Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un önceki günkü konuşmasında, üslup başta olmak üzere olumlu epey nokta vardı.
Ancak şu sorulardan kurtulmamız da mümkün olmuyor: "Türkiye halkı" vurgusu, Kürt sorununa ya da Güneydoğu meselesine yepyeni bir ufuk getiriyor. Bu vurgu -ki Atatürk'ün sözüne atıfla yapıldı ve Atatürk'ün sözü yıllardır biliniyordu- daha önce, mesela 30 yıl önce yapılsaydı, acaba PKK terörü, Türkiye'ye bu kadar insan, güç, zaman ve enerji kaybettirir miydi? Keza "modern bir cumhuriyet, ancak demokrasi ile gerçekleşir" vurgusu... Tam da 2. Cumhuriyetçiler diyerek, dışarının adamları gibi gösterilmek istenen aydınların, bıkmadan usanmadan söyledikleri değil midir?
Sayın Başbuğ, demokrasinin temellerini sayarken, birinci madde olarak "kuvvetler ayrılığı"nı söyledi. Böylece, Türkiye'de demokrasinin en sıkıntılı konusuna parmak bastı. Pekiyi, son cumhurbaşkanlığı seçiminde Genelkurmay sitesine e-muhtıra koyarak bu seçime müdahale etmenin, kuvvetler ayrılığı ilkesindeki yeri nedir? Eğer şimdi bir zihniyet değişikliğine gidiliyorsa, darbeler dâhil, tam bir açıklıkla özeleştiri yapılması gerekmiyor mu?
Yine Sayın Genelkurmay Başkanı, "Toplumların dönüşümünde asker daima öncü olmuştur." diyor. Bugün en büyük toplumsal dönüşüm, hatta ülke yönetimini de kapsayan ve Cumhuriyet tarihimizdeki en büyük dönüşüm, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğidir. Acaba, iki saatlik konuşmasında Sayın Başbuğ, AB üyeliğimizden tek bir defa olsun neden bahsetmedi? Sayın Başbuğ, Genelkurmay başkanı olduğunda, basınla ilk buluşmasında kendisine "Silahlı Kuvvetler AB'ye üyelik hedefini destekliyor mu?" diye sorulmuş ve şu cevabı vermişti: "Devir teslim konuşmasında söyledim: TSK çağdaşlığın ve ilericiliğin simgesi olmuştur. TSK için AB'ye tam üyelik, Atatürk'ün amaçladığı çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmak için çok önemli bir araçtır." Konuşması bir kurmay heyeti tarafından hazırlandığı halde, AB'den hiç bahsetmemek, yine de bir unutkanlık eseri midir?
Sayın Genelkurmay Başkanı'nın, din, cemaatler, siyaset ve toplum hakkındaki değerlendirmeleri de tıpkı yukarıdaki hususlar gibi pek çok soru işareti taşıyor. Dinin ne olduğunu, devlet tarif edemez. Bizim dinimizin kaynakları bellidir: Kur'an, hadis, icma ve kıyas. Biz dinimizi yeni keşfediyor değiliz. İslamiyet bu topraklarda asırlardır yaşıyor. Sevgiyle, hoşgörüyle, adaletle, birliğimizin en büyük, evet en büyük mayası olarak bizi sarıp sarmalıyor. Demokratik laiklik, müminlere; neyi nasıl yapmaları gerektiğini dikte etmek değil, inançları yaşama özgürlüğünü sağlıyor. Bu, Avrupa'da da böyle, Amerika'da da böyle...
İslam doğru anlaşılamazsa, Müslüman da doğru anlaşılamaz. Bu ülkede Peygamber (sas) âşığı hiçbir mümin, Peygamber Ocağı'na düşman olamaz. Bunu içinden bile geçiremez. Nasıl Müslüman terörist olamazsa, Müslüman kendi silahlı kuvvetlerinin, gözbebeğimiz dediğimiz bir kurumun düşmanı da olamaz. Bu ülkede ordu düşmanlığı en büyük bölücülüktür. "Bazı dinî cemaatler" deyip, makul, mütedeyyin bir çoğunluğu devlete karşı ekonomik ve siyasî güç biriktiren hasım gibi göstermeyi, kamuoyunun vicdanına havale ediyoruz. Yine, önyargılardan bahsedip; sadece vatan, bayrak, "Büyük ve Güçlü Türkiye" diyen milyonlara, önyargıyla bakılıyorsa bunu da kamuoyunun vicdanına havale ediyoruz. Yine dağdaki PKK'lıya gösterilen müsamahanın bu insanlardan esirgenmesini millet vicdanına havale ediyoruz... Tehlikeli olan, bu ülkede gerilim ve çatışma isteyen odakların, bu yaklaşımları fırsat bilip yeni tertip ve provokasyonlara girişmesidir. Ergenekon terör örgütü davası, evet ucu Silahlı Kuvvetler'e de dokunan bir davadır. Burada önemli olan, TSK'yı kurum olarak yıpratmamak ve devletin bu meselenin altında kalmamasını sağlamaktır. Ordumuzun darbelerle, demokrasiye müdahalelerle, hukuk dışına çıkmış yapılarla birlikte anılmasını istemiyoruz. Bu, ordu düşmanlığı değildir. Tam tersine, ordumuzu en büyük güven kaynağı olarak görmek arzusudur...
Ancak şu sorulardan kurtulmamız da mümkün olmuyor: "Türkiye halkı" vurgusu, Kürt sorununa ya da Güneydoğu meselesine yepyeni bir ufuk getiriyor. Bu vurgu -ki Atatürk'ün sözüne atıfla yapıldı ve Atatürk'ün sözü yıllardır biliniyordu- daha önce, mesela 30 yıl önce yapılsaydı, acaba PKK terörü, Türkiye'ye bu kadar insan, güç, zaman ve enerji kaybettirir miydi? Keza "modern bir cumhuriyet, ancak demokrasi ile gerçekleşir" vurgusu... Tam da 2. Cumhuriyetçiler diyerek, dışarının adamları gibi gösterilmek istenen aydınların, bıkmadan usanmadan söyledikleri değil midir?
Sayın Başbuğ, demokrasinin temellerini sayarken, birinci madde olarak "kuvvetler ayrılığı"nı söyledi. Böylece, Türkiye'de demokrasinin en sıkıntılı konusuna parmak bastı. Pekiyi, son cumhurbaşkanlığı seçiminde Genelkurmay sitesine e-muhtıra koyarak bu seçime müdahale etmenin, kuvvetler ayrılığı ilkesindeki yeri nedir? Eğer şimdi bir zihniyet değişikliğine gidiliyorsa, darbeler dâhil, tam bir açıklıkla özeleştiri yapılması gerekmiyor mu?
Yine Sayın Genelkurmay Başkanı, "Toplumların dönüşümünde asker daima öncü olmuştur." diyor. Bugün en büyük toplumsal dönüşüm, hatta ülke yönetimini de kapsayan ve Cumhuriyet tarihimizdeki en büyük dönüşüm, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğidir. Acaba, iki saatlik konuşmasında Sayın Başbuğ, AB üyeliğimizden tek bir defa olsun neden bahsetmedi? Sayın Başbuğ, Genelkurmay başkanı olduğunda, basınla ilk buluşmasında kendisine "Silahlı Kuvvetler AB'ye üyelik hedefini destekliyor mu?" diye sorulmuş ve şu cevabı vermişti: "Devir teslim konuşmasında söyledim: TSK çağdaşlığın ve ilericiliğin simgesi olmuştur. TSK için AB'ye tam üyelik, Atatürk'ün amaçladığı çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmak için çok önemli bir araçtır." Konuşması bir kurmay heyeti tarafından hazırlandığı halde, AB'den hiç bahsetmemek, yine de bir unutkanlık eseri midir?
Sayın Genelkurmay Başkanı'nın, din, cemaatler, siyaset ve toplum hakkındaki değerlendirmeleri de tıpkı yukarıdaki hususlar gibi pek çok soru işareti taşıyor. Dinin ne olduğunu, devlet tarif edemez. Bizim dinimizin kaynakları bellidir: Kur'an, hadis, icma ve kıyas. Biz dinimizi yeni keşfediyor değiliz. İslamiyet bu topraklarda asırlardır yaşıyor. Sevgiyle, hoşgörüyle, adaletle, birliğimizin en büyük, evet en büyük mayası olarak bizi sarıp sarmalıyor. Demokratik laiklik, müminlere; neyi nasıl yapmaları gerektiğini dikte etmek değil, inançları yaşama özgürlüğünü sağlıyor. Bu, Avrupa'da da böyle, Amerika'da da böyle...
İslam doğru anlaşılamazsa, Müslüman da doğru anlaşılamaz. Bu ülkede Peygamber (sas) âşığı hiçbir mümin, Peygamber Ocağı'na düşman olamaz. Bunu içinden bile geçiremez. Nasıl Müslüman terörist olamazsa, Müslüman kendi silahlı kuvvetlerinin, gözbebeğimiz dediğimiz bir kurumun düşmanı da olamaz. Bu ülkede ordu düşmanlığı en büyük bölücülüktür. "Bazı dinî cemaatler" deyip, makul, mütedeyyin bir çoğunluğu devlete karşı ekonomik ve siyasî güç biriktiren hasım gibi göstermeyi, kamuoyunun vicdanına havale ediyoruz. Yine, önyargılardan bahsedip; sadece vatan, bayrak, "Büyük ve Güçlü Türkiye" diyen milyonlara, önyargıyla bakılıyorsa bunu da kamuoyunun vicdanına havale ediyoruz. Yine dağdaki PKK'lıya gösterilen müsamahanın bu insanlardan esirgenmesini millet vicdanına havale ediyoruz... Tehlikeli olan, bu ülkede gerilim ve çatışma isteyen odakların, bu yaklaşımları fırsat bilip yeni tertip ve provokasyonlara girişmesidir. Ergenekon terör örgütü davası, evet ucu Silahlı Kuvvetler'e de dokunan bir davadır. Burada önemli olan, TSK'yı kurum olarak yıpratmamak ve devletin bu meselenin altında kalmamasını sağlamaktır. Ordumuzun darbelerle, demokrasiye müdahalelerle, hukuk dışına çıkmış yapılarla birlikte anılmasını istemiyoruz. Bu, ordu düşmanlığı değildir. Tam tersine, ordumuzu en büyük güven kaynağı olarak görmek arzusudur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder