HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, oylarının “bıçak sırtında”
olduğunu tekrarlıyor. Gerçekten de kamuoyu araştırmalarında, sonuçlar
10-11, azami 12 olarak çıkıyor. Ama yanılma payıyla birlikte rakam yüzde
10 civarında dolaşıyor.
Ben çevremde giderek Demirtaş’a ilginin büyüdüğünü görüyorum. HDP’ye oy vermeyecek olanlar dahi Demirtaş’ı çok sempatik buluyor. Tabii bu partinin üzerinde PKK’nın gölgesi var. Bu bakımdan, bölünme korkusunu üzerinden atmak kolay değil.
HDP’ye yönelik ikinci iddia da AK Parti ile pazarlık yapabileceği ve alınacak haklar karşılığında Tayyip Erdoğan’ın başkanlığının kabul edileceği hususu.
Bir de tersinden düşünsek… Diyelim ki HDP barajı aşamadı ve AK Parti salt çoğunluğu elde etti. Anayasa’da değişiklik gerçekleşmese dahi, fiilen bir başkanlık sistemi uygulanıyor Türkiye’de. Üstelik o kadar pervasızca davranılıyor ki, hoşa gitmeyen insanlar, Sulh Ceza hâkimlikleri vasıtasıyla hemen cezaevine gönderiliyorlar; medya üzerinde ağır bir tehdit var. “HDP, AK Parti ile işbirliği yapacak” kaygısı duyularak, AK Parti’nin tek başına iktidarının yolu mu açılsın? Faşizmin karanlığına mı Türkiye gömülsün? Dolayısıyla bu gerekçeyi hiç makul bulmuyorum.
PKK ile HDP ilişkilerine gelince… HDP baraj altında kalırsa, PKK terörü duracak mı?
Selahattin Demirtaş mı terör eylemlerini yönlendiriyor? Aksine HDP’nin bütün Türkiye’nin desteğiyle barajı aşması, barış için bir umut kapısıdır. Müzakerelerin parlamento zemininde sürdürülmesi fırsatını yaratır.
Zaten BDP’nin yerine HDP’nin kurulması ve Kürt siyasi hareketinin Türkiyelileşmesi bir Öcalan hareketi. Eğer silâh bırakılıp siyaset yapılması isteniyorsa, bu imkân mutlaka değerlendirilmelidir.
Selahattin Demirtaş, sempatik tavırlarıyla HDP’ye oy vermeyecek olan seçmenin de gönlünü kazandı. Yaptığı bir lâtifeyi, Posta Gazetesi’nde Candaş Tolga’nın sütununda okudum.
AK Partili Mahir Ünal, “HDP lideri Demirtaş, eşcinsel evlilikle ilgili acaba ne düşünüyor” diye soruyor. Bu soruyu danışmanlarından duyan Demirtaş, Mahir Ünal’ı arıyor ve “Teklifinizi arkadaşlar şimdi iletti. Ama şu anda düşünmüyorum. Eşimle çok mutluyuz. Teşekkür ederim” diyor.
Siyasette bunca gerginliğin yaşandığı bir süreçte, bu gibi espriler geleceğe dair umut beslememize imkân veriyor.
Sadece kendisi için adalet arayanlar
Cumhuriyet Gazetesi, silâh taşıyan MİT TIR’larının fotoğrafını kullanarak cesur bir tavır sergiledi. Demokrasinin bütün kurallarıyla işlediği bir ülkede, gazeteciler ya da politikacılar cesur olmak zorunda değil. Zira kanunların teminatı altında, halkın doğru haber alma hakkını gözeterek yayın yaparlar; önemli bir kamu görevini ifa ederler. Bundan dolayı ne canları ne de özgürlükleri tehdit altındadır. Ama Türkiye’de, o fotoğrafları yayınlamak bir cesaret işiydi. Bundan dolayı, dünkü yazımda Cumhuriyet Gazetesi’ni kutladım. Lâkin bugün Can Dündar’ın baş makalesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Cumhuriyet Gazetesi, MİT görevlisinin üzerine jandarmanın çullanmasını, bir diğer MİT görevlisini de derdest ederek arabaya sürüklemesini gösteren bir fotoğraf yayınladı. Anlaşılıyor ki, aramayı engellemeye çabalayan MİT’çilerle jandarma arasında bir arbede yaşanmış. Jandarma, savcının talimatını uygulamaya çalışıyor, MİT’çiler, silâhların ortaya çıkmamasına gayret ediyor… Bunun için, jandarmaya direniyor, hakaret ediyor. Bir türlü kimliğini de güvenlik güçlerine göstermiyor.
Can Dündar olayı şöyle yorumluyor: “Cumhurbaşkanı, eski suç ortağına istediği her yetkiyi, makamı, imkânı verdi. Onun hukuk, kanun, kural tanımadan rakiplerini ezmesine, devletin her biriminde derinlemesine örgütlenmesine göz yumdu.
Sonunda yarattığı o yapı, geldi kendisini vurdu… Arınç suikastı soruşturması bahanesiyle, Seferlik Tetkik Kurulu’nun Kozmik Odası’na özel yetkili bir savcı sokulduğunda da devletin savcısı ve askeri arasında böyle bir bilek güreşi yaşanmıştı. Erdoğan o zaman devlet sırlarının paralel ellere geçmesinden hiç rahatsız olmamıştı. Ortaya saçılan kendi sırları olmadığı sürece sorun yoktu çünkü. Cumhuriyet’in bugün ortaya koyduğu fotoğraflar, küfürleşmeler, devletin kolluk güçlerinin, silâhlı birimlerinin nasıl tehlikeli biçimde birbirine düşürüldüğünü gösteriyor. Cumhuriyet, başından beri suç ortaklarının ikisine birden karşı çıkıp (Cemaat ve iktidarı kastediyor), ikisine de muhalif tavır aldığı için, bugün ardında hiçbir bagajı olmaksızın göğsünü gere gere ‘İşte ülkeyi getirdiğiniz nokta’ diyebiliyor.”
***
Önce sondan başlayalım… Cumhuriyet’in sırtında çok ağır bir bagaj var. 28 Şubat sürecinde ve AK Parti iktidarının ilk yıllarında, meşru iktidara karşı askerle birlikte hareket etti. Kara propagandanın önemli bir aracı haline geldi. Cumhuriyet’in “Tehlikenin farkında mısınız” reklamlarını unutmuyoruz. İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay’ın bazı Türk Silâhlı Kuvvetleri mensuplarıyla, alt takke ver külâh ilişkisini de. Ya da iktidarda olan AK Parti’nin kapatılma çabalarını desteklemesini; eşi başörtülü diye Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine karşı çıkmasını… Her başörtülüyü “laiklik karşıtı, cumhuriyet düşmanı” gibi görmesini, ötekileştirmesini… Bu çok ağır bir bagaj.
Cemaat’e karşı tavır da zaten gazetenin bu ideolojik yapısı çerçevesinde değerlendirilmeli. Konu kendinizi ilgilendirdiğinde “hukuk” diyeceksiniz, “adalet” diyeceksiniz ama koskoca bir camiayı, her türlü hukuk dışı eylemin faili yapıp, keyfi bir şekilde damgalayacaksınız. Türk Ceza Kanunu’nda, aranan somut ilişkiyi göz ardı eden herkes cadı avının parçası haline gelir. Bunu unutmayın!
MİT TIR’larını durduran savcılar görevlerini mi yaptı yoksa Cemaat’in talimatını mı yerine getirdi? Jandarma, TIR’ı aratmamak için direnen MİT’çiye karşı gelirken vazifesinin icabını mı yerine getiriyordu yoksa onlar da mı Cemaat elemanıydı? Önce kafanızda bu soruları doğru olarak cevaplandırın. Bir yandan “Savcılar görevini yaptı” diyeceksiniz, bir yandan bu olayı Cemaat-iktidar çerçevesinde takdim edeceksiniz. Aslında bu tavır, bir anlamda kendini garantiye almanın da yolu. Zira cadı avının hedefinde Cemaat var. Açığa çıkan her suç, “Cemaat hükümete darbe vurmayı amaçlıyor” iddiasıyla perdelenmekte.
17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını ele alalım… Mali Şube Müdürü Yakub Saygılı’nın, Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç’ın, Savcı Celal Kara’nın, Mehmet Yüzgeç’in, Muammer Akkaş’ın, Başsavcı Vekili Zekeriya Öz’ün Cemaatçi olduğuna dair ne gibi bilgi ve belgeler var? Ya da MİT TIR’larına operasyon yapan Savcı Aziz Takçı’nın, Özcan Şişman’ın, Adana İl Jandarma Alay Komutanı Özkan Çokay’ın? Cemaatçi olmasalardı nasıl davranmaları gerekirdi? Hırsızlık ihbar edilince göz mü yumacaklardı? Ya da silâh yüklü TIR’ların mevcudiyetini görmezden mi geleceklerdi?
Bugünkü Türkiye’de arkasını sağlama almanın yolu, Cemaat’i suçlamak. Böylece, “Fethullahçı Terör Örgütü’nün üyesi olmak” isnadını kolayca bertaraf edebilirsiniz. Cumhuriyet ve Can Dündar, “Cemaat’in kumpasına hizmet etmek” iddiasıyla karşı karşıya. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da suç duyurusunda şöyle diyordu: "Paralel örgüt tarafından kendisine sızdırılan sahte görüntü ve bilgileri yayınlayarak, tamamen hukuka aykırı bir biçimde TIR’ları arayan örgüt mensuplarının eylemine iştirak ettiği…"
Bu örnek dahi ülkemizde nasıl herkese kolayca Cemaatçi yaftası yapıştırılabildiğini gösteriyor. Keşke Can Dündar, iktidarın üslûbunu benimseyerek, delilsiz, belgesiz McCarthycilik yapacağına, sadece kendisi için hukuk ve adalet değil, mesnetsiz olarak Cemaatçi diye suçlanan ve terör örgütü üyeliği iddiasıyla cezaevine gönderilen polisler, savcılar ve hâkimler için de hukuk ve adalet talep etseydi.
Dün, “Cumhuriyet, Pulitzer Ödülü’ne lâyık görülebilir” dedim. Bugün teklifimi geri alıyorum.
Ben çevremde giderek Demirtaş’a ilginin büyüdüğünü görüyorum. HDP’ye oy vermeyecek olanlar dahi Demirtaş’ı çok sempatik buluyor. Tabii bu partinin üzerinde PKK’nın gölgesi var. Bu bakımdan, bölünme korkusunu üzerinden atmak kolay değil.
HDP’ye yönelik ikinci iddia da AK Parti ile pazarlık yapabileceği ve alınacak haklar karşılığında Tayyip Erdoğan’ın başkanlığının kabul edileceği hususu.
Bir de tersinden düşünsek… Diyelim ki HDP barajı aşamadı ve AK Parti salt çoğunluğu elde etti. Anayasa’da değişiklik gerçekleşmese dahi, fiilen bir başkanlık sistemi uygulanıyor Türkiye’de. Üstelik o kadar pervasızca davranılıyor ki, hoşa gitmeyen insanlar, Sulh Ceza hâkimlikleri vasıtasıyla hemen cezaevine gönderiliyorlar; medya üzerinde ağır bir tehdit var. “HDP, AK Parti ile işbirliği yapacak” kaygısı duyularak, AK Parti’nin tek başına iktidarının yolu mu açılsın? Faşizmin karanlığına mı Türkiye gömülsün? Dolayısıyla bu gerekçeyi hiç makul bulmuyorum.
PKK ile HDP ilişkilerine gelince… HDP baraj altında kalırsa, PKK terörü duracak mı?
Selahattin Demirtaş mı terör eylemlerini yönlendiriyor? Aksine HDP’nin bütün Türkiye’nin desteğiyle barajı aşması, barış için bir umut kapısıdır. Müzakerelerin parlamento zemininde sürdürülmesi fırsatını yaratır.
Zaten BDP’nin yerine HDP’nin kurulması ve Kürt siyasi hareketinin Türkiyelileşmesi bir Öcalan hareketi. Eğer silâh bırakılıp siyaset yapılması isteniyorsa, bu imkân mutlaka değerlendirilmelidir.
Selahattin Demirtaş, sempatik tavırlarıyla HDP’ye oy vermeyecek olan seçmenin de gönlünü kazandı. Yaptığı bir lâtifeyi, Posta Gazetesi’nde Candaş Tolga’nın sütununda okudum.
AK Partili Mahir Ünal, “HDP lideri Demirtaş, eşcinsel evlilikle ilgili acaba ne düşünüyor” diye soruyor. Bu soruyu danışmanlarından duyan Demirtaş, Mahir Ünal’ı arıyor ve “Teklifinizi arkadaşlar şimdi iletti. Ama şu anda düşünmüyorum. Eşimle çok mutluyuz. Teşekkür ederim” diyor.
Siyasette bunca gerginliğin yaşandığı bir süreçte, bu gibi espriler geleceğe dair umut beslememize imkân veriyor.
Sadece kendisi için adalet arayanlar
Cumhuriyet Gazetesi, silâh taşıyan MİT TIR’larının fotoğrafını kullanarak cesur bir tavır sergiledi. Demokrasinin bütün kurallarıyla işlediği bir ülkede, gazeteciler ya da politikacılar cesur olmak zorunda değil. Zira kanunların teminatı altında, halkın doğru haber alma hakkını gözeterek yayın yaparlar; önemli bir kamu görevini ifa ederler. Bundan dolayı ne canları ne de özgürlükleri tehdit altındadır. Ama Türkiye’de, o fotoğrafları yayınlamak bir cesaret işiydi. Bundan dolayı, dünkü yazımda Cumhuriyet Gazetesi’ni kutladım. Lâkin bugün Can Dündar’ın baş makalesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Cumhuriyet Gazetesi, MİT görevlisinin üzerine jandarmanın çullanmasını, bir diğer MİT görevlisini de derdest ederek arabaya sürüklemesini gösteren bir fotoğraf yayınladı. Anlaşılıyor ki, aramayı engellemeye çabalayan MİT’çilerle jandarma arasında bir arbede yaşanmış. Jandarma, savcının talimatını uygulamaya çalışıyor, MİT’çiler, silâhların ortaya çıkmamasına gayret ediyor… Bunun için, jandarmaya direniyor, hakaret ediyor. Bir türlü kimliğini de güvenlik güçlerine göstermiyor.
Can Dündar olayı şöyle yorumluyor: “Cumhurbaşkanı, eski suç ortağına istediği her yetkiyi, makamı, imkânı verdi. Onun hukuk, kanun, kural tanımadan rakiplerini ezmesine, devletin her biriminde derinlemesine örgütlenmesine göz yumdu.
Sonunda yarattığı o yapı, geldi kendisini vurdu… Arınç suikastı soruşturması bahanesiyle, Seferlik Tetkik Kurulu’nun Kozmik Odası’na özel yetkili bir savcı sokulduğunda da devletin savcısı ve askeri arasında böyle bir bilek güreşi yaşanmıştı. Erdoğan o zaman devlet sırlarının paralel ellere geçmesinden hiç rahatsız olmamıştı. Ortaya saçılan kendi sırları olmadığı sürece sorun yoktu çünkü. Cumhuriyet’in bugün ortaya koyduğu fotoğraflar, küfürleşmeler, devletin kolluk güçlerinin, silâhlı birimlerinin nasıl tehlikeli biçimde birbirine düşürüldüğünü gösteriyor. Cumhuriyet, başından beri suç ortaklarının ikisine birden karşı çıkıp (Cemaat ve iktidarı kastediyor), ikisine de muhalif tavır aldığı için, bugün ardında hiçbir bagajı olmaksızın göğsünü gere gere ‘İşte ülkeyi getirdiğiniz nokta’ diyebiliyor.”
***
Önce sondan başlayalım… Cumhuriyet’in sırtında çok ağır bir bagaj var. 28 Şubat sürecinde ve AK Parti iktidarının ilk yıllarında, meşru iktidara karşı askerle birlikte hareket etti. Kara propagandanın önemli bir aracı haline geldi. Cumhuriyet’in “Tehlikenin farkında mısınız” reklamlarını unutmuyoruz. İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay’ın bazı Türk Silâhlı Kuvvetleri mensuplarıyla, alt takke ver külâh ilişkisini de. Ya da iktidarda olan AK Parti’nin kapatılma çabalarını desteklemesini; eşi başörtülü diye Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine karşı çıkmasını… Her başörtülüyü “laiklik karşıtı, cumhuriyet düşmanı” gibi görmesini, ötekileştirmesini… Bu çok ağır bir bagaj.
Cemaat’e karşı tavır da zaten gazetenin bu ideolojik yapısı çerçevesinde değerlendirilmeli. Konu kendinizi ilgilendirdiğinde “hukuk” diyeceksiniz, “adalet” diyeceksiniz ama koskoca bir camiayı, her türlü hukuk dışı eylemin faili yapıp, keyfi bir şekilde damgalayacaksınız. Türk Ceza Kanunu’nda, aranan somut ilişkiyi göz ardı eden herkes cadı avının parçası haline gelir. Bunu unutmayın!
MİT TIR’larını durduran savcılar görevlerini mi yaptı yoksa Cemaat’in talimatını mı yerine getirdi? Jandarma, TIR’ı aratmamak için direnen MİT’çiye karşı gelirken vazifesinin icabını mı yerine getiriyordu yoksa onlar da mı Cemaat elemanıydı? Önce kafanızda bu soruları doğru olarak cevaplandırın. Bir yandan “Savcılar görevini yaptı” diyeceksiniz, bir yandan bu olayı Cemaat-iktidar çerçevesinde takdim edeceksiniz. Aslında bu tavır, bir anlamda kendini garantiye almanın da yolu. Zira cadı avının hedefinde Cemaat var. Açığa çıkan her suç, “Cemaat hükümete darbe vurmayı amaçlıyor” iddiasıyla perdelenmekte.
17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını ele alalım… Mali Şube Müdürü Yakub Saygılı’nın, Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç’ın, Savcı Celal Kara’nın, Mehmet Yüzgeç’in, Muammer Akkaş’ın, Başsavcı Vekili Zekeriya Öz’ün Cemaatçi olduğuna dair ne gibi bilgi ve belgeler var? Ya da MİT TIR’larına operasyon yapan Savcı Aziz Takçı’nın, Özcan Şişman’ın, Adana İl Jandarma Alay Komutanı Özkan Çokay’ın? Cemaatçi olmasalardı nasıl davranmaları gerekirdi? Hırsızlık ihbar edilince göz mü yumacaklardı? Ya da silâh yüklü TIR’ların mevcudiyetini görmezden mi geleceklerdi?
Bugünkü Türkiye’de arkasını sağlama almanın yolu, Cemaat’i suçlamak. Böylece, “Fethullahçı Terör Örgütü’nün üyesi olmak” isnadını kolayca bertaraf edebilirsiniz. Cumhuriyet ve Can Dündar, “Cemaat’in kumpasına hizmet etmek” iddiasıyla karşı karşıya. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da suç duyurusunda şöyle diyordu: "Paralel örgüt tarafından kendisine sızdırılan sahte görüntü ve bilgileri yayınlayarak, tamamen hukuka aykırı bir biçimde TIR’ları arayan örgüt mensuplarının eylemine iştirak ettiği…"
Bu örnek dahi ülkemizde nasıl herkese kolayca Cemaatçi yaftası yapıştırılabildiğini gösteriyor. Keşke Can Dündar, iktidarın üslûbunu benimseyerek, delilsiz, belgesiz McCarthycilik yapacağına, sadece kendisi için hukuk ve adalet değil, mesnetsiz olarak Cemaatçi diye suçlanan ve terör örgütü üyeliği iddiasıyla cezaevine gönderilen polisler, savcılar ve hâkimler için de hukuk ve adalet talep etseydi.
Dün, “Cumhuriyet, Pulitzer Ödülü’ne lâyık görülebilir” dedim. Bugün teklifimi geri alıyorum.