5 Haziran 2015 Cuma

MİT TIRLARI, TÜRKİYE'Yİ SAVAŞA SOKABİLİR / Sedat Laçiner

Dış politika hamaset ve öfke yeri değildir; bilgelik, itidal ve gerçekçilik ister...

Gücünüzü ve rakiplerinizin gücünü doğru hesaplayıp ona göre hareket etmek zorundasınızdır. Aksi taktirde rezil olmakla kalmaz, milletçe çok ağır bedeller de ödersiniz…

Ne yazık ki Türkiye son birkaç yıldır kendisini dev aynasında görüyor... Kendisini ‘lider ülke’ sanıyor... Buradaki sorun ise dünyanın bundan haberinin olmaması...

Ekonomik ve toplumsal verileri önümüze açıp baktığımızda, bırakınız ‘dünya lideri’ bir ülkeyi, gelişmiş bir ülke dahi göremiyoruz. Türkiye, elbette ciddiye alınması gereken önemli bölgesel güçlerden bir tanesi. Ancak bir 'dünya devi' asla değil. Ne askeri, ne siyasi ne de iktisadi alanda Türkiye’yi ‘büyük güç’ (great power) olarak görebilmek mümkün değil...

Diğer taraftan Hükümet çevreleri ve onu destekleyen kitle ‘büyük devlet’ hatta ‘lider ülke’ iddiasında korkarım samimi ve buna iman derecesinde bağlı…

Bazılarının güç/iktidar sarhoşluğu olarak gördüğü bu yanılsama, maalesef sanıldığı kadar zararsız bir halüsinasyon da değil. Kendinizi olduğunuzdan fazla görürseniz yapamayacağınız işlerin altına girersiniz ve bundan çok büyük zararlar görürsünüz. Türkiye’nin Suriye, Mısır, Libya, Irak, İsrail ve daha pek çok politikası buna örnek gösterilebilir...

MİT TIRLARI, YENİ GOEBEN VE BRESLAU MU?

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişini hatırlayınız. Enver Paşa ve arkadaşları, Osmanlı’nın gücünü yanlış hesap ederek ve kaybedilen toprakları geri alma ümidiyle İmparatorluğu oldu-bittiye getirdi ve koca devleti bir oyunla savaşa soktu:

Savaşın başında ‘tarafsız devlet’ olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticileri, Almanya’nın iki savaş gemisini (Goeben ve Breslau) Türk kara sularına kabul etmekle kalmadı, bunlara Osmanlı bayrağı çekip birine Yavuz, diğerine Midilli adlarını verip Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalattı. Böylece yıllarca sürecek ve Osmanlı Devleti’ni yok edecek olan cihan harbine Almanya’nın yanında girmiş olduk...

Bu manzaradaki en büyük sorun istişare ve hukuk eksikliğidir. Bir devlet savaşa girerken en geniş katılımlı istişareler yapılmamış, millet bir yana, devletin ortak aklı dahi aranmamıştır...

Türkiye’nin Suriye politikası da bugün aynı sorunlarla maluldür. Hükümet, Suriye’de adeta ateş ile oynarken halkın bu husustaki rızası aranmamaktadır. Hatta bırakınız halkı, Türkiye'nin Suriye politikasına Dışişleri Bakanlığı diplomatlarının, hatta AK Parti milletvekillerinin dahi ne kadar katıldığı belli değildir...
 Başka bir deyişle dış politikada ‘demokratik açık’ kabul edilemez bir boyuttadır.

Hükümet’in ve Cumhurbaşkanlığının bu konudaki genel yaklaşımı, “sandıktan en çok oyu ben aldım, yetki bendedir, kimseye sormama gerek yok” şeklindedir. Demokrasiyi sadece sandıktan ibaret sanmanın doğal bir sonucudur bu yaklaşım. Oysa ki sağlıklı çalışan bir demokraside her fırsatta halkın görüşüne başvurulur, katılım aranır. Dış politika ve istihbarat gibi konularda dahi demokrasiler kamuoyunu önemser, kararlarını en azından bir Meclis komisyonu vasıtasıyla meşrulaştırmaya çalışır.

Söz konusu olan savaş ise konuyu halkın dikkatinden kaçırmak her anlamda bir felakettir…

Türkiye, 2011’den bu yana Suriye iç savaşının taraflarından biri haline gelmiştir. Türkiye, savaşa silah ve mühimmat sevkinden, para yardımına, savaşçıların tedavisinden lojistik teminine kadar her boyutta iç savaşın parçasıdır. Yakalanan MİT tırları, bu faaliyetlerin belki de küçük bir parçasını oluşturmaktadır...

Ankara, bu işe başlarken Batı ile birlikte hareket ediyordu. Ancak ABD, Fransa ve İngiltere gibi Batılı ülkeler Esad-karşıtı silahlı muhaliflerin içindeki radikal İslamcı unsurlara güvenemedi ve muhalefete desteğini sınırlı tuttu. Son 1 yıldır ise Batı, açıkça önceliğinin Esad’ın devrilmesi değil, IŞİD ve diğer radikal İslamcıların etkisiz hale getirilmesi olduğunu söylüyor.
Türkiye, Batı ile başladığı yola Batı ile devam etmedi. Bugün Türkiye’nin Suriye’deki en önemli müttefikleri Suudi Arabistan ve Katar. Türkiye’nin Irak, Libya ve Yemen’de de Batı’dan ayrı bir strateji izlediği görülüyor.

Hükümetin bu stratejisini eleştirebiliriz veya beğenebiliriz. Ancak asıl sorun Türkiye’nin özellikle Suriye’de attığı adımların içeride yeterince tartışılmaması, hukuki ve meşru temellerinin bulunmayışıdır. MİT tırlarındaki gibi hamleler hangi iç veya dış hukuk maddesine dayanmaktadır? Böylesine radikal bir kararı hiçbir hükümet keyfi olarak tek başına alamaz. Çünkü herkes bilir ki bu tür müdahaleler o ülkeyi savaşa sokabilir. Esad, İran veya Rusya Türkiye’yi savaşan taraf ilan etse ve bir anda kendimizi savaşın ortasında bulsak bunun hesabını kim, nasıl verecektir?

Türkiye’nin Suriye’deki bir diğer uygulaması da eğit-donat projesinde olduğu gibi uluslararası hukuka dayanmaksızın müdahaleciliğini deklare etmesidir. Oysa ki benzeri uygulamalar bazı devletler tarafından Türkiye’ye karşı ileride kullanılabilir. PKK gibi çeşitli terör örgütleri sorunu olan bir ülkenin bir başka ülkenin içişlerine bu kadar kolay müdahale etmesi ve bunu gizleme gereğini dahi duymaması en hafif tabiriyle tedbirsizliktir. Başka devletlerin içişlerine müdahale etmek Birleşmiş Milletler sistemini ihlal etmektir. Bu kuralı ABD gibi başka devletlerin de ihlal ettiğini söyleyebilirsiniz, ancak bir kuralı ihlal etmenin bedelini ödeyecek kadar gücünüz yok ise yanlış örnekleri izlemek ülkeniz için çok pahalıya malolabilir.

TEMELLERE DÖNÜŞ

Türkiye’nin 2011’e kadar Ortadoğu politikasındaki en önemli temel ilkeleri şunlardı:
-  
       - 
Devletlerin içişlerine karışmamak; Zorunlu müdahalelerde mutlaka Uluslararası Hukuk’a dayanmak, Uluslararası Toplum ile birlikte hareket etmek,

-          - Araplar arasındaki kavgalara karışmamak,

-          - İslam dünyasındaki dini bölünmelerde taraf olmamak,

-          - Savaşlardan olabildiğince uzak durmak.

Geçmiş dönemi ‘çekingen olmak’la, ‘pasif’ olmakla suçlayanlar kısmen haklı olabilirler. Ancak yukarıda saydığımız 4 temel ilkenin pek çok haklı dayanağı olduğu da görülmelidir. Aslına bakarsanız Arapların ve İslam halkların arasındaki iç çatışmalarda, kısır tartışmalarda taraf olmamakla Cumhuriyet’ten önce Osmanlı’nın temel düsturudur. Diğer beylikler küçülüp kaybolurken, Osmanlı’nın bir beylikten imparatorluğa dönüşmesi hiç şüphesiz Müslümanlar arasındaki aile içi kavgalardan uzak durmasından, yüzünü Avrupa’ya çevirmesinden dolayıdır.

Türkiye, Ortadoğu politikalarını gözden geçirmek zorundadır... Öncelikle politikaların hukuki ve meşru bir zemine oturması gerekiyor. Ben yaptım oldu mantığı ile dış ilişkileri yürütmek son derece tehlikelidir. Böyle bir yaklaşım çok sayıda hataya da kapı açar...

İkincisi, gücümüzle ve gerçeklerle uyumlu bir dış politikaya dönülmesi şart. Vehmettiğimiz gerçeklere göre politika oluşturamayız...

Üçüncüsü, her geçen gün bir kan denizine dönen Ortadoğu’nun sıradan bir ülkesi olmak istemiyorsak, dış politikanın Avrupa merkezli günlerine geri döndürülmesi gerekiyor. Aksi taktirde Türkiye’nin bölgesine bir yararı olamayacağı gibi, kendisini de son derece sorunlu olan bu bölgeden çıkaramayacaktır.