Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ klasik bir paşa gibi değil entelektüel donanıma sahip üniversite hocası gibi konuştu. 'Montesquieu' dedi, 'Weber' dedi, 'Huntington' dedi. ABD Başkanı Obama'nın TBMM konuşmasını hatırlattı. Başbuğ'un, sözlerini Batılı filozoflarla süslemesi yeni değil, öteden beri sıkça başvurduğu bir yöntem.
Meslektaşların aktardığına göre eski Genelkurmay başkanlarının hemen hepsi toplantıda yerlerini alırken Hilmi Özkök'ün yokluğu gözden kaçmamış. Başbuğ'un iki saati bulan konuşmasını ekrandan dikkatle takip ettim. Söze başlarken 'Güncel konulara fazla girmeden akademik pencereden bakacağım' dedi. Sıcak konular için Ankara'da yapacağı basın toplantısına randevu verdi.
Uzun uzun 'asker-sivil' ilişkilerinden bahsetti. Kabul etmek lazım ki Türkiye'de asker-sivil ilişkileri sağlıklı değil. Siyasetin üzerinde askerin ağırlığı söz konusu... Asker, belirli aralıklarla siyasete müdahale etmeyi bir alışkanlık hale getirdi. Çok değil iki yıl önce gece yarısı yayımlanan internet bildirisi cumhurbaşkanlığı seçimini dışarıdan yönlendirme çabasından başka bir şey değildi. Ergenekon'un ikinci iddianamesi 2003 ve 2004 yılları arasındaki darbe planlarını konu alıyor. Neresinden bakılırsa bakılsın Türkiye'nin asker-sivil ilişkileri problemli. Başbuğ yumuşak bir üslup içinde akademik pencereden konuya ilişkin bakış açısı ortaya koydu. Asıl soru şu: Acaba Başbuğ referans gösterdiği Huntington veya Montesquieu'nun ülkelerinde olduğu gibi ordunun Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmasına nasıl bakar? Modern devlet olmanın bir gereği olarak görür mü? Yargının asker-sivil diye ikiye ayrılmasını çağdaş devlet anlayışına uygun bulur mu? Aslında bunlar asker-sivil ilişkilerinin bir parçası. Başbuğ'un en çarpıcı sözleri Kürt sorunu ve terörle mücadele konusunda söyledikleriydi. Genelkurmay Başkanı'nın ağzından bugüne kadar duymaya pek alışık olmadığımız cümleler döküldü. Atatürk'e atfen 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran, Türkiye halkıdır' dedi ve ekledi: 'Buradaki halk yaşayan halkın bütününü içeriyor. Türkiye lafını çekin oraya Türk koyun, bu etnik bir tanım olur' dedi.
Bir askerden beklenmeyen önemli bir çıkış. Bununla da yetinmedi, 'alt kimlik, üst kimlik' dedi. Benzer sözleri zaman zaman siyaset adamları da kullandı ancak kalıcı olamadı. Yıllar önce Tansu Çiller Türkiye vatandaşlığı, Türkiyelilik kavramlarını ortaya attı, itirazlar üzerine sözün ötesine geçemedi. Başbakan Erdoğan 'alt kimlik üst kimlik' olgusuna dikkat çekti ancak bunu bir siyasi projeye dönüştüremedi. Şimdi Genelkurmay Başkanı söylüyor. Bu da bu açılımın bir siyasi partinin söyleminin ötesine geçerek bir devlet politikasına dönüşeceğine işaret ediyor. Başbuğ'un konuşmasındaki en heyecan verici yer burası.
Genelkurmay Başkanı konuşmasının son bölümünü laiklik ve dinî hareketlere ayırdı. Türk toplumundaki din gerçeğine vurgu yaparken 'Ordunun halkın değerlerine saygı duymaması düşünülemez' dedi. Halkın orduya 'peygamber ocağı' dediğini hatırlattı. Doğru, TSK'nın geleneğinde din vazgeçilmez bir değer. Bazı kırılmalar yaşanmadı değil. 28 Şubat uygulamaları ve sonraki yıllarda bazı generallerin din ve dindarlara alerji duyan sözleri unutulmamalı. Örnek mi? Üç yıl önce Türkiye Emekli Subaylar Derneği Başkanı emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu açıkça TSK'yı Atatürk Cumhuriyeti'nin ordusu olarak tanımlarken 'peygamber ocağı' tanımını reddettiğini söyledi. Şu sözler Küçükoğlu'nun: 'TSK'nın askeri Atatürk'ün Mehmetçiğidir, Peygamber'in Mehmetçiği değil.' Mütedeyyin halkın orduya bakışında bir sorun yok, problem bazı ordu mensuplarının dinle aralarına mesafe koyma çabasından geliyor. TSK'yı asıl yıpratan da bu. Başbuğ'un uyarısı aslında bu gibi destursuz sözlere... Genelkurmay Başkanı'nın dinsel gruplarla ilgili söyledikleri ayrı bir tartışma konusu. Merak ettiğim dinî gruplar derken acaba Alevi cemaatini de kastetti mi?
Başbuğ'un bu konuşması unutulmayacak. Sözünün bir yerinde 'TSK demokrasiye bağlıdır' dedi. Bu mesaj sadece dışarıya değil, aynı zamanda içeriye. Demokrasiye bağlılık sözle değil eylemle de desteklenmeli...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder