahip olduğundan şüphemiz yoktur.

İzmir'deki hava kontrol merkezi üs değildir, bir karar mekanizmasıdır. İzmir herhangi bir ülkenin veya NATO'nun hava üssü durumunda değildir. Bundan sonra da olmayacaktır. Bir karar mekanizmasıdır.''

Bakan Gönül, başka bir soru üzerine İzmir Serbest Bölgesi'ne F-35 motorlarının üretim fabrikasının kurulacağını, bunun da İzmir sanayisine, teknolojisine, iş hayatına önemli hizmet vereceğini sözlerine ekledi.

Zirve katliamı / Derya Sazak

Kamuoyunun gazeteci Ahmet Şık’a ait henüz basılmamış kitabın bilgisayar kopyalarının toplatılmasına odaklandığı günlerde, Malatya’da dört yıl önce gerçekleşen “Zirve Yayınevi Katliamı”yla ilgili önemli bir gelişme, “İmamın Ordusu” operasyonunun gölgesinde kalmıştı. İlahiyat profesörü Zekeriya Beyaz’ın da yer aldığı “misyonerlik” üzerine kitap yazmış kişilerin evlerinde dün yapılan aramayla, Zirve olayı da yeniden gündeme taşınmış oluyor.

Zirve katliamı; Trabzon’da rahip Santora ile başlayan Hrant Dink’le devam eden, Malatya’da 3 kişinin hunharca katledilmesiyle doruğa çıkan “üçleme”nin son halkasıdır.

Bu cinayetlerin ortak özelliği “jandarma” bölgesinde organize edilmeleridir.

Hrant Dink’i öldürmek üzere Pelitli’de örgütlenen çetenin varlığı jandarmanın günlük istihbarat raporlarına geçmesine karşın, Ankara ve İstanbul arasında emniyet istihbaratı ve MİT’i de içine alan bir dizi yazışma ve ihmal sonucu “devlet” gözetiminde bir cinayete dönüşmüştür.

Aşırı milliyetçi, ırkçı, rahip Santora ve Zirve Yayınevi katliamında gözleneceği gibi “misyonerlik” faaliyetlerini önleme adına geliştirilen ulusalcı söylem, “ülke bütünlüğüne yönelik tehditleri” bir nefret ve linç ortamına dönüştürerek seri cinayetlere zemin hazırlamıştır.

Misyonerlik faaliyetlerinde bulundukları savıyla Zirve Yayınevi’nde öldürülen üç kişiyle ilgili operasyonda kamuoyuna yansıyan bilgiler çarpıcıydı.

Dönemin Malatya İl Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Mehmet Ülger, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden bir öğretim üyesiyle birlikte tutuklandı. Star gazetesi tutuklamaların Zirve Yayınevi katliamıyla bağlantısı iddialarını gündeme getiren bir yayım yaptı. Albay Mehmet Ülger ve ekibinin o dönemde sahte bazı istihbarat raporları üzerinden “katliamın sorumluluğunu hükümete yıkmaya çalıştıkları” öne sürülmekte. Bu raporlar, askeri casusluk soruşturması kapsamında Gölcük Donanma Komutanlığı’na yapılan baskında ele geçirilmiş.

Malatya’da görev yapan jandarma alay komutanının hayali “misyonerlik grupları” kurduğu yönünde iddialar var. “Ortadoğu Hıristiyan Birliği” ve “Kürdistan Kiliseler Birliği” bu sahte oluşumlardan birkaçı olarak gösterilmekte. Misyonerlik faaliyeti yapan bu kuruluşların Doğu Anadolu’da bir Kürt Devleti kurmak için “PKK, AKP ve Gülen Cemaati”yle birlikte çalıştıklarına ilişkin “istihbari bilgiler” de raporlara yansımış.

Emekli Albay Mehmet Ülger’in tutuklanmasıyla birlikte Zirve Yayınevi katliamıyla ilgili dosya da yeniden açıldı.

Malatya Trabzon hattındaki bağlantılarla bir “köprü” kurulmak isteniyor.

Hasdal’da o gece neler oldu?

Avrupa Konseyi Türkiye'ye 'o geceyi' sordu...
Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi 2008'de Hasdal Cezaevi'nde çıkan yangında iki tutuklu askerin şüpheli ölümüyle ilgili Ankara'dan otopsi raporlarını istedi...

İşkenceyi Önleme Komitesi askeri cezaevi Hasdal’da genel durumu iyi buldu. Bir şikâyetin bulunmadığının altını çizdi. Ancak 2008’deki ölümle sonuçlanan iki olay için rapor istedi.

Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT), 4-17 Haziran 2009 döneminde Türkiye’de toplam 41 karakol, cezaevi ve yabancılara yönelik gözaltı merkezini ziyaret ederek hazırladığı rapor, işkence ve kötü muamele uygulamalarındaki azalma trendinin sürdüğünü gösteriyor.Balyoz Davası kapsamında tutuklanan muvazzaf askerlerin de bulunduğu Hasdal Askeri Cezaevi de CPT’nin ziyaret ettiği kurumlar arasında yer aldı. CPT raporuna yansıyan bazı tespitler şöyle:

- İşkence ya da kötü muamele konusunda şikayet yok.

- Materyel koşullar yüksek standarda sahip.

- Günlük bir saat 15 dakikalık açık hava uygulaması dışında haftada iki kez 45’er dakika futbol oynama imkanı var. Açık hava faaliyetleri çeşitlendirilmeli.

- Tutuklular günlerinin büyük bölümünü okuyarak, televizyon seyrederek ya da tahta oyunları oynayarak geçiriyor.

- Sağlık hizmetleri iyi.

- Dış dünyayla temas iyi. Tutuklular istedikleri kadar mektup gönderip, alabiliyorlar. Her defasında bir saatle sınırlı olmak kaydıyla ayda dört kez ziyaretçi kabul edilebiliyor. Haftada bir kez 10 dakika telefonla görüşme hakkı var.

CPT’nin dikkat çektiği belli başlı olumsuzluklardan birini tutukluların avukatlarıyla görüşmelerinin düzenli olarak denetim altında yapılıyor olması oluşturuyor. CPT, müvekkil-avukat görüşmesinin denetime tabi olmadan yapılması gereği üzerinde duruyor. Disiplin cezalarının ilgili tutukluyla görüşülmeden bir askeri yargıç tarafından verilmesi de CPT’nin eleştirdiği unsurlardan birini oluşturuyor. CPT yetkilileri Hasdal Cezaevi’nde Ekim 2008’de koğuşlardan birinde çıkan ve iki tutuklunun ölümüyle sonuçlanan bir yangın hakkında da Türk hükümetinden bilgi ve otopsi raporlarını talep etti. CPT, ölen iki kişiye etkin ilk yardım yapılamadığı ve olay sırasında çok sayıda tutuklunun sopalarla dövüldüğü iddialarını da rapora yansıttı. Türkiye’den CPT’ye gönderilen açıklamada, konuyla ilgili olarak askeri isyan motifli dava açıldığı ancak kovuşturmaya gerek olmadığı yönünde karar alındığı vurgulandı. Ankara, olayda ölen iki tutuklunun eşlerinin Askeri Savcılık kararına itiraz ettiği ve davanın 3. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde karar beklediği bilgisini de CPT’ye iletti.

CPT’NİN BİLGİ İSTEDİĞİ ÖLÜM OLAYLARI
Hasdal Askeri Cezaevi’nde adi suçlardan tutuklu mahkumların kaldığı koğuşta 1 Ekim 2008’ geceyarısı çıkan yangın sonucu, gasp suçundan tutuklu er Murat Çömez ve askerden firar suçundan tutuklu er Mecit Akkaya hayatını kaybetmişti. Sabaha karşı aynı koğuşta yatan 6 mahkûm arasında yaşanan kavga sonrası tutuklular birbirini darp etmiş, tutuklulardan biri koğuşu ateşe vermişti. Çömez ve Akkaya’nın dumandan zehirlenerek öldükleri bildirilmiş, ancak aileleri bu konuda yetkililerden açıklama istemişti.

Öldürüldü kuşkusu!

Askerî savcılık olayla ilgil idari ve adli soruşturma başlatırken, Çömez’in eniştesi Sinan Özcan “Bilgi istediğimizde ‘Olayın çıkış nedenine ilişkin askeri soruşturma bitmeden bilgi veremeyiz’ dediler. Biz Murat’ı gördük, vücudunda herhangi bir darp izi yoktu” demişti.

Baba Rıza Çömez ise oğlunun cesedinde herhangi bir yara izi olmadığını belirtmişti. Olayda ölen diğer asker Akkaya’nın eşi Nurhayat Akkaya ise, kocasının gardiyanlar tarafından öldürüldüğünü öne sürmüştü.

Libya muhalefetini silahlandırma düşünülüyor / Fikret Ertan

Koalisyon güçlerinin Kaddafi güçlerine karşı 10 gün önce başlattıkları hava saldırılarının geçici sonuçları bunların bazı bakımlardan yeterli, bazı bakımlardan ise yetersiz kaldığını gösteriyor.

Saldırıların sivilleri korumada tam olmasa da belli bir yeterlilik düzeyine eriştikleri söylenebilir. Nitekim, Bingazi çevresindeki Kaddafi güçlerine karşı neredeyse son anda düzenlenen saldırıların bu şehri çok muhtemel bir katliamdan kurtarmış olduğunu bugün hiç kimse reddetmiyor. Benzer durumlar başka yerler için de elbette ileri sürülebilir. Zaten bu saldırıların caydırıcılığı sayesinde Kaddafi güçlerinin elleri ve kollarının belli bir ölçüde bağlanmış olduğuna hiç şüphe yok. Bu yüzden de yapmak istediklerini tam yapamıyorlar.

Ne var ki, buna rağmen bunlar muhaliflerin ellerindeki yerleri geri almak, buralarda kendi otoritelerini yeniden tesis etmek için ellerinden geleni yapmaktan da geri durmuyorlar. Nitekim, bu yüzden muhaliflere saldırmaya devam ediyorlar.

Muhalifler ise bu saldırıları zaman zaman geri püskürtüyor, zaman zaman da karşılarındaki ateş gücünün şiddet ve ağırlığı karşısında geri çekiliyorlar. Nitekim, bu sebeple son birkaç gündür bazı yerleri terk etmiş bulunuyorlar.

Bu durum muhalefeti destekleyen Koalisyon'un hiç hoşuna gitmiyor elbette. Bundan dolayı da hava saldırılarının savaşı tersine çevirmeye yetmediğini görerek başka tedbirler arayışı içine girmiş bulunuyor.

Bunların başında da muhalefete silah sağlamak, böylece Kaddafi güçlerinin silah avantajını bu şekilde azaltmak geliyor. Esasen muhalefet de çoktandır dışarıdan silah talep ediyor. Nitekim, en son önceki günkü Londra Konferansı sırasında muhalif hareketin cephesi durumunda olan Libya Geçici Milli Konseyi'nin medya sorumlusu Mahmut Şammam basın toplantısında bu taleplerini açıkça şöyle ilan etmiş bulunuyor:

"...Libya cadde ve şehirlerini gösteren haberlerden de görüleceği gibi halkımızın elindeki silahların hafif silahlar oldukları aşikar. Normal arabalara monte ettiğimiz makineli silahlarla savaşıyoruz. Bizim silahımız yok. Zaten olsaydı birkaç gün içinde Kaddafi'nin işini bitirirdik. Ama ne yapalım, silahımız yok. Biz silahtan çok siyasi destek talep ediyoruz. Ancak ikisi de olursa, bu muazzam olur."

Libyalı muhaliflerin silah talepleri baştan hiç dikkate alınmadıysa da bugünlerde Koalisyon ülkeleri liderleri tarafından dikkate alınmaya başlanmış bulunuyor. Nitekim, Başkan Barack Obama, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague, Londra Konferansı'nın hemen ardından silah konusunda önemli mesajlar veriyorlar.

Başkan Obama, "Bu konuda her şey masada; konu ne ihtimal haricinde ne de dahilinde. Bu konuda değerlendirmelerimiz devam ediyor." derken Bayan Clinton ise 'bu konuda henüz bir karar vermediklerini; ancak silah ambargosu kararına rağmen Amerika'nın buna hakkı olduğunu (yani muhalifleri silahlandırma), çünkü bunun 1703 sayılı BM kararının sivilleri koruma amacıyla bütün askerî eylemlere izin verdiğini' söylüyor. İngiliz Bakan Hague de her ne kadar Libya'ya silah ambargosu söz konusu olsa bile 1973 sayılı karar uyarınca sivillere kendilerini savunma bağlamında yardım edilebileceğine dikkat çekiyor ve böylece ülkesinin silah konusu düşündüğünü ima ediyor. Haberlere göre, Fransa silah konusunda hem Amerika ve hem de İngiltere'nin önüne geçmiş, hatta bu işi Fransa'nın üstlenmesi konusunda Amerika ile görüşmelere bile başlamış bulunuyor.

Bütün bu haberlere, gelişmelere ve liderlerin sözlerine, mesajlarına bakıldığında muhalefeti, silahlandırmanın bugün söz konusu olmaya başladığı ve bunun da ambargo kararına rağmen kararın esnetilmesiyle aşılmasının düşünüldüğü ortaya çıkıyor.

Ancak, buna rağmen özellikle Amerika'da bu konunun tamamen netlik kazanmış olduğu da söylenemez; zira buna karşı olanlar da belli bir güce ve karşı tezlere sahip durumdalar. Bunlar, muhalif hareketleri geçmişte silahlandıran Amerika'nın kendi kuyusunu kazmış olduğunu söyleyip buna Afganistan'ı, Nikaragua'yı, Angola'yı örnek gösteriyorlar.

Hava bombardımanından bugün muhalifleri silahlandırmaya ulaşan Libya konusu böylece en azından sözde yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Bu sözde kalır mı, yoksa hayata geçer mi, söylemesi zor; ancak Kaddafi'ye karşı mutlak bir başarı, zafer çabası içinde olan Koalisyon'un bu konuyu ciddi ciddi düşündüğü de aşikar.

Bu konuda 'Libya halkına silah çekmem' diyen Türkiye acaba ne düşünüyor?

Önce kobay yapmışlar, izni sonradan almışlar

Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Nöroloji Anabilim Dalı'nda görevli 6 doktorun, hareket bozukluğu hastası 20 Mehmetçik'i kobay olarak kullanması Türkiye'nin gündemini sarsmaya devam ediyor.Askerlerin denek olarak kullanıldığı araştırmanın GATA Bilimsel Araştırmalar Etik Kurulu'nun izni ve kobayların rızası doğrultusunda yapıldığı iddia edilmişti. Edinilen bilgilere göre, GATA Nöroloji Anabilim Dalı'nda yapıldığı öğrenilen klinik ve laboratuvar araştırması 2007-2008 yılları arasında gerçekleşti. Kurul izninin ise bu çalışmanın uluslararası sempozyumun da sunumu yapılabilmesi için 2009'da alındığı ortaya çıktı. 2009 yılında GATA Etik Kurulu'na yapılan müracaatta 20 denek üzerinde çalışma yapılacağı belirtildiği fakat bunların kim olduğu yönünde bilgi verilmediği ileri sürülüyor. Deneklerin isim bilgileri verilmeden araştırmaya izin verilemeyeceği, bu nedenle iznin geçersiz olduğu ve yapılacak çalışmanın yok hükmünde sayılacağı iddia ediliyor. Uluslararası Helsinki bildirgesinde de kısıtlı olarak tanımlanan "erler, erbaşlar ve mahkûmlar" üzerinden klinik araştırmalar yapılamayacağı belirtiliyor.

Kobay olarak kullanıldığı iddia edilen askerlerin rızasının alınmadığı da iddialar arasında. Askerlerin araştırmaya katıldıkları yönündeki onay belgesinin içeriğinde, "tedavi için yapılan işlemleri kabul ediyorum" cümlesi yer alıyor. Ancak bu denekliğin kabulü anlamı taşımıyor. GATA' da yatan hastalardan alınan belgenin genel prosedür olduğu ve bu belge bu kadar kritik bir araştırma için değil hiçbir araştırma için kullanılamayacağı vurgulanıyorGenelkurmay Başkanlığı'nın açıklamasında yer alan "transkranyal manyetik sitimülasyon nörofizyoloji laboratuvarlarında oldukça yaygın kullanılan elektro fizyolojik bir yöntem olup uygulama günümüzde tanı ve tedavi amacıyla kullanılmaktadır. Bu uygulamada kullanılan manyetik alan MR görüntülemede uygulanan manyetik alanla aynı şiddettedir." açıklamasının da çelişki içerdiği iddia ediliyor. Bu uygulamanın tedavi veya herhangi bir teşhis amacıyla kullanılmadığı, eğer kullanıldıysa neden etik kurul izni almaya gerek duyulduğu soruluyor. Yapılan çalışmanın rutin bir uygulama olmayıp klinik bir araştırmayı kapsamakta olduğu vurgulanıyor.

30 Mart 2011 Çarşamba

''ASELSAN BİR BAŞARI ÖYKÜSÜDÜR''

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, ''Çok iyi eğitilmiş bir ordunuz olabilir, çok cesur askerlere sahip olabilirsiniz, çok iyi teşkilatlanmış bir kuvvet yapınız olabilir, ama onların eline teknoloji bakımından üstün silahlar veremezseniz, başarının garanti olması mümkün değildir'' dedi.

Bakan Gönül, ASELSAN'ın Macunköy tesislerinde basın mensuplarına yaptığı açıklamada, ASELSAN'ın aslında bir askeri teknoloji şirketi olduğunu belirterek, teknolojinin askeri sivili olmayacağını, ASELSAN'ın da yüksek teknolojiye ulaşmış varlığıyla iftihar ettikleri bir kuruluş olduğunu söyledi.

Türk Savunma Sanayii tarihi hakkında bilgi veren Bakan Gönül, ''Çok iyi eğitilmiş bir ordunuz olabilir, çok cesur askerlere sahip olabilirsiniz, çok iyi teşkilatlanmış bir kuvvet yapınız olabilir, ama onların eline teknoloji bakımından üstün silahlar veremezseniz, başarının garanti olması mümkün değildir'' diye konuştu. Türkiye bu bakımdan tarihinden gelen bir geleneğe sahip olduğunu vurgulayan Bakan Gönül, çağ kapatıp çağ açan İstanbul'un fethinde teknolojik üstünlüğün çok önemli rol oynadığını kaydetti. İstanbul'un fethinde dönemin en önemli savunma aracı olan sağlam surları yıkacak toplar geliştirildiğini ve İstanbul'un bu teknolojik üstünlükle fethedildiğini anlatan Gönül, bunun sonucu olarak bir çağın kapanıp, bir çağın açıldığını söyledi. İstanbul'un fethinde kullanılan topların Edirne ve Kırklareli'de yapıldığını belirten Gönül, Kırklareli'deki yüksek fırınların hala yerinde durduğunu, bu fırınların restorasyonu çalışmalarına başlandığını bildirdi.Cumhuriyet döneminde de teknolojinin gelişmesine büyük önem verildiğini, ancak NATO'ya girişle birlikte bedelsiz ya da bedelsize yakın bir şekilde silahların kolay temin edilmesiyle savunma sanayisinde bir yavaşlama olduğuna dikkati çeken Gönül, 1974 Kıbrıs Harekatı sırasında uygulanan ambargodan Türkiye'nin büyük bir ders çıkardığını ifade etti.

Daha sonra Türk halkının kendi arasında para topladığını ve toplanan bu paralarla vakıf şirketleri kurulduğunu bildiren Gönül, bunlardan birinin de ASELSAN olduğunu hatırlattı. ASELSAN'ın 1977 yılında kurulduğunu belirten Gönül, şunları söyledi:

''ASELSAN bir başarı öyküsüdür. 1977'de sıfır teknoloji ile yola çıkıldı. Elektronikte Türkiye'deki teknoloji oldukça yetersizdi ve telsiz teknolojisi Hollanda'dan alındı. Ama Türkiye'nin çok çalışkan bir insan gücü ve çok ehil bir mühendis kadrosu var. Bunlar bir ideal etrafına toplanınca mucize denilecek bir olay gerçekleşti. 1977'de teknoloji aldığımız Hollanda'ya 2006 yılında geliştirilmiş elektronik sistemler sattık. Bugün de harp devleri içerisinde ASELSAN 86. sırada, varlığıyla, gayretleriyle iftihar ediyoruz. Pek çok gelişme oldu. Radar konusunda çok başlangıçta iken, en ileri aşamaya geldi. Diğer aviyoniklerde, elektronik kompanantlarda öyle. İftihar ettiğimiz bir noktaya geldi. Bu Türk milletinin gücüdür. Bunu ortaya koymak da bir güç gösterisidir, bunun silaha, ürüne dönüşmesiyle de bir güç ortaya çıkmıştır. Bunun devamını arzu ediyoruz. Ayrıca halkımızın verdiği parayla kurulan bir kuruluşta halkımıza hesap vermek zorundayız. Geldiğimiz seviye ancak bugün için yeterlidir, yarın için geride kalmış demektir. O halde geldiğimiz seviyenin üzerine mutlaka teknoloji eklemeliyiz. Gelişen teknolojiyi takip etmeliyiz ve ona göre çalışmalarımızı ayarlamalıyız. Bugün Libya'ya no fly zon'u (uçuşa yasak bölge) temin etmek üzere 1973 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararını sağlamak üzere harekete geçen kuvvetlerin en önemli silahı Tomahawk füzeleri, yüzlerce kilometre uzaktan nokta hedefini vurabilen silahlar. İşte onun içerisinde tırnağım büyüklüğündeki küçücük kompanantlar o hedefi vurmalarını sağlıyor. Onun da yapıldığı yer işte burası, ASELSAN.''

En ileri teknoloji kullanan ülkelerde ne varsa Türkiye'de de onun olması için yalnız çalışmanın yeterli olmadığını dile getiren Bakan Gönül, rekabete de hazır hale gelmek gerektiğini belirtti. Gönül, yalnız kendi silahlı kuvvetleriniz için bir silah, araç-gereç üretilmesi durumunda daha fazla geliştirilemeyeceğini, mutlaka dışarıya da satılması gerektiğini sözlerine ekledi.

Emanet düşmanlar! / Haşim Söylemez - Sedat Gülmez

I. Cihan Harbi’nin, bilhassa da Çanakkale Muharebeleri’nin pek bilinmeyen yüzü “Üsera Kampları”. Anadolu’nun 80 noktasına dağılan, yüzlerce İtilaf askerine “esaret”ten ziyade “misafir” hissi veren dikensiz, telsiz mekânlar...

Kimi yaralı, kimi sağlam… Korku muhakkak… Çünkü akıbetleri meçhul. “Vahşi (!)” Türklerin eline esir düşmüşler. Başlarına daha kötü ne gelebilir ki? Muhataplarından birkaçı hırslı gözlerle bakıyor. Kardeşi, arkadaşı, ağabeyi hâsılı bir yakınını kaybetmenin getirdiği acıyla karışık kinle… Endişelerini artıran belki de bu nazarlar… İhtimal diyor çoğu, evvela ağır işkence sonra da tek tek öldürme… Fakat askeri dizginleyen, öfkeyi zapt eden kumandanlar var Osmanlı’da. İzin verilmiyor, müttefik esirlerine dönük taşkınlığa. Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve daha nice memleketli İngiliz sömürge askeri, Anadolu’daki “Üsera Kampları”na, “emanet!” diye dağıtılıyor çünkü…

Savaş kötüdür! Şerhe ihtiyaç duymayan gerçek. Ya esaret? Aynı teklik ve netlikte cevabı yok. Ateş hattında her gün öldürülme veya öldürme seçeneklerine sıkışanların bir kısmı için kurtuluş. Hayata tutunma yolu. Lakin muhariplikten kopartılmayı ar sayanlara göre ölümden beter. Birinci Cihan Harbi’ndeki çoğu cephe gibi Çanakkale siperlerinin iki tarafına da zikredilen halet-i ruhiye siner. Gerçi bugüne değin Osmanlı veya İtilaf Devleti askerlerinin hissettikleri, yaşadıkları yeterli düzeyde gün yüzüne çıkmasa da satır aralarında çok hikâye mevcut. Mesela Anadolu’da ikamete tabi tutulan Rus, İngiliz, Hintli, Gurka (Nepalli), Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Senegalli, Fransız, Zuhaf (Cezayirli, Faslı) ve başka ırktan askerlerinki…

Araştırmacı Doğan Şahin yaklaşık 7 yıldır Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı kuvvetlerince esir edilen İtilaf subay ve erlerinin izini sürüyor. Anadolu’da nerelerde barındırıldıklarını, esaretlerinin nasıl geçtiğini, tespitlerini araştırıyor. Osmanlı elinde esirliğin anlamını bulmak, Şahin’i bu yola sürükleyen ana saik. Bir de yayılmacı İngiliz idaresinin binlerce insanı nasıl ölüme getirdiğini ve motive ettiğini merak ediyor. Başvurduğu ana kaynaklar genelde hatıralar, kitaplar, notlar ve resmî raporlar. Ancak süreç hesapladığından zor ilerlemiş. Çünkü herhangi bir askerin gerçekten esir mi düştüğünü yoksa savaş meydanında mı öldüğünü tespitte bile güçlük var. Tarafların esir almak için özel çabaya girmemesi bunun sebeplerinden biri. Saldıranların subayları, “Türklere teslim olmamaları, ölene kadar mücadele etmeleri”, müdafiilerinkiler de “Gâvurdan esir almamaları”nı telkin eder. Oysa esir sadece muharibi pasifleştirmenin değil, aynı zamanda düşmana dair istihbarat toplamanın da sağlam bir yoludur. Öyle ki yer yer esir kaçırma rotaları oluşturulur. Durumun farkındaki subaylar ön almaya çalışıyordu ki 19’uncu Tümen Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal yazılı emirle, “esir getirecek efrada ödül verileceği”ni ilan eder.

Bazı İngiliz kaynaklarının İkinci Dünya Savaşı’nda büyük oranda yok edilmesi de Şahin’in araştırmalarını sekteye uğratır. Osmanlı kayıtlarından da istediği ölçüde yararlanamayınca yalnız internette yayımlanan hatıralara sıkışır. Bir de gittiği ülkelerde ulaşabildiği arşiv kayıtlarına… 2009’da Genelkurmay Başkanlığı “Çanakkale Muharebeleri’nin Esirleri İfadeleri ve Mektupları” başlıklı iki ciltlik eseri yayımlayınca çalışmaları küçük de olsa merhale kateder. Tabii aklındaki savaşın esas unsuru erlerdir fakat Batılı belgelerde istediği bilgilere ulaşamaz. Subaylara ilişkin malumata erişmek ise daha kolaydır.

Aslında Osmanlı esaretindeki İtilaf askerlerinin durumuna odaklanmadan önce savaş esirinin hukuki pozisyonuna kısaca bakmakta fayda var. Cenevre Sözleşmesi’nin 4’üncü maddesi, “Silahlı çatışma içerisindeki taraflardan birinin silahlı kuvvetlerine mensup olup, diğer tarafça teslim alınan herhangi bir savaşçı, savaş esiridir.” diyor. Düşman karşısındaki tek sorumluluğu ise adı, sicil numarası ve rütbesini söylemek. Askerin birliği ise “kayıp- savaş esiri olduğu düşünülüyor” ilanı verir. Cenevre Sözleşmesi’nin ve ilgili protokollerin sunduğu haklar, esirin kazanımıdır. Tabii bir de tutsak eden elindekini, ilgili ülkeye bildirmek zorundadır. Osmanlı da esir aldıkları için aynı evreleri uygular.

Gelelim devrin Türkiye’sindeki “Üsera Kampları”na. Sayıları 80 kadardır. İstanbul, Sivas, Ankara, Nusaybin, Çankırı, Kastamonu, Adapazarı, Nevşehir, Ankara, Balıkesir, Niğde, Bor ve İzmit belli başlılarıdır. Ancak en meşhuru 1915 itibarıyla faaliyete giren Afyonkarahisar’dakidir. Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Almanca Öğretim Görevlisi Aydın Ayhan da esir kamplarının sayısını yaptığı araştırma ile teyit ediyor. Tabii başta bu, Anadolu’ya yayılan bütün kamplar, Alman “Stalag”ları veya İngiliz “Maadi Kampı” gibi yerlerle kıyaslanınca daha “insani”dir. Esirler dikenli tellerle veya duvarlarla çevrili sahalarda değil evlerde, kiliselerde veya sair kamu binalarında, kısacası halkın arasında günlerini geçirmektedir. İmaret Camii müştemilatındaki medrese, söz konusu mekânlardan biri. Ekseri Rus birçok milletten subay ve asker uzun süre kalır, hamamı dâhil çoğu imkanından faydalanır. Ruslar haricinde Fransız denizaltısı Safir’in mürettebatı, Çanakkale cephesinde ele geçirilen İngiliz denizaltıları E-15, E-7, yine Avustralya denizaltısı AE2, Fransız denizaltıları Mariotte ve Turquoise personeli de Afyon’a getirilir. Nihayet Avustralyalı, Fransız, İngiliz, Yeni Zelandalılar dışında Kut’ül Amare’de teslim alınan Hint-İngiliz birliklerinden, Mısır, Suriye ve Ürdün’de yakalananlar diğerlerine eklenir.

1916’nın ikinci yarısından sonra Afyonkarahisar’da çoğunlukla subaylar tutulur. Rütbesizlerin büyük kısmı, harp öncesi başlayan ve yokluklara rağmen devam ettirilen Bağdat Demiryolu Hattı inşası için Toros tünelleri kazısında çalışmaya veya başka kamplara gönderilmiştir. Kalanlar ise emir erleri ya da çalışamayacak derece zayıflar ve hastalardır.

Peki, Afyon’da esaret nasıldır? Doğan Şahin yabancı kaynakları yerinde tarayarak buraya dair birçok anıya ulaştığını belirtiyor: “Mesela birinde tutsak asker şunları söylüyordu: ‘1 Ağustos’ta çok sayıda Türk askeri getirildi, Afyonkarahisar’a. Yakınımızdaki caminin önünde kamp yaptılar. Hemen hemen hepsi orta yaşlıydı. Bizi şaşırtan şeyse, ne zaman çalışmaya gitsek, önlerinden geçtiğimiz halk bize hiçbir zaman herhangi bir şekilde nefret duygusu göstermedi.” Silahsızdır, dolayısıyla tehdit değildir çünkü esirler. Şahin, hiçbir harp belgesinde “sivil halkın” esire kötü davrandığına yönelik çıkarıma ulaşmadığına işaretle “tutsağa kötü davranılmayacağına dair” İslami hassasiyetin etkisini nazara veriyor.

“A prisoner in Turkey / Türkiye’de Bir Esir” adlı kitabın sahibi John Still, Afyon’da 120 Rus, 100 İngiliz subay bulunduğunu ve üseranın istasyon ile şehir merkezi arasındaki iki kilometrelik mesafede kaldığını, evlerin güzel havalarda sıkıntı çektirmediğini ancak kışın soğuktan etkilendiğini yazar. Yine konutların aşağı ve yukarı kamp diye adlandırıldığını, zaman zaman ikisi arasında kriket maçları düzenlendiğini belirtir. 938 gün kaldığı şehirde ilk barındığı muhit istasyona 1,5 kilometre uzaklıktadır ve eski bir Ermeni evidir. Still buradan hareketle Ermenilerin burada hiçbir şekilde “öldürülmediğini” ifade eder. Yukarı kampta bir süre kaldıktan sonra aşağıya getirilir ki yeni yerini de şöyle tarif eder: “Üst kat pencerelerinden her iki yönden de geniş bir manzaramız vardı. Hem ovayı hem de dağları görebiliyorduk. Evin cephesi güneydoğuya bakıyordu. 30 kilometre kadar ötedeki Sultandağı’nı tamamen görebiliyorduk. Arka pencerelerden ise Karahisarı ve ovadaki birkaç tepeyi görüyorduk. Bahar aylarında ova deniz lavantası dediğimiz mavi çiçekli vahşi bitkiyle kaplıydı.”

Esaret günlerini resim yaparak, şiir yazarak geçiren Still, Şahin’e göre tutsaklığa dair en ayrıntılı kitabı yazan isim. Öyle ki kaldığı süre zarfında İngiliz, Fransız, Yeni Zelandalı, Avustralyalı, Rus, Polonyalı, Ukraynalı, Karadenizli Rum, Rus Yahudi, İtalyan, Kazak, Gürcü, Hintli, ölüme mahkûm Arap, İrlandalı, Romanyalı ve Sırpların Afyon’da kaldığını aktarır: “Dünyanın her yerinden insanlar olduğu için güzel bir seyahat kitabı bile yazabilirdik.”

4 Ağustos 1916’da Romani Kanal Mevkii’nde esir edilip Afyonkarahisar’a getirilen sinyalci asker Duncan Leslie Richardson da 17 Temmuz 1918 tarihli mektubunda şunları söylüyor: “Sağlığım yerinde, iyiyim. Sağlam bir tane daha paketim geldi. Her şey çok değişti. Şu anda daha evvel bulunduğum kamptan çok daha iyi bir kamptayım. Paramız ve paketlerimiz sağlam ve eksiksiz geliyor. Ancak mektuplar konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanırım son on iki ay içerisinde sadece üç mektup aldım. Sanırım bizimkiler üç mektuptan daha fazla yazmışlardır.” Aslında şartlardan şikâyetçi tek kişi 21 Kasım 1918’de salıverilen Richardson değildir. Bilhassa kaldıkları mekânların “konfor”undan muzdariptirler! “Olumsuzluktan yola çıkanların beklentileri, dönem itibarıyla, bana gerçekçi gözükmedi. Anadolu’nun ülkeleri kadar zengin ve refah içinde olduğunu düşünüyorlardı belki! Bilmedikleri ise, halkın savaş yıkımından nasibini almakta olduğuydu. Başta yiyecek birçok noktada sıkıntı had safhadaydı. Düşünün, 1916 sonunda 5’inci Ordu günde 50 ila 200 askerini salgın hastalıkta kaybediyordu, topyekûn savaş herkesi etkiliyordu ve bu ortamda tutsaklara da bakmak gerekiyordu.” diyerek durumu özetliyor Doğan Şahin.

Savaş süresince Avusturya- Macaristan İmparatorluğu İstanbul Büyükelçiliği’nde askerî ataşelik unvanıyla bulunan Joseph Pomiankowski de hatıratında belirttiği gibi esirlere verilen kumanya yer yer Türk askerine sunulandan daha iyidir. Hatta subay ve erler arasında ilki lehine pozitif ayrımcılık dahi vardır ki Enver Paşa’nın yaşça kendinden küçük amcası Halil (Kut) Paşa’nın emrindeki kuvvetlerce Kut’ül Amare’de, 17 bine yakın askeriyle esir alınan İngiliz General Townsend’in yaşadıkları bunun en güzel misali. Tutsaklığını İstanbul’da mükemmel denilecek imkânlarla geçiren General şehirde özgürce dolaşır, istediği lokantada yemek tadar. Her ne kadar üsera kamplarını ziyaret eden İsviçre delegasyonu –ki bunu 11 Nisan 1918 tarihli Yeni Zelanda Auckland Weekly News isimli gazeteden öğreniyoruz– Afyon’dakilerin diğer kamplardakilere nazaran daha neşeli olduğunu rapor etse de tutsaklık psikolojisi daim “kaçma” fikrine teşnedir.

Osmanlı kamplarına getirilen herkese askerî tabirle “parol” denilen kaçmayacaklarına ilişkin belge imzalatılsa da firara kalkışanlar ve tekrar derdest edilenler çıkar. Bunların ekserisi subaydır. “Er niye kaçsın, hele bir de şartlar görece iyiyse? Fakat subay öyle değil, o zaten yetişirken böyle bir durumda kaçmaya göre eğitilmiş.” diyor Doğan Şahin.

Yeni Zelandalı esirlerden William Thomas Cheater’ın anlattıkları sürecin nasıl yürütüldüğünü örnekliyor: “Afyon’da, posta görevlerinden biri subaylar için pazara çıkıp yiyecek ve giyecek almaktı. Aylar geçtikçe subaylar tiyatro tertip etmeye, konser vermeye başladı. Postalık yapan asker oyunlar için dekor, kadın ve erkek kıyafetleri, peçe dâhil kostümler alırdı. Anlaşıldı ki Binbaşı Stoker ve ekibi kadın kıyafetleriyle kaçmayı planlamakta. Sonra duyduk ki Stoker, her ikisi de E- 7 denizaltısından tutsak subaylar Üsteğmen Price ve Yüzbaşı Cochrain kaçmış, posta onlara yardımla suçlanmıştı. Türkler kaçışta kullanılan kıyafetlerin pazardan alındığını tespit etmişti.”

Anadolu ve esaret konusu açılınca Toros tünelleri ve Belemedik köyünden muhakkak bahsetmek gerekir. Cihan Harbi öncesi başlayan ve çalışmaları Almanlarca yürütülen Bağdat Demiryolu Hattı inşası Toros tüneli kazılarına daha önce değinmiştik. İşte o devirde projenin en önemli duraklarından biridir bu bölge ve hattın buradan geçişinin uzun süreceği anlaşılınca Belemedik Yaylası’nda bir Alman köyü kurulur. Her şey çalışanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanır. Bir süre sonra yöre, işçiler, hizmet veren köylüler, Alman yetkililer ve askerler dâhil hayli kalabalıklaşır. Tam teşekküllü hastane, cami, kilise, sinema ve evler inşa edilir. Eşkıyalık civarda yer yer sürdüğünden muhitin muhafazası Alman birliğine teslim edilir. Üsera kamplarından biri de buradadır. Rus, İngiliz, Avustralyalı, Fransız, Yeni Zelandalı, Rum ve Ermeni tutsaklar, yerli işçilerin yanında çalıştırılır. Ama “Türklerin Savaş Esirleri / Yeni Zelandalıların Öyküsü” adlı kitabın yazarı Chris Pugsley’in bahsettiği bir farkla: “En azından Tünel kazma işi için maaş aldılar.” Tıpkı Conkbayırı muharebesinde yakalanan er William Robert Surgenor gibi. Kendisi günlük 10 peny ücretle Alman şirketi adına kazıda yer alır. Tabii harbin getirdiği gıda yetersizliği, salgın hastalık ve iş kazaları gibi problemlerden birçok esir hayatını kaybeder.

Ve son söz yabancı esirlere yönelik daha kapsamlı araştırmaların bir an önce başlatılmasını en azından arşivlerin bu amaçla daha sağlıklı işletilmesini isteyen Doğan Şahin’in: “Çalışma gösterdi ki Osmanlı’daki esirler diğer devletlerdekilere göre, yer yer sıkıntı çekse de rahat. Resim yapıyor, şiir yazıyor, dil öğreniyor ve öğretiyor. Sonra koloni askeriyle anavatan İngiliz’i arasında Osmanlı’ya bakış farkı var. İlki daha yumuşak. Ama Osmanlı ya da Britanya’nın aldığı esirlere dair net ve teyit edilebilir kaynak yok. Spekülasyona açık. Esirlerin yüzde 90’ından fazlası ülkesine dönüyor. Yer yer esir değişimi var. Ölümlerin sebebi ekseri salgın hasatlık ki bu dönemde bütün Anadolu bundan muzdarip. Türklerin esire kötü davrandığı ileri sürülemez. Birkaç ferdî olay olabilir. Ancak bunlar devede kulak misali.”

Esirlerin dövülmesi!

Çanakkale Savaşları üzerine araştırmalarını sürdüren tarihçi / yazar Jennifer Lawless esirler konusuyla ilgilenen isimlerden. Tabii onun da ısrarla üzerinde durduğu husus, konuyla ilgili detaylı çalışmaların bulunmaması ve kaç esir alındığına yönelik net rakamlar verilememesi. Çanakkale’de esir edilen Avustralya askeri sayısını 200 verir ki bir başka kaynakta tüm cephelerdeki sayının 450 civarında olduğu ifade edilir. Lawless, bazı anılardaki, Anadolu’da esirlere kötü davranıldığı iddialarına da karşı çıkıyor: “Türklerin merhameti, beni duygulandırdı. 66 esire ait net bilgiye ulaştım. Bu rakama ulaşmak için de son 5 yılda birçok kaynağı karşılaştırmak zorunda kaldım. Nisan 1915’te yakalanmışlar. 46’sı 8 Ağustos’ta Kocaçimentepe’de esir edilmiş. Yüzde 76’sı yakalanmadan önce yaralı. Bunlardan 10’u sahra hastanelerine getirilir getirilmez ölmüş. Anzak esirleri, Türk yaralıların yanında, Kızılay gemileriyle İstanbul’a gönderilmiş. Bazısı aylarca Çapa, Gümüşsuyu hastanelerinde yatmış. Yaralı olmayanlar da esir kamplarına gönderilmiş. Türklerin esirlere kötü davrandığına dair yayınların gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Kaçmayacaklarına söz veren askerler kapalı tutulmamış, Türklerle iç içe yaşamış. Kültürel alışveriş söz konusu. Gediz’deki tutsaklar bin kitaplık kütüphane kurmuş, dil öğrenmiş, dil öğretmiş, yerel yöneticilerin desteğiyle bando kurmuş, halkla ava gitmiş. Türkler savaş ortamında hep doğru şeyi yapmaya çalışmış. Şimdi bile araştırma için gittiğim yerlerde insanların yardım çabası duygulandırıyor. Savaş sonrası yazılanların propaganda amaçlı abartıldığını düşünüyorum. Mesela Afyon’daki Anzak esirlerinin, tren istasyonundan okula 2 saat yürüdüğü söyleniyor. Orta yaşlı bir tarihçiyim ve bu mesafeyi ben 20 dakikada yürüyebildim. Resmî ifadelerde ve esir mektuplarında yazılanları şimdi daha da iyi anladım. Araştırmalarım sadece Gelibolu’da yakalanan savaş esirlerinden ibaret. Afyonkarahisar’da esirlerin dövülerek cezalandırıldığına sadece 2 örnek var. Kampın kumandanı, bu olay sebebiyle görevden alınıyor. Kut’ül Amare’deki esirlerin deneyimini, tüm esirlerin yaşadığı zannedildi. Oradakilerin çoğu zaten uzun süreli kuşatma yüzünden aç ve sağlıksızdı. Kayıtlarda “kayıp” gözükenlerin ekserisi ölmüştü, tutsak edilmemişti.” Lawless’in beyanlarının özellikle tutsaklara kötü davranma kısmı aslında İngiliz kayıtlarınca da doğrulanıyor. Harp sonrası işgal edilen İstanbul’da tüm mekanizmaya el koyan müttefikler, “savaş suçlularının” cezalandırılması için mahkeme kurulmasını istemiş. Birkaç mahkûmiyet kararına güvenmeyen işgalciler Malta’da yeni bir muhakemeye gitmiş. Esirlere kötü muamele mevzuunda adaya 8 kişi sürgün edilir, ancak muhakemede delil yetersizliğinden dava düşer ve yargı sürecinden tutsak değişimine gidilir.

Çarpıcı bir çarpıtma örneği

Bazen savaş eserleri konusunda askerlerin verdiği bilgiler ile resmî bilgilerin çeliştiğini görmek mümkün. Bu konuda ciddi bir abartının yapıldığı da bir gerçek. Bunun en çarpıcı örneği ise Avustralyalı 2421 Sicil Numaralı Çavuş J Halpin’in 18.9.1931 tarihli ve Arşiv dairesine yazdığı mektuptur. Yazılan mektup ve verilen cevap oldukça manidar.

İlgili memura, Ana Arşiv Dairesi, Melbourne

Efendim, ben Türkiye’de bulunmuş eski bir savaş esiriyim. Türkiye’de esir olduğum sürede, diğerleri gibi, kendimiz gibi orada esir olan “rütbesiz askerlerin” sayısını tespit etmek üzere çalışmalar yapmıştık. Kısıtlı çabalarımız sonucunda Mütareke sırasında Avustralyalı esirlerin yüzde 60’ının mahrumiyet vs. içerisinde öldüğünü hesapladık. Türkler tarafından esir edilen ve esaretten geriye dönen asker sayımızın tarafımıza bildirilmesini rica ederim. İngiliz yayınları Türklere esir olan askerlerden yüzde 80’inin öldüğünü beyan ediyor. Bu konuda lütfen bizleri aydınlatır mısınız?”

Ana arşiv kayıtlarının idarecisi memurdan gelen cevap ise şöyledir: “ …Kayıtlarımıza göre Avustralya İmparatorluk Askerlerinden Türklere esir düşenlerin sayısı 70 olup bunlardan 25’inin esaret altında öldüğü bilinmektedir. Geriye kalan 45 kişi ise salıverilmiştir.”

Yetkin İşcen (Çanakkale 1915 Dergisi Yayın Yönetmeni): Osmanlı’nın ne kadar esir verdiğini bile bilmiyoruz

Birinci Cihan Harbi, Avustralyalı ve Yeni Zelandalıların “millileşerek” kendilerini bulmalarına ve o güne kadar “anavatan” telakki ettikleri Britanya İmparatorluğu’na baş kaldırmalarına zemin hazırladı. Yazar ve tarihçi Scott Brown’un dediği gibi, özellikle “Anzaklar, kanıtlayacak bir şeyleri olan genç bir ulusun mensubuydular; savaş boyunca sadece 70 esir verdiler..." Osmanlı Devleti’nin Büyük Savaş’ta kaç bin esir verdiği, bu esirlerin hangi ülkelere dağıldığı, ne kadarının sağ kalmayı başarıp ne kadarının geri dönebildiği gibi hususlar başlı başına bir araştırma konusu. Aradan neredeyse 100 sene geçtiği hâlde hâlâ bu konuda hakkıyla bir çalışma yapılmış değildir… Peki, Osmanlı Devleti’ne esir düşen düşman askerlerine ne oldu? Nerelerde tutuldular, nasıl muamele gördüler, kaçı öldü kaçı kurtuldu gibi sorulara da yanıt veren makam, yine biz değiliz, Kızılhaç… Ya da, esir veren ülkelerin ilgili kurumları… Ne yazık ki, ülkemizde bu konuda yapılan araştırmalar ve çalışmalar da propagandadan öteye geçemiyor; eksik, yanlı, çarpıtılmış hâldeler… Örneğin, esir düştüğünde can korkusuyla Müslüman olduğunu iddia eden bir Afrikalı zencinin Türk yetkileri hakkında söylediği güzel sözler benimsenirken, bir başka tarafta eziyet gördüğünü ve ölesiye çalıştırıldığını ifade eden bir Avustralyalının söyledikleri “düşmanca” olarak nitelenebiliyor. Kendi tarihimizin hemen her kesitinde rastladığımız yanlı bakış açısı, bu konuda da etkisini sürdürüyor. Örneğin, Genelkurmay ATASE Başkanlığı’nın yayımladığı “Çanakkale Muharebesi’nin Esirleri” adını taşıyan iki ciltte tek bir şikâyetçi esir bulmak mümkün değil. Oysa gerek ABD Elçiliği ve gerekse Vatikan gibi tarafsız ülkelerin temsilcileri kanalıyla Kızılhaç’a durumlarından şikâyette bulunan birçok esirin varlığı biliniyor. Üstelik bunların yazışmaları da aynı arşivde saklanıyor. Bu durumda, 100 sene önce yaşananları tüm gerçekliğiyle okuyup yorumlamak isteyenler için fazla alternatif olmadığını kavramak zor değil. Ne yazık ki, kulaktan dolma bilgiler ve hurafeler insanımıza ilginç geliyor.

Kavgayı, Özal’ın silah alımlarına müdahalesi başlattı

Röportaj: İdris Gürsoy

Merhum cumhurbaşkanı Turgut Özel'ı en iyi tanıyanlardan biri Vehbi Dinçerler'di. Ona göre, 'Derin Devlet' ile Özal'ın kavgası, Savunma Sanayii Müsteşarlığı kurulması ve silah alınlarına müdahalesinden sonra başladı.

Türkiye'de Adnan Menderes'ten sonra en önemli demokratikleşme adımlarını atan Turgut Özal'ın yakınındaki bakanlardan biriydi. Anavatan Partisi'nin ilk kurucu üyesi, 6 Kasım 1983 seçimlerinde İstanbul Milletvekili olarak TBMM'ye girdi. ANAP Hükümetinde (46.) Millî Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı (1983-1985) ve Devlet Bakanlığı (1985-87) görevlerini yürüttü. Statükoya karşı verilen mücadelede hep dik durdu. Özal'lı yılların perde arkasına tanıklık etti. Sonraki dönemler ve bugün gelişen bazı olayları değerlendirirken, planların raflardan alınıp sadece güncellendiğini söylüyor. 200 yıldır süren sermaye, silah ve medya ittifakına dikkat çekiyor. Vehbi Dinçerler, mühendislik okudu. Uzun yıllar Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nda çalıştı. Siyaseti bıraktıktan sonra 2005'ten bu yana Filistin Özel Koordinatörlüğü görevini yürütüyor. Dışişleri Bakanlığı'ndaki odasında Aksiyon'un sorularını cevapladı.

-Özal'ın ekonomide hedefi neydi?
Esas olarak Türkiye'nin, ekonominin büyümesi. Ana hedefimiz ihracata dayalı endüstrinin gelişmesi, ülkeler arasında iktisadi bağımlılığın karşılıklı olarak artırılarak teknolojinin basit ve ucuz şekilde mübadele edilmesi ve doğacak refahın Anadolu insanına; köydeki, kentteki, varoştaki insanlara intikali. Başka bir anlamda gelir dağılımında adaletin yüksek derecede aranması temel hedefimizdi.

-Başarılı olabildiniz mi?
Çilekeşliğin, ezilmişliğin, horlanmışlığın yükü, son iki yüzyıldır halkın üzerinde duruyor, işte o ağır yükü kaldırmak istedik. Ekonomi, finans, gelir dağılımı politikamızın özü buydu. Başarılı olduk olamadık o tartışılır. O günün şartlarında nispeten olduk, o da ayrıca tartışılır.

-Bu ekonomik politikayı uygulayınca ne tür sonuçlar doğdu?
Halk bir nevi ayağa kalktı. Tarihî gelişim içinde toplum dün sadece yıldız insanları yönetime gönderirken o günden itibaren ve bugün de çok şükür köydeki insanlar dahil dar gelirliler, küçük esnaf ve küçük memurlar da büyük oranda çocuğunu iktisadi, mülki, askerî alanlarda istihdam imkanına kavuştu. Artık Türkiye'nin geleceğine her alanda halkın çocukları hâkim oluyor.

-İstanbul büyük sermayesi ile sorun nerede çıktı?
Bu hedeflerden önde sayılanlara katkıda bulundular. Bizim büyüme kaygımız onların da kaygısı oldu. İleri teknolojinin gelmesi, sanayinin güç kazanması hedefini, onlar da mikro bazda kendi firmaları için güdüyordu. İçeride ve dışarıda makro ve mikro ekonomi bazında rekabet gücümüzü artırma ortak hedef oldu. Bunlar tamam, ama refahın paylaşılmasına gelince orada sıkıntılar oldu tabii.

-Nasıl sıkıntılar?
Refah tabana nasıl yayılır? İşçinin, emeklinin, memurun vergisinin masraflarını azaltırsın veya işverene yüklersin, üretene daha fazla para verirsin, kaynak tahsis edersin, ürününe de yüksek değer verecek politikalar izlersin. Küçük üreticinin, esnafın, garibanın elindeki para daha yüksek satın alma gücü ile kuvvetlenir, o da kuvvetlenir. Ana mantık bu. Bu konularda her zaman bizimle birlikte olmadılar. Sonra biz Anadolu'ya yatırımın artmasını, üretimin, hizmetler sektörünün Anadolu sermayesine yönlendirilmesini, sermayenin Anadolu'da yayılmasını her zaman öne çıkardık ama engel olmak istediler.

-Neden?
‘Onlara vereceğinizin daha fazlasını bize vereceksiniz' dediler. Bu anlama gelecek ekonomik politikalar önerdiler, zorladılar.

-Darbe sonrası kurulan hükümetlerin ilk dönemlerinde bir problem yok, sonra çatışmalar çıkıyor. Sizin döneminizde çatışma konuları neydi?
Bazı tespitlerim var. Çoğu zaman Türkiye için ve Batı ülkeleri için geçerli bunlar. Osmanlı'nın son iki yüzyıllık iktisadi tarihine bakarsanız şunu görürsünüz: Sanki gizli bir ittifak var. Kapalı, gizli, örtülü bir ittifak var. Gizli bir elin yönlendirmesi var.

-Kimler arasında bu ittifak?
Sermaye, silah ve kalem. Kalemi birkaç gruba ayırmak lazım. Önemli bir grubu medya. Kalem içinde mülkiye, bürokrasi, üniversite ve aydınlar var. Sivil toplum kuruluşları da var. Yeri geliyor, bir profesör para alarak bir tezi savunuyor. Bu sağda da solda da olabiliyor. Bu parayı alıyor ama bilime değil bir ideolojiye hizmet ediyor. O gizli ittifaka. Bu ittifakın elemanları bunlar.

-Yabancı ülkelerle ilişkisi var mı?
Aynen, bu ittifakın dış bağlantıları var. Silahla silah, sermaye ile sermaye, kalemle kalem ittifaka giriyor. Dışarının ittifakı ile bu ittifak arasında da bu şekilde organize bir ilişki var.

-Biraz komplo teorisi gibi olmadı mı?
Hayır, yaşayarak görüyoruz. Avrupa'da, Amerika'da her alanda krallar var. Silah kralı, medya kralı, sermaye kralı. En üst noktalarda bunların Türkiye'de de örtülü temsilcileri oluyor.

-Siz bakanlık yaptınız. Bunları biliyor musunuz?
Bir kısmını ismen biliyorum. Zaman zaman görüştük de. Oturup dünyayı yönetiyorlar. Bu ittifakın genel olarak dış parçasının içerideki dostları bir ülkeyi hatta kendi ülkesini bile millî-siyasi hudutları içinde görmezler. Pazar olarak görürler. Kaç paralık mal satarsın, kaç paralık silah satarsın, ne kadar alım gücü var, ne kadar kazanırsın?

-İttifak ekonomi temelli mi hep?
Eninde sonunda ekonomi temelli. Ama bunu yaparken maalesef siyasi yapıyı da denetliyorlar. Bu nokta çok ürkütücü ve çoğu zaman halkın zararına işliyor. Siyasi yapıyı kendi siyasi ve iktisadi hedeflerine uygun hâle getirebiliyorlar.

-Ne şekilde?
Bunun üniversal araçları, metotları ve yolları var. Mesela olağanüstü hâl, darbeler. Yaşım 70'i geçti. 27 Mayıs'ı yetişkin hâlimle yaşadım. Her kademede bulundum, hükümetin içinde bakan olarak, devletin içinde memur olarak, iş hayatında çalışarak gözledim, yaşadım. Bir iddialı laf söyleyeceğim. Türkiye'deki bütün olağanüstü hâller ve şartlar, durumlar hep yapaydır, üretimdir, tezgâhtır, tertiptir. İktisadiyatın, siyasetin ve sosyolojinin bilimsel olarak ortaya çıkardığı deprem, sel gibi afetler, harpler hariç olağanüstülükler kendi şartları ile dizayn edilip ortaya çıkarılıyor. İşte 60, 71, 80, 28 Şubat, hatta 2007'deki Genelkurmay'ın web sitesine konulan muhtıra, hepsi üretilmiş, tezgâhlanmış, planlanmış hadiselerdir. Bunların çoğuna olağanüstü hadise, hâl, zaman bile diyemiyorum.

-Askerî darbeler de mi?
Darbe bir kavramsal meseledir. Maalesef TSK'nın içine sızdırılmış bir zehirdir, bunu yutan daima üç beş grup vardır.

-Cuntalar bahsettiğiniz üçlü ittifakla ilişkili mi?
Bir kısmı ittifaka farkında olmadan hizmet eder. Sonradan fark edenler var. Mesela Çevik Bir gibi, sonradan ‘kullanıldık' demiştir. Maalesef sonradan farkında olanlar da başta zaten bu planları uygulayanlardır.

-Plan aynı, aktörler değişiyor mu?
Plan var zaten, hep orada cuntacıların zihninde duruyor. Dosya sabit, rejisör ve oyuncular değişiyor, oyun yeniden sahne alırken günün şartlarına göre yorum yenileniyor. Başta kim olursa olsun. Ne parti fark eder ne ideoloji fark eder. Çünkü mesele güç kavgasıdır. Cuntacı diyor ki, ‘Benim yapacağımı bile yapsan, sen değil ben yapmalıyım.'

-Cuntacı ile TSK'yı ayırıyorsunuz?
Darbeci kafayı kötülüyorum. TSK'yı tenzih ederim, insanların namusunu, geleceğini, sınırlarımızı muhafaza eden güç bizim millî gücümüzdür, o ayrı. Ama darbeciler ayrı bir gözle bakar. Kim gelirse gelsin hiç fark etmez onların gözünde. Askerin içindeki darbe karşıtlarına da karşıdırlar. Darbecilik bir kavramdır ve bunlar kendilerinden başka ister apoletli ister apoletsiz hiç kimsenin haklı olmadığına ve yönetimde hakkı olmadığına, yalnız ve yalnız kendilerinin yönetmesi gerektiğine inanırlar. Darbecilik bir hastalıktır, maalesef bu hastalık bizim silahlı kuvvetlerimize girmiştir.

-Bu hastalık sadece askerin içinde mi?
Sivillerin içinde de var. İş dünyasında ve medyada. İttifak olduğundan dolayı var. Birbirini tamamlamadan zaten yapamazlar. Medyanın yalan haberlerle olağanüstü hâlin oluşmasına, darbenin olgunlaşmasına katkısı ortadadır. Senaryolarla, yalan bilgi notları alıp yayımlayarak, halkı telaşa getirerek, halkın vicdanını sarsarak yaptıkları hazırlık çalışması olmasa halk ‘evet' demez bu işe. Sermaye sınıfı katkıda bulunuyor. Askerin içindeki tertemiz düşüncede olanlar bile etkileniyor.

-Darbenin sivil uzantılarında kimler var?
Hüsamettin Cindoruk'un bir konuşmasını hiç unutamıyorum, bizim devlet anlayışımızın ne olduğunu kendine göre yorumladı. Demişti ki, ‘Bizim tarihimizde açık görülüyor ki devleti kılıç kurmuştur, kılıç halkın demokrasi ihtiyacının sınırlarını belirleyen güçtür.'

-Bu ne manaya geliyor?
Yani ‘kılıç hakkı vardır o da demokrasinin sınırlarını belirler' diyor. Bu hukukçu bir zat, sivil bir kişiliği var, hem de TBMM başkanlığı yaptıktan sonra bunu söylüyor. Bu ordunun dışındaki sivil darbeci düşüncedir. Hâlbuki, bu milletin geçmişine bakarsanız devletleri şehitler kurmuştur, gaziler kurmuştur. Nerede şehit kanları? Kendinden sonraki gariban, çilekeş insanlar hürriyetsiz yaşasın diye mi aktı? Kulluğu devlete yapsınlar diye mi aktı? Yoksa din için, vatan için, millet için, hür bir topluluk için mi şehit oldular, ona bakmak lazım. Ona bakmıyorlar, kendi elitist düşüncelerini dayatıyorlar. Avam bilmez, havas bilir diyorlar.

-Darbe ve olağanüstü dönemlerin oluşmasına bazı siviller neden destek veriyor?
Mesela darbe öncesine göre darbe sonrası silah alımları azalıyor mu, artıyor mu? Artıyor? Nasıl artıyor? Biz NATO ülkesiyiz. NATO standartlarına uyarsa silah alırız. Nereden alıyoruz? Demek ki Batı'dan; Almanya'dan, Fransa'dan ve Amerika'dan alınıyor. Silah ihtiyacını kim belirliyor?

-Kim belirliyor?
Ben mi belirliyorum? Yani hükümetler mi belirliyor? Hayır. Bir sürü sebep ortaya çıkmıştır darbe sonrası iç tehlike artıyor, dış tehdit var denmiştir. Silah alımları artmıştır. Bu düşüncenin yersiz, faydasız olduğunu, 10 yılda bir yapılan darbelerin Türkiye'yi her seferinde yirmi yıl geriye götürdüğünü söyledik.

-Türkiye geri giderken buna destek verenler ileri mi gidiyor?
Destek verenler ileri gittiklerini sanıyor. Sen bir gemidesin, onun rotasının tersine kaç adım gidebilirsin? Geminin boyu kadar. Bunu bilerek tercih ediyorlar, çünkü zarar sadece gariban halka biniyor. Darbeler olmasa Türkiye on yıl içinde iki üç kat büyüyeceğine geri gidiyor.

-Neden darbeyi destekliyor o zaman?
O payın nereye gideceğinden endişe ediyor. Yani, ‘Sermaye ve hâkimiyet benim grubumun, ittifakımın elinden çıkar da başka bir grubun, Anadolu sermayesinin eline geçerse ne olur hâlimiz?' diyor. Endişe budur. Bir tarafta ‘silah gücü ve yönetim' kavgası var, öbüründe ‘sermaye gücü' kavgası. Az olsun ama benim olsun. Mantık bu.

-Güçsüz hükümetler işlerine mi geliyor?
Hükümet güçlü olunca vesayetçilerin yetkisi azalıyor, etkisi gidiyor. Güç orada ittifakta temerküz etsin isteniyor. İktisadi, siyasi ve askerî güç. Yönlendirmeye hâkim oluyorlar. Sivil iktidarlar güçlü olursa çatışma veya uzlaşma zarureti doğacak diye düşünüyor ve taviz vermek istemiyorlar. Mesela bugün sermayenin iktidara etkisi bizim iktidara geldiğimiz dönemdeki kadar mı? Biz 83'te onların da desteğini alarak oy aldık ayrı mesele; fakat o zaman büyük sermayenin Türkiye üzerindeki yönetimsel tasarrufu, vesayeti daha fazlaydı, çünkü 80 darbesi sonrasıydı. Bugün daha az. Bu da onları ürkütüyor ve ‘aman gitsin' diyorlar. ‘Bir şekilde darbe vuralım' diye arayış içine giriyorlar.

-Özal'ın sermayeyi ürküten ilk icraatı ne oldu?
Biz gelir gelmez IMF ile stand-by anlaşmamız vardı, iptal ettik. 2002'den sonra AK Parti hükümeti geldi ve son yaşanan ağır ekonomik krizde ne yaptı? IMF ile anlaşma yapmadı. Aynı düşünce.

-Neden?
Çünkü IMF ile anlaşma yaptığınız zaman IMF'nin verdiği borcun nerelere harcanacağı önceden teminat altına alınıyor. Turgut Bey neden ‘hayır' dediyse Erdoğan da aynı sebepten ‘hayır' dedi. Çünkü IMF ile anlaşmak halkın zararına olan bir borcun milletin sırtına yüklenmesi demek.

-Borç nereye gidiyor?
Borç alınıyor, dolaylı yollardan ya silaha gidiyor ya da büyük sermayenin yapacağı yatırımlara. Borç alıyorsun, oraya intikal ettiriyorsun. Onlar alınan paranın büyük kısmını kendi tasarruflarına gideceğini bildikleri için ‘Neden yapmıyorsun?' diyorlar. Biz de onu bildiğimiz için ‘yapmıyoruz' diyoruz. Bu üçgenin, sermaye silah ve kalemiye üçgeninin kırılması lazım, çilekeş halkın refahı ve umudu bu noktadadır.

-Siz teşebbüs ettiniz mi kırmak için?
Bunu Turgut Bey başlattı. Sermaye ile askeriye sınıfını yan yana getiren en önemli hadise silah alımıdır. Silah alımı meselesinde sivil iradenin hiçbir gücü yoktu eskiden. Turgut Bey Savunma Sanayii Müsteşarlığı'nı kurdu. Kanun çıkardı. Savunma Sanayii Müsteşarlığı silahları alıyor artık. Talimat veren heyette genelkurmay başkanı ile başbakan da var. Askeriyenin silah alım işlemlerine müdahaledir bu. Çok büyük bir reformdur. Bu ister hayali, ister organize deyin ama etkili üçgenin, kırılması yolunda atılmış çok önemli bir adımdır.

-‘İrtica geliyor' kampanyalarının arkasında bu adımlar mı vardı?
İrtica haberleri manşetleri hep düzmece. Oysa reformlar hep halkın yararına. Bunu bilen siyasetçi manşetlerin etkisinde kalmaz, zaten işin aslını kavramayan, bilmeyen tertibi kıramaz ki!

-AK Parti için de ‘sivil diktaya gidiyoruz, yaşam tarzımız tehlikede' kampanyası yürütülüyor? Yine reformlardan rahatsızlık mı var?
Ben 60'ta üniversite öğrencisiydim. Menderes hakkında ‘Öğrencileri kıyma makinesine gönderdi' diye yayınlar yapıldı. DP iktidarı için bunu yazdılar hem de günlerce. Bir tane ölen, yaralanan insan yoktu. Her gün haber yaptılar, 28 Şubat'ta aynı yaygara... Nerede Ali Kalkancı? Nerede Fadime Şahin? Nerede Azcimendiler? Hepsini tertipçiler ayarladılar.

-Bu haberlerin kaynağı ve amacı aynı mı?
Vesayetin korunmasını devlet başkanı kademesinde bile sürdürebilirler. Evren Paşa İstanbul'da Huber Köşkü'nde (1988) bir bakanlar kurulu toplantısına başkanlık etti. Epeyce kalın klasörleri dağıttı, içinde hep gazete kupürleri, ‘irtica geliyor, hortluyor' haberleri. Cuma vakti de geliyor. Turgut Bey, ‘Biz inceleyelim' dedi, ama işi bağlayamadı, toplantıyı bitiremedi. Söz bana düştü, ‘Efendim, bir; bunların hepsi uydurulmuş haberler. İki, bunlar Türkiye'nin stabilitesini sarsmak isteyen grupların dış ve iç odakların melaneti. Bunlarla amel edilmez.' dedim. Oradan bir bakan söz aldı, benim sözümü hafifletmek için konuştu. Yani kendi aramızda bile ittifak yok, ama üçgenin ittifakı devamlı. Turgut Bey, ‘Cuma vakti, ben gidiyorum.' dedi. Ben de kalktım birkaç kişi devam etti.

-28 Şubat'ta Süleyman Demirel'e Genelkurmay'da verilen brifingde de gazete kupürleri var. Kim hazırlıyor bunları?
Ergenekon operasyonlarındaki gelişmeler bunları kimin, nasıl yaptığını belli eden iddialar içeriyor. Olağanüstülüğü kimler tezgâhlıyor? Haber sahibinden batar, sahibinden çıkar. Bize emniyet genel müdüründen bir yazı geldi, 1985-86 yılında. Yazı hâlâ duruyor. ‘Bir hafta içinde bir bakan öldürülecek' diyor. Allah Allah yazıyı aldım güldüm. Bizi öldüreceklerini biliyorlar, onları tutamıyorlar, bize ‘kendinizi koruyun' diyorlar. Bundan büyük tertip olur mu? Benim öldürüleceğimi emniyet genel müdürlüğüne bildiren insan-örgüt zaten öldürmek isteyen adamdır-örgüttür. Bu kadar basit. Yani çoğu haberler böyle. Kendileri üretir, yapar, satar, sonra ‘görüyor musunuz haberleri' diye de bağırır. Bunlara karşı dik durmak lazım.

-Nasıl?
Süleyman Bey (Demirel) brifing almaya Genelkurmay'a gidiyor. Cumhurbaşkanının Genelkurmay'da ne işi var? Emredersin gelirler. Efendim ‘korkuttular' diyorlar. Korkmasalardı canım. Cumhurbaşkanlığı makamı, başbakanlık makamı ‘korku makamları' değil. Korkusu olan zat oraya çıkmasın. İhtilal mi? Direnecek, ‘gelin yapın' diyecek. ‘Ardımda millet var' diyecek.

-Özal'la askerin arası nasıl bozuldu?
Biz geldiğimizde iktisadi kalkınmaya ihtiyacı vardı Türkiye'nin. Garnizonlardan bize oy çıktı. Epey dengeli gitti işler. Silahlı kuvvetlerle problemimiz olmadı. Satın almalara müdahale kaygısı başlayınca rahatsızlık oldu diyebilirim. Tabii ki tek sebep bu değil.

-Özal üstündeki baskıyı azaltmak için ne yaptı?
Türkiye'de sivil siyasetin iktidar olması için, bu silah, sermaye ve medya vesayetinin bitirilebilmesi için Batı'da olduğu gibi sivil yönetimin askerî istihbaratı da denetlemesi lazım. Hem alınan hem verilen istihbaratın denetlenmesi lazım. Turgut Bey, işin finans tarafını, satın alma tarafını bir şekilde halletti ama istihbarat tarafı halledilmedi. Sonra da askerî operasyonların sivil idarenin bilgi ve onayına bağlanması lazım.

-Bu iki konuda mesafe alınabildi mi?
Hayır. Ne askerî istihbaratın denetlenmesi var ne de hükümetin bilgilendirilmesi. Sadece ‘sonuç iyi olacak veya zorluklarla karşılaşılabilir' diye bildiriliyor. ‘Zor şartlara hazır olun' gibi genel bilgilendirmeler var. Bir de askerî operasyonların sorgulanması, denetlenmesi ve kararının sivil irade tarafından verilmesi lazım. Sivil irade bilgisi olsa, ‘şu operasyonu yapma' dese ne olur? Yunan başbakanının son ziyaretinde ne olduysa o olur…(Papandreu kış olimpiyatları açılışı için Erzurum'a gelirken Ege'de Türk jetleri uçtu.)

-Turgut Bey'in hazırlığı var mıydı bu konularda?
Hayır belki niyetleri vardı ama oralara gelememiştik. Şimdi bunları konuşabiliyoruz. 2007'deki e-muhtıradan sonra hükümetin dik duruşlu tavrı bazı şeylerin önünü açtı. ‘Ne yaparsanız yapın irade bizde' dendi, bugünkü iyileşmeyi o duruşa borçluyuz.

-Özal'ı statüko sevmedi. Neden?
Turgut Bey halkın içinden gelen birisi olarak Türkiye'nin şartlarına göre haksız ve aşırı güçlerle kavga etti. İster finans ve medya alanında, ister askerî alanda kim olursa olsun. Haksız edinilmiş güçlerin yerli yerine gelmesini sağlıyordu. Aşırılıklara, haksız yönetim anlayışlarına, vesayetlere, millete hesap vermeyen güçlere itiraz ediyordu. Kavgamızın kendisi parti kurmamızdı zaten. Partinin kendisi bu planın ilk adımıdır, gerekçesidir. Aşırılıkları durdurmanın ilk adımıdır. ‘Birileri yönetiyor Türkiye'yi. Biz niye kuralım partiyi­?' demedik. Anadolu'nun ezilmişliğine son verebilmek için, sadece ekmek için değil hür olabilmek için, hür bir toplum için kurduk ANAP'ı. Haksızlığa direnebilmek için parti kurduk.

-Kavga için mi?
Olacaksa kavgayı kabullendik. Kavgayı iktidar çıkarmıyor. Kavgayı medya veya Türkiye'nin ve meşru hükümetin planının dışında planı olan odaklar veya onların dışarıdaki arkadaşları, dostları çıkarıyor. Dışarı ile birlikte Türkiye'nin geleceğini kendi planlarına uygun bir ortam içinde gelişip büyümesini isteyenlerin ana hedefi kendi elitist düşüncelerinin yerleşmesidir ve elitlerin hükümran olmasıdır. Bizim düşüncemiz sermayenin ve idarenin halka geçmesidir, bu kavga sürüyor Türkiye'de.

-‘Ergenekon davasına AKP'de bile inanmayanlar var' deniyor. Siz ne diyorsunuz?
Demokratikleşme adına büyük bir merhaledir. TSK'nın darbecilerden temizlenebilmesi için bir fırsattır.

-Sivil anayasa yapılabilir mi?
Sivil anayasa şart. Bu seçim sürecinde siyaset pazarına herkes anayasa projesini sürmelidir. ‘Benim anayasa projem şu' diye AK Parti de CHP de ortaya bir metin koymalıdır. Millete geleceği göstermeliler, millet geleceğine oy verecek.

-Medyada bir değişim var. Sizin döneminizde medya nasıldı?
Medyada, şükürler olsun ki ideolojik etkiler giderek izafi olarak azaldı. Bizim dönemimizde iki büyük medya grubu vardı, bir kısmı eridi gitti. Bu üstün medya grubu büyük iş adamlarını haberlerle ürkütüyordu, yalan ve tertipli haberle kendilerine rakip olacak iş adamlarının iktisadi hayatını kontrol altına alıyorlardı. Şimdi neden üç beş ayrı finans grubunun medyası var? Korunmak için. Yoksa ondan para kazanmıyorlar. Silaha silahla karşı koyabilmek için iş adamları medya patronu oldu. Siyasilere ‘diktatör' diyorlar. Asıl diktatörlük medyadaydı. Bu diktatörlüğün kırılması seçimlere giderken Türkiye'nin en büyük kazancıdır.

-Seçim döneminin nasıl geçmesini bekliyorsunuz? Gerilim artar mı?
Üç seçim dönemi geçirdim. Bugün de yapay, uydurma senaryolar beklenir ama bir güvenim var: Medyanın yapısının kırılmış olması. Medya tekel değil, ideolojiden uzaklaşıyor, daha objektif medya grupları ortaya çıktı. Halk bir iki medya grubunun tekelinde olmayacaktır. Yoksa olağanüstülük Türkiye'de yeniden üretilirdi. Şimdi deneyecekler ama başarılı olamayacaklar.

-Neler deneyecekler?
Üç aylık seçim dönemi belirli senaryoları görme dönemi olacak. Daha öncekilerin aynı, hatta senaryoların yazarları çizerleri senaryo yazma ilkeleri değişmeyecek. Raflardaki senaryolar güncellenecek.

-Siyaset neden vesayete karşı zayıf?
Başbakanlığa geldiğimizde eski hükümetin projesini, gizli açık dosyalarını teslim alamayız, sadece bürokratik dosyaları alırız. Gidenler can alıcı bilgileri beraberlerinde götürür. Hâlbuki dosyalar kalıcı, yöneticiler süreli olmalıdır. Siyaset hayatında dosya yoktur, dosya kalmaz, insanlar kalır genel olarak. Biz gelene anlatırız ama gizli bilgilere kimse itibar etmez. Yani sivil yönetimin devamlılığı sağlanamıyor. ‘Devlette devamlılık vardır' denir ama, bürokratların devamlılığı ile yürümez bu işler. Dosyalar kalıcı ve devamlı olabilmelidir. Siyasi yöneticiler tam güvenle devir işlemini gerçekleştirmelidir.

-TSK darbeci gelenekten kurtulabilir mi?
TSK'nin içindeki zehiri kendisinin atması lazım. Dışarıdan müdahaleler daha zararlı etkiler doğurabilir. TSK'yı karşısına alan her düşüncenin karşısındayım. Darbecileri karşısına alan her düşüncenin yanındayım. Kütahya'ya gittik, er eğitim tugayında beş altı ay evvel, vali ve komutanların katılımı ile mezuniyet töreni yapılmış. Erler var bir de kısa dönem askerler var, müftüyü çağırıyorlar, müftü dua ediyor yedi bin kişi âmin diyor. Hepimiz ağladık dedi bunu bana anlatan. TSK'nın özü budur. Ordumuz milletini, Allah'ını seven bir anlayışa sahiptir. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın 28 Şubat'taki rolü belli, buna karşıyım ama bir beyanatını okudum; “Bizim teknelerin en yüksek direğinin en tepesinde daima iyi muhafaza edilmiş bir Kuran-ı Kerim vardır. Osmanlı geleneğidir bu. Biz Allah Allah diyerek savaşırız.” diyor. Ne kadar heyecan ve umut verici değil mi? Şimdi darbecilere sormak lazım ‘Peki neden sivil yönetimlerle kavga ediyorsunuz?' Kavga eden kim? TSK değil, darbeci kafa. ‘Sen yönetme ben yöneteceğim, önemli kararları sen verme ben vereceğim' diyor.

-Darbecilik bir zihniyet mi o zaman?
Darbeci kafa, ‘üstün akıl, büyük güç, yenilmez güç benim' diyen zihniyettir. Bu kafa herkesi alet olarak kullanır hatta her ideolojiyi alet olarak kullanır. Kendine ait bir menfaat, iktisadi hedefine uygun birisi varsa, kim onu gerçekleştirecekse o sivili de alır yanına onunla da çalışır. İşte darbe hükümetlerinin kuruluşu böyledir, kurduranlar böyle davranır. Sivilleri ve hükümeti araç olarak görürler. Nasıl düşmanı yenmek için en etkili silah tedarik ediliyorsa darbeci kafa, iktisadi büyümeyi kendine göre tarif eder ve ona uygun en iyi silah hangi bilim adamı, hangi siyaset adamı ise alır onu koyar yetki makamına. Darbe zihniyenin varlığı zaten problemin kendisidir. Kötülüğün geri gidişin engellenememesinin ta kendisidir. Milletlerin yönetiminin tabiatına aykırı bir şey. Tabii gidişe haksız bir müdahaledir. Makul gerekçisi yoktur. Gerekçesi kendi varlığından doğuyor.

YARADILIŞ KAVGASI 200 CİLT OLDU
-Millî Eğitim Bakanı iken yaratılış konusunu ders kitaplarına soktunuz, ne tepkiler aldınız?
Yaratılış meselesini ortaya attığımızda Türkiye'de büyük bir kesim ayağa kalktı, alkışladı. O ayağa kalkış bugün devam ediyor. ‘Demek ki böyle işler olabiliyormuş' dedi insanlar. Halkın ortak kanaat edinmesi esas eğitimdir. Hiç unutmuyorum; bir millî eğitim yetkilisi anlatmıştı. “Bahçelievler Camii'nden geliyorum, hoca hutbede Allah'a hamdetti, Allahım sana şükürler olsun, maymundan gelmediğimizi bilen bir bakan lütfettin dedi.”

-Tepkiler de vardı, daha çok kim bu meselede sizi hedef aldı?
Manşetleri cilt hâline getirdim, 200 cilt hâlinde evde duruyor. Millî eğitim bakanı ile medya ve sivil toplum kuruluşlarının kavgası bu. Esas itibariyle statükoyu savunanlar, zihinlerin liberalleşmesine itiraz edenler başı çekti.

-Ergenekon operasyonlarından sonra bu yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiçbir şey tesadüf değil, plansız değil. Hiçbir şey hedefsiz değil. Bizim hükümetimize karşı ve bize karşı yapılanlar da öyle değildi.

-Nasıl böyle bir yargıya varabildiniz?
Benim bakanlığımın son zamanlarımda TÜSİAD, eski müsteşarlardan birine onun nezaretinde bir gruba eğitim çalışması yaptırdı. 1985 yılıydı. Ama esas itibariyle bu çalışmada imam hatiplerin gereksizliği işleniyordu. Son derece tutarsız, ideolojik bilgilerle doluydu. İmam hatiplerin bir plan çerçevesinde etkilerinin azaltılması ve kaldırılması ile ilgili bir tema işlenmişti. Bilgiler ve rakamlar manipüle edilmişti. Toplantı tertip ettiler, dünya kadar para ayırdılar.

-Bu olay neyi gösteriyor? TÜSİAD'ın görevi mi imam hatipler?
Ben de soruyorum, büyük sermaye, dışarı ile irtibatı olan büyük sermayenin, böyle bir iş adamları grubunun, o zaman çok fazla üyesi de yoktu, imam hatiplerle ne alakası olabilir? Ne hakkı var? Çocuğunu göndermez! İmam hatipliden bir zarar görmez.

-Sizce neden uğraşıyor?
İmam hatiplerin kendi varlığının kaldırılması hedefi ile 28 Şubat'ta uygulamaya konan kesintisiz 8 yıllık eğitim hedefinin ana amacı aynı. Anadolu'nun çilekeş insanlarının çocukları işbaşına gelmesin istiyorlar. Elitler hâkim olsun, üstünler, havas sınıfı, sadece has sınıftan insanlar ülkeyi yönetsin. Bir anlamda ‘devlet gücüne prestiş' edenler yani. Çünkü halktan güç alamazlar.

ÖZAL'I DA BİTİRME PLANLARI YAPILDI
-ANAP'a darbe planları var mıydı?
Darbe planları daima vardır. Zehir ülkemizin geleceğinin düşmanları tarafından TSK'ya sokulmuştur, bilerek veya bilmeyerek bundan zehirlenenler daima vardır.

-Özal bu yapıları ne zaman fark etti?
Müsteşarlığı dönemlerinden beri biliyordu. Bir ittifak var gizli ve eninde sonunda ittifak hâlinde hareket ettiğini fark ediyorsun. Başlangıçta yalpalasalar bile bakıyorsun sonra birleşiyorlar. Özal çok zahmet çekti.

-Nasıl?
Bakın 13 medya patronu Özal'a ültimatom çekti. Suikasttan sonra geldiler. Birçok şey konuştular, onun görünür sonucu Mehmet Keçeciler'in teşkilat başkanlığından alınmasıdır. ‘Keçeciler'i teşkilat başkanlığından alacaksınız yoksa Türkiye'yi başına yıkarız' dediler. Doğan Grubu, Sabah Grubu vb. 13 patron geldi. O akşam Turgut Bey Keçeciler'i feda etti, genel başkan başyardımcısı yaptı. Çünkü, ‘Keçeciler şeriatçıdır, teşkilatı şeriatçılarla dolduruyor' diyorlardı. ‘İrticaa yatkın insanlarla dolduruyor, güçlendiriyor' diye yayınlar yapıyorlardı. O tutum bizim kırılma noktalarımızdan biridir, maalesef.

-Bu hakkı nereden buluyorlar?
Bunu soracak yiğit adamlar lazım. Hürriyet'in sahibi Sedat Simavi daha 1984'de ‘birinci kuvvet benim' diye Hürriyet gazetesinde manşet attı. Ertesi gün de Hürriyet'in kuruluş yıldönümüne davet edildik hepimiz. Tam bir tezgâh. Biz ‘gitme' dedik, Özal'ı bizzat aradı. Turgut Bey, ‘Adam telefon açtı, ağlıyor' dedi. ‘Sen varsan parti var, seni yok etmek istiyorlar, prim verme' diye direttik. ‘Simavi özür diledi' dedi. ‘Manşet atıp özür dilesin' dedik. Ancak merhamet, şefkat duygularını aşırı hareketlendirerek onu ikna ettiler. Hürriyet gününe gitti, çoğumuz gitmedik.

-Özal'ın ölümü normal miydi?
Her büyük liderin, reformcu liderin ölümünde çeşitli şüpheler vardır. Bunlar ciddi hâle gelmedikçe ve ciddi deliller bulunmadıkça konuşmak istemiyorum ama kafamda daima bir şüphe vardır. Zehirlenme eseri ölmüş diyemem. Şüphe varsa geriye doğru gitmek lazım. Turgut Bey'in reformcu olması, güç kavgasına girmesi eldeki güçlerin bir kısmının sivil iradeye, millete verilmesi gibi sebepler tabii ki hedef olmasını gerektirecek sebeplerdir.

-Suikastçı Kartal Demirağ'ın arkasında kim vardı? Neden araştırmadı?
Demirağ olayı dış ve iç servislerin emri ile birilerinin tezgâhıyla hazırlanan bir olaydır, aydınlatılmamıştır, aydınlattırılmamıştır. Özal, ‘Buldum ama Başbakan olarak üstüne gidersem memlekete yazık olur' dedi, neyi gördüğünü bilmiyoruz.

-Özal'a suikast şimdi araştırılıyor. Aydınlatılabilir mi?
Cumhurbaşkanlığı devlet denetleme kurulu zehirleme olayını inceliyor. Üçüncü, dördüncü hadisedir. Asıl iş suikast hadisesidir. Birincil olay odur. Onu arayıp bulmadan; failleri, planlayanları yönlendirenleri açığa çıkarmadan bir yere varılamaz. Bu olaydan başlayarak başa dönmeli. Kartal Demirağ hadisesi araştırılmalı. DDK samimi ise önce Demirağ'ı yani suikast olayını araştırmalıdır.

-Siz kongre salonundaydınız. Ne gördünüz?
İki el havaya kalktı, biri ateş etti, ikinci kişi yok meydanda. Herkese söyledim. Ahmet Selçuk'a, Mehmet Ağar'a, rahmetli Turgut Bey'e söyledim. Bu mesele öyle hazırlanmış ki bir kişi bitiremezse ikinci kişi bitirsin. Oradan başlaması lazım DDK'nın.

-Kim var bu işin arkasında?
Suikast palanı neye, kime yapılıyor? İşte bu kabuğu, ittifakı kırmak için uğraştı diye Özal'a. Demek ki kırmada başarılı oldu ki suikast düzenlendi.

-Başka ne tür müdahaleler oldu?
Özal'ı Mesut Yılmaz'ı başbakan yapmaya ikna ettiler.

-Kim?
Bilmem. İttifak desem yeridir. Mesut Bey'le beraber Türkiye'nin ilerlemesi durdu, sonra da 2002 krizi geldi.

-İttifak bitirilebilir mi?
Ergenekon'la ittifakı birbirinden ayırmak lazım. İttifak derken silah, sermaye ve kalem olarak, meşru güçleri söylüyoruz. Ergenekon işi gayrimeşru güçlerdir, darbecilik iddiasıdır. Onu ilişkilendirmemek lazım.

-Demokratikleşme ittifakı nasıl etkiler?
Her ittifak faydalı da olabilir zararlı da olabilir ama bu ittifak bugüne kadar halkın lehine işlememiştir, sadece statükoyu koruyucu bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi bizim ana hedefimiz şu olmalı; bu ittifak varsa vardır, bu ittifakı çilekeş Anadolu halkının lehine ve Türkiye'nin geleceğine faydalı olacak şekilde kullanmak lazım. Bu ittifakın dış irtibatlarını da kendi kontrolümüze almamız lazım. Buraya varış güçlü siyasi iradeyledir, dik duran bir iradeyledir. Unsurları doğru, yerli yerine oturtan bir iradedir bu. 28 Şubat döneminde hiçbir şey yerli yerinde değildir. Cumhurbaşkanı, yüksek yargı üyeleri, gazeteciler Genelkurmay Başkanlığı'na gidiyor asker marşı söylüyordu. İşte siyasi irade herkesi yerli yerine oturtur. TÜSİAD başkanı, anayasa mahkemesi başkanı, cumhurbaşkanı da yerli yerine oturur.

ASELSAN İntiharları Psikolojik Değilmiş

ASELSAN’da çalışan ve 2006 yılında psikolojik rahatsızlık nedeniyle intihar ettikleri öne sürülen üç mühendisle ilgili soruşturmada ilginç bilgilere ulaşıldı.

ASELSAN’da savaş uçakları yazılımının modernizasyonu için çalışan ve 2006 yılında psikolojik rahatsızlık nedeniyle intihar ettikleri öne sürülen üç mühendisle ilgili soruşturmada ilginç bilgilere ulaşıldı. SSK, üç mühendisin ölümlerine kadar psikolojik tedavi görmediklerini, sadece soğuk algınlığında alınacak ilaçlar kullandıklarını belirten bir raporu Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na gönderdi.

Donanmadan belge çıkmıştı

Askeri casusluk operasyonunda, 2006 yılında arka arkaya intihar ettiği öne sürülen ASELSAN mühendislerinin ölümüne dair belge ve dokümanlar ele geçirilmişti.

Askeri casuslukla ilgili soruşturmayı yürüten İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Fikret Seçen, ASELSAN’daki ölümlere ilişkin ortaya çıkan yeni belgeleri ‘görevsizlik’ kararı ile Ankara’ya sevk etmişti. Seçen’in sevk işleminin ardından milli tank projesini yürüten mühendis Hüseyin Başbilen, F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu, komuta kontrol ve şifreleme sistemleri üzerine çalışan mühendisler Evrim Yançeken ve Halim Ünsem Ünal’ın ölümlerine ilişkin soruşturma dosyası yeniden açıldı.

Savcı SKK’dan rapor istedi

Seçen’in 2010\1323 soruşturma muhabere numarası ile gönderdiği dosyada yer alan bilgiler ışığında Ankara Cumhuriyet Savcılığı soruşturmayı derinleştirdi. Peş peşe hayatını kaybeden ASELSAN mühendislerinin ölüm nedeni o dönemde “intihar” olarak kayıtlara geçmiş ve mühendislerin psikolojilerinin bozuk olduğu için intihar ettikleri öne sürülmüştü.

Ancak mühendislerle ilgili soruşturmayı yürüten Ankara Cumhuriyet Savcısı Veli Dalgalı, SSK’dan mühendislerin SSK aracılığıyla ne tür tedaviler gördüklerini ve hangi ilaçlar kullandığına dair ayrıntılı bir rapor hazırlanmasını istedi. SSK’dan gönderilen raporda ise, mühendislerin psikolojik tedavi görmediği, psikolojik rahatsızlıklarda kullanılan anti depresan niteliğinde ilaç almadıkları, sadece soğuk algınlığında kullanılacak nitelikte ilaçlar aldıkları belirtildi. Rapor, mühendislerin ölümüne ilişkin bugüne kadar ortaya atılan “psikolojik sorunlardan dolayı intihar” iddialarını da çürütmüş oldu.

Telefon kayıtları istendi

Edinilen bilgiye göre, intihar ettiği öne sürülen mühendislerin tüm telefon görüşmelerinin kayıtları hem cep telefonu operatörlerinden hem de Türk Telekom’dan talep edildi. 4 Ağustos 2006 yılında aracında bileği ve boğazı kesik bir halde bulunan ve henüz iki aylık evli olan Hüseyin Başbilen’in eşinin telefon görüşmelerine ait detaylarda araştırılıyor.

Savcılığın, üç mühendisin intihar ettiğine dair otopsi raporunu hazırlayan uzmanları, ele geçen belgelerde isimleri geçen kişileri ve ve mühendislerin iş arkadaşlarını yeniden dinleyeceği bildirildi.

İnsan hem bileğini hem boğazını kesemez

İntihar ettiği öne sürülen ASELSAN mühendislerinden Hüseyin Başbilen’in babası Vehbi Başbilen, şunları söyledi: “Oğlum öldüğü dönemde intihar etmediğini söylemiştim. Zaten olay yeri inceleme raporu da benim iddialarımı doğrular nitelikte ‘bir insan aynı anda hem boğazını hem bileğini kesemez. Ölüm nedeni intihar değil’ şeklinde hazırlanmıştı. Ben evladımı okutmak için bin bir zorluk çektim. Böyle beyinler kolay yetişmiyor. Devletin bu ölümlerin aydınlanması için otoritesini kullanması lazım. Eğer bu soruşturmadan da sonuç çıkmazsa, bu kez Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na çıkacağım. Daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazmış ve bunu korumalarına vermiştim. Ancak ulaştı mı ulaşmadı mı bilmiyorum. Çünkü bana geri dönüş olmadı.”