TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda (ben dahi)bulundum. Bilvesile üstünde cısss yazılı bir kısım devlet evrakına istemeden dokundum. Emniyetin, adliyenin, mülkiyenin, siyasetin, askerin, polisin, müfettişin, hakimin, savcının, gardiyanın-ben devletim diyen kim varsa- darbe süreçlerinde devlet adına devlet için kurduğu cümleleri, yüksek generallerin yazdığı bildirileri, yüksek yargıçların aldığı kararları, ulu müftülerin yazdığı hutbeleri, isimsiz espiyonaj mektuplarını, devlet fişlerinin bazısını okudum. Hepsi için, kendi adıma, ülkem adına ayrı ayrı üzüldüm, utandım (aklınızda olsun, fırsatını oluşturup laf arasında “ülkem adına”derseniz ülkeniz size, kendinden daha büyük adammuamelesi yapar).
Bilvesile “devlet aklı”ile burun buruna, “hikmet-i hükümet” ile kafa kafaya geldim. İyi oldu. “Devlet adamı” nasıl ve ne cins bir adamdır diye öteden beri birikmiş bir merakım vardı ki, komisyonda devlet adamıyla göz göze, zaman zaman diz dizebile gelerek o merakımı da büyük ölçüde telafi ettim. Etiyle kemiğiyle, dişiyle tırnağıyla bu canlı türünü karşımda bulunca duruşunu, edasını, sedasını, tepeden topuğa, dudaktan kalbe inceledim. (Şunu net olarak anladım, darbeleri devlet adamları yapar. Devlet adamları pusu kurar.)
Devlet adamlarının işe giriş, görevde yükseliş öykülerini, referanslarını, ne zaman pusuya yatıp ne vakit başlarını çıkardıklarını merakla dinledim. Kalın omuzları, sivri burun ayakkabıları, deri çantaları, kalın gözlükleri, eli böğründeki uşakları, yanaşmalarıyla neye, kime benzerler diye düşünür dururdum senelerdir. Gördüm. Evet, geriye doğru hemen hepsi kalın kabuklu kurutulmuş su kabağına benziyorlar. Evet, su kabağına. (Onlar dahi beni tepeden tırnağa süzdüler ama bir şeye benzetemediler ve varlığıma bir mana bulamadılar.)
Devleti gördüm, içim rahat...
Sırrı çözdüm diyemem. Devletten öğrenecek çok şey var. Tabii çöpe atacak bir hayatınız varsa. “Devlet sırrı” denen büyüyü de gördüm. Seçilmiş insanları “sırlayan büyücü” de kapı eşiğinde bir ara gözüme göründü. Zamanın ruhuna uygun olarak bıyıklarını bademleyerek güncellenmişti. Devlet sırrına sahip devlet adamını kâğıt üzerinde “ıslak imzası”yla profilden gördüğüm gibi, alından bitişik, ciddi, çatık, kalın kaşlarıyla cepheden gördüm. Hatta devlet, komisyonda bir ara tam karşıma bile oturdu. Celil Güngör’le birlikte bizim yüzümüz kızardı da o hiç oralı olmadı. Mülkün, mülkiyetin, devletin müfettişi olarak, yakasında MM rozetiyle, bildiği çok şeyle daha nice siyasi kadroyu tahtalı köye gönderirim diyen bir dik duruşla, bilmenin emniyet duygusuyla, siz devlet sırrı taşımayı kolay mı sanıyorsunuz der gibi. (Yüzündeki, o adanmış ahmaklıkla, deve kuşu bir gövdeyle...)
Siz orada, uzaktan devlet sırrını, devlet adamını Ankara’nın koridorlarına gizlenmiş tek hücreli bir “mikroorganizma”, belki bir “süne”, bir “kırım kongo kenesi”, makam odasındaki “bir yün halı akarı”, bir “gizli kamera”, bir “ses kayıt cihazı”, bir “sustalı bıçak”, ucu “susturuculu bir silah” yahut faili meçhul bir “su kuyusu”, bir “insan kuyusu”, “bir gayya”, bir “derin dondurucu”, bir “kozmik oda” sanıyorsunuz belki ama esasen öyle değil işte. Kazın ayağı öyle değil. (Devlet işleri, öyle bildiğiniz değil, Ankara öyle bildiğiniz gibi değil)
Siz orada oturduğunuz yerde devleti, bir şef, bir pırpırlı adam, ek göstergesi yüksek, harcırah kurdu bir büro amiri sanıyorsunuz ama öyle de değil işte. Gizli saklı bir mikro-p-organizma değil devlet adamı. Devlet sırrı da öyle bildiğiniz gibi bir şey değil. Devlet, sırlarıyla birlikte bir dev anasıdır Ankara’da. Belki dünyanın her yerinde. Işıklı, itibarlı, albenili, fosforlu, konvoylu, eskortlu, düğmelerini taktığında müeddep, araladığında şuh, çekici ama biraz yakın olayım, yakıdan tanıyayım derseniz geri dönüşümsüz bir Mamak çöplüğü, bir fiş arşivi, bir bin dereden su getirsen arınmaz kolluklu, rütbeli, kozmik, kozmetik, yarısı yerin altında bir plaza, yarısı cehennemin dibinde bir gökdelen. (Dipsiz kuyuları, karanlık bodrumlarıyla, girdin mi çıkamazsın)
‘Katliamlar ne kötü be birader’
Devlet dediğin, devreden bir akıl. Derunu da bir devri daim makinası. Ortalama bir vicdan, biraz duygu aramak beyhude. Her yeni duruma intibak eden, intibak ederken eski kullanılmış, raf ömrü dolmuş aktörleri değirmeninde öğüten ve canlı insan beyniyle beslenen bir de ideoloji sahibi. Herkesi terbiye eden, herkesi hizaya getiren birdoktrin. Sırayla herkese, her kesime talep ettiğini veren ve herkesi sırayla sıra dayağından geçiren, kemiğini kırdığının yakasına günü gelince madalya takmaktan imtina etmeyen. (Devlet imtina etmez, hulul eder, değişmez dönüştürür)
Devlete “itikadınıza”, resmi ideolojiye “sadakatinize” göre değişiyor her darbe, her evrak, her rapor, her başçavuş, her müsteşar, her general, her müfettiş, her muhtıra,her iftira her bildiri. Burnuna girmedikçe, damarlarında dolaşmadıkça fil mi, deve mi, heyula mı, ucube mi pek belli olmuyor. Nereden nasıl bakarsanız oradan öyle görünüyor. Devlet olmaklığın gereği de bu. Doğuştan kapıkulu, doğuştan uşak iseniz farklı görünüyor darbeler, muhtıralar, bildiriler; doğuştan “devşirme” iseniz çok daha farklı. Yani duruma, durumunuza göre değişiyor darbeler. (Demem o ki, hepsi kötü değil, durduğunuz yer değiştiriyor.)
Önemli olan itikadınız. Belirleyici olan da... Herkese yaşatılan acı yetiyor zaten. Herkese kendi hatıraları yetiyor. Kimse yekdiğerinin acısını duymak istemiyor. Hani o bildik, “katliamlar ne kötü be birader” durumu. Cinayetler, faili meçhuller, Mamaklar, Metrisler, Diyarbakılar, E tipleri, F tipleri, İkna Odaları, ahlaksız teklifler, ilkesiz transferler, Yassıadalar, Kızıldereler, Bahçelievler, idamlar ne kötü evet ama bunca azmettirici, bunca suça teşne, bunca komünist, mürteci, bölücü varken darbecileri de anlamak lazım. Kumaş böyle... (Tamam, darbeciler kötü, adamı dövüyorlar ama bir dur, bir bak, bir sor bakalım niye dövüyorlar? Evet, duruşunuz, yeriniz değiştiriyor bakışınızı. Her bahiste olduğu gibi darbe bahsinde de öyle. Yediğiniz ekmek, içtiğiniz su, salladığınız kılıç, ısırdığınız tantuni, böldüğünüz lahmacun, yuttuğunuz dolma değiştiriyor bakışınızı. Darbe mağduruysanız, mağduriyetten ne kadar ekmek ve ne kadar Akçaabat köftesi, Amasra salatası, İskilip dolması, Antep lahmacun, Malatya kömbesi, Kastamonu eyşisi, Adana şalgamı bile değiştiriyor durumu. Darbeci de akrep gibi, siyasete, yönetime müdahale edip bırakmıyor, zehrini salıyor bedene, tepeden tırnağa sistemi, sizidizayn ediyor. İki yüzlülüğü kurumsallaştırıyor. (Siz darbe yapsanız salmaz mısınız zehrinizi, doğru söyleyin.)
Varsa devletten beklentiniz -ki var- farklı görünüyor her şey, maksimize ettiyseniz taleplerinizi -ki mümkün değil- o vakit bambaşka. Herkesin ayrı darbesi, ayrı darbecisi var. Burası Türkiye. Türk’üz. Her Türk asker doğar. Vatan sana canım feda. Burada, bu ülkede herkesin, hepimizin ideolojisini, inancını, itikadınıdahi uğruna feda edeceği ve gerektiğinde fedaisi olacağı bir devlet ideolojisi var. (Darbecilerimizin muradı da o.)
Devlette süreklilik var olduğu için yaşattığı acılarda da süreklilik var. Vatan sana canım feda olduğu için devletin yaşattığı acılar helalimizdir. Devlet bizim, yaşanan, yaşanacak olanacılar bizim. Darbeciler bu yüzden eriyorlar muratlarına. Bu yüzden bazılarımızın 27 Mayıs’ı, bazılarımızın 12 Mart’ı, bazılarımızın 12 Eylül’ü, bazılarımızın 28 Şubat’ı devam ediyor. Devlet de acılar da bizim. Devletimiz de acılarımız da büyük. Zira biz büyük bir milletiz.Adam harcamıyor, tecrübemizi, kaynaklarımızı zayi etmiyoruz. Çevik Gürsel, Kenan Bir, Memduh Özkasnak bile devam ediyor vazifeye.
‘Vazife kutsaldır’, her daim!
Darbelere hep buradan, toplumun durduğu yerden değil, bir de darbecilerin durduğu yerden bakmalıymış. (Bunu hiç düşünmemişiz, yani empati onların da hakkı). Hiçbir şey sebepsiz değil. Doğru soruyu sorarsanız darbeciye, evvelce bunu hiç düşünmemiştim diyeceğiniz o kadar çok çok şey çıkar ki ortaya hayretten dehşete devrilirsiniz. (Unutmayın nihayetinde vazife adamı darbeci dediğin, emir eri. Demeye gerek var mı, mesele felsefede).
Vazife kutsaldır, devlet dahi”kutsal” olduğuna göre devlet vazifesi gören adam da, devlet vazifesi gören adamın sırları da kutsaldır. Velev ki vazife cinayet, işkence deolsa, kutsal olan sorgulanmaz. Sırrıyla, fişiyle, siciliyle, ek göstergesiyle, planı, projesi, raporu, derin, sığ stratejisiyle kutsal. Bağımsız mahkemenin yüksek hakimi, hukuka uygunluk içinde koşar adım brifinge gider, gazeteci mesleki tecessüsle gider. Ve görev gereği Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Genel Kurmay Başkanına şikayet eder. (Darbecilik bir ruhtur, devletçilik gibi.) Dolaysısıyla cezaevinde gardiyanın söylettiği marşı vaktinde ezberlemeyen milliyetçi de devlet otoritesine kafa tuttuğundan kafası ezilmeli, Tunceli’nde “Dağ Türkçesiyle” konuşan vatandaş da “Devlet Türkçesi” ile konuşuncaya kadar eğitilmeli, tedip edilmelidir. Darbecinin yanında yer alması için “ikna odasına” alınan milletvekili de annesi gibi değil de çağdaş darbeci gibi giyinmeye zorlanan üniversite öğrencisi de vatan millet için baharatlanmalı, terbiye edilmeli. (Devlet, geniş düşünmez, nokta vuruş yapar.)
Darbecilerin de elbet bir ekonomi politiği var. Dinledik odaklandık, okuduk da öyle anladık; darbeler meğer kolaylaştırıyormuş “getir götür” işlerini. Hem ne kolaylık. Bazı kalantor iş adamlarına fabrikalarındaki umum müdürlerden daha yakınmış kudretli generaller. Ara rejim süreçlerinde insani ilişkiler yetiyormuş banka almaya, satmaya, boşaltmaya. Mevzuat engelleri mevzu değilmiş. Ara rejim siyaseti ve ara rejim bürokrasisi elinin altındaymış imtiyazlı seçkinlerin. (Devletten götürürken hamudu illa devenin taşıması gerekmiyor, hortumu illa filin taşımasına da gerek yok.)
Babacan darbeciler
Bir de şunu anladım. Darbeciler babacan adamlar, fena adamlar değiller. Temsil kabiliyeti, prezantasyonu olan, yönetim kuruluna, mütevelliye alınası adamlar. Tarih, millet, ülke ve dünya algıları sakat, tamam; misyonlarını yanlış tamlıyorlar tamam; devleti kendi mülkleri, vatanı arazileri sanıyorlar, tamam; millete eza cefa ediyorlar evet ama o kadar kusur herkeste olur. Darbeler konusunda bilmediğimiz kaldı mı diyoruz da darbeci bildiklerimiz meğer “taşeronmuş”.Bildiğiniz parça başı iş yapan taşeron.
Baronlar geri plandaymış. Bunu teorik olarak biliyorduk ama yüzleşmek çok başka bir şey. Taşerona bakarken baronu görmemişiz. Komisyon gösterdi ki, darbe süreçlerindeki rollerinden dolayı taşeronlar pişman, baronlar değil. “Bugün olsa bugün yine yapardım” diyen cüretkar taşeronların yekunu da küçümsenemeyecek kadar çok.
Keza muhbir çok, espiyonaj çok, ihbar mektubu yazarı çok, işbirliğine açık olduğunu söyleyen, ülkesine, devletine, darbecisine sahip çıkan sadık vatandaş çok... Öyleyse soru şu olmalı. Bu kadar baronu, muhbiri, taşeronu, organize suça iştirak eden insanlarımız neden bu kadar çok. Darbeciler sosyolojiye mi oynuyor, sosyoloji ile mi oynuyor sorusunun bir önemi var mı sizce? (Yoksa darbeci günah keçimiz mi? Sahi bütün kötülükler onun mu?)
Darbeciler her ne yaptılarsa devlet için yapmış. Haksızlık etmeyelim, bizim için, millet için, “Sakarya- Fırat” için, “kenar-ı Dicle” için. Birlik ve beraberlik için yapmışlar ve her ne yaptılarsa kitabına, mevzuatına, anayasasına, genelgesine, emir komutasına, Mürteza gibi sıkı disiplin ve kursuna uygun yapmışlar. Mevzuata uygun olmayan yerlerde zahmet etmiş mevzuatı yeniden yapmışlar. 1960’ta ve 1980’de anayasa yapmışlar mesela. Ceffelkalem, ama olsun. Darbe zaten o demek. Adamlar yapmış.İpe un sermemiş, anayasa yapılacak, yap demiş, yapmışlar. Her şeyi o kadar devlet için millet için yapmışlar ki, Nisan 1978’de faili meçhul Ankara’dan gönderilen bombalı bir suikastla öldürülen Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun karısı cunta lideri Evren’e “kocamın katillerini bulun” deyince hazret buyurmuş ki, “ne yapalım hanım, bir ihtilal de bunun için mi yapalım? (Olay budur.)