1 Şubat 2013 Cuma

TSK: Bir ordu mu, bir parti mi? / ATILLA YAYLA

Orduların sivil siyasî otorite tarafından demokratik kontrole tabi tutulması her demokratik ülkenin problemidir. Hatta bunu demokratik olmanın şartlarından biri olarak sayanlar da vardır. Bunun çok haksız ve yanlış olduğu söylenemez.







Nitekim, istikrarsız demokrasilerde, istikrarlı demokrasilerin tersine,  sık sık askerî darbeler oluyor. Askerler, çeteler hâlinde veya bir kurum olarak topluca,  çeşitli gerekçelerle, hükümetleri devirerek iktidarı ya bizzat eline alıyor ya da sadakatinden emin olduğu aktörlere veriyor. Bu yüzden, ordunun sivil kontrolü demokrasi teorisi ve pratiği açısından hayatî derecede önemli. A. Heywood'un “Siyaset” (Adres Yayınları) adlı kitabında işaret ettiği üzere ordunun siyasî otoritenin kontrol ve denetimi altında tutulmasının metotları genel olarak iki grupta toplanır. S. Huntington bunlara “nesnel” ve “öznel” metotlar adını verirken E. Nordlinger hemen hemen aynı anlama gelecek şekilde “liberal” ve “sızma” terimlerini kullanır. İlkinde (nesnel-liberal metot) siyasî ve askerî roller-sorumluluklar arasında net ve kesin bir ayrım yapılır. Bunun anlamı ordunun siyasetten mutlak anlamda uzak tutulmasıdır. Bu amaçla; 1) Ordu, sivil liderlere resmen tabi kılınır, 2) Askerî alanlar ve konularda bile politika üretmede siviller sorumlu ve yetkili olur, 3) Ordu mensuplarının siyasî bakımdan tarafsız olması istenir ve beklenir. Bunu yapmayanlar ordu dışına atılır. İkincisi (öznel-sızma yöntemi), daha çok anti-demokratik (otoriter ve totaliter) rejimlerde karşımıza çıkar ve orduya siyasî liderlerin değer ve ideallerinin aşılanması yoluyla ordunun lidere bağlanmasına dayanır. Buna, ordunun politize edilmek yoluyla kontrol edilmesi yöntemi de denebilir.

    İlginç şekilde, Türkiye iki modele de uymamakta ama ikinci modele daha yakın durmaktadır. Türkiye istikrarlı bir demokrasi değil ve askeriyenin sivil kontrole (en azından yeterli sivil kontrole) yakın zamanlara kadar tabi olmaması bunun hem sebebi hem sonucu. Bu olgu açık ve kaba darbelerden gizli-perde ardında mikro müdahalelere kadar uzanan bir yelpazede tezahür ediyor. Kesin olan bir şey varsa bu, ordunun neredeyse her sivil alana müdahil olduğu, hoş bir tabirle “vaziyet ettiği”. Buna karşılık siviller, özellikle sivil zihniyetli olanlar, orduyla ilgili hiçbir alanda ve konuda yok veya yeterli söz hakkına sahip değil. Yani, özetle, Türkiye, ordunun sivil kontrolü bakımından demokratik ülkeler safında kendine yer bulamıyor.

    Ordunun politize edilerek kontrol altına alınması yöntemi de Türkiye'nin durumuna tam olarak denk düşmüyor. Daha garip bir durum var. Ordu politize ama bu politizasyon büyük ölçüde kendi kendisinin ürünü ve ordu kendi politik anlayış ve yaklaşımıyla ülke siyasetini ve toplumsal düzeni kontrol etmeye, şekillendirmeye çalışıyor. Ordunun politizasyon ideolojisinin banisi M. Kemal hayatta olmadığı için, M. Kemal askerî vesayet için tamamen araçsallaştırılmış vaziyette. Toplumdaki karşılığı doğal olarak gittikçe azalmakta olsa da Atatürkçülük orduya hayli kullanışlı bir manivela sağlıyor. Bu hâliyle TSK bir ordu değil sanki imtiyazlı ve benzersiz bir siyasî entite manzarası veriyor. Tekelci ve silah tekeline sahip bir siyasî parti gibi çalışıyor.

    Abartıyor muyum? Keşke öyle olsaydı, yanılsaydım. Ama son zamanlarda ortaya çıkan bilgi ve belgelerin ışığında muhtemelen az bile söylüyorum. GKB tarafından Ergenekon yargılamalarının sürdüğü mahkemelere gönderilen ve küçük bir parçası Aksiyon Dergisi tarafından geçenlerde yayımlanan belgelerin muhtevası beni doğruluyor. Belgelerdeki bilgiler insanın kanını dondurucu mahiyette. Belgelere göre TSK kendisini toplumun hizmetçisi ve görevlisi olarak değil, efendisi ve velinimeti olarak görüyor. Silahla hükümeti düşürmeyi meşru sayıyor. Seçilmiş hükümete psikolojik harekât uygulamayı planlıyor ve tartışıyor. Yazarları, siyasetçileri, kanaat önderlerini TSK'yı destekleyenler ve desteklemeyenler olarak tasnif ediyor. AK Parti içinde operasyonlar tezgâhlamayı planlıyor. Yıpratılacak, itibarı azaltılacak ve itibarı güçlendirilecek aydınlar belirliyor. STK'ların, emekli askerlerin etkilenmesi ve mobilize edilmesi, “TSK karşıtları”nın yıpratılması için planlar yapıyor. Korsan kuruluşlar oluşturmayı, bazı operasyonların onlar üzerinden yapılmasını sağlamayı, “uygun” bilim adamlarına “manipüle edilmiş” anketler yaptırmayı düşünüyor. Ve hepimiz biliyoruz ki bu planların önemli bir bölümü kâğıt üzerinde bırakılmayıp uygulandı. Bütün bunları yapan bir ordu, ordu mudur, ordu olabilir mi, ordu olarak kalabilir mi? Doğrusu bunların hepsinden şüphe ederim. Ergenekon ve Balyoz yargılamalarıyla bütün bu rezaletlerin, demokrasiye tecavüz teşebbüs ve icraatlarının küçük bir kısmı ortaya saçıldı. Daha bilmediğimiz çok şey olmalı. Bu durumda ne yapmalıyız? Mümtaz'er Türköne'nin dediği gibi ordunun bazı birimlerini derhal tasfiye mi etmeliyiz? Yoksa başka bazı yazarların talep ettiği üzere orduyu tümüyle lağvetmeli ve yeniden mi kurmalıyız? Bunlar cevaplandırılması zor sorular. Kesin olan, bir şeyler yapılması gerektiği, üzerinde düşünmemiz gereken şey ise bunların kim tarafından nasıl yapılacağı.

Orduyu tam bir sivil denetim altına alma yolunda ne yazık ki henüz AK Parti'den daha umutlu olabileceğimiz bir siyasî güç yok. O zaman iş bu partiye düşüyor ve tüm demokratların iktidarı daha ileri reformlara zorlaması ve reform çabalarını desteklemesi gerekiyor. İlerleyebilmemiz için AK Parti liderliğinin rehavete kapılmaması ve etraflı reformlar üzerinde düşünmesi şart. AK Parti liderliği herhalde farkındadır ki, ordunun sivil denetiminin yapısal, hukuksal ve zihniyetle ilgili bölümleri var. Bunların paralel yürütülmesi ve birbirini tamamlaması lâzım. Aksi takdirde, her zaman askerî vesayetin dişlerini göstermesi mümkün. Bu çerçevede ordunun kısmen adem-i merkezileştirilmesi, hukukî statüsünün normalleştirilmesi, askerî eğitimin sivil denetim ve belirlemeye tabi tutulması mutlaka atılması gereken adımlar arasında en başta geliyor.