Sapir-Whorf diye bilinen dilbilim hipotezine göre farklı diller
birbirinden çok farklı siyasal dünyalar ve olaylar yaratırlar, aynı
kavramlar farklı dillerde başka anlam dünyalarına tekabül ederler. Bu
yüzden ait olmadığımız bir kültüre ait bir dili tam olarak anlamanız
neredeyse imkânsızdır.
Bu teze göre 28 Aralık 2011 akşamı meydana gelen Uludere
Katliamı ile Roboski Katliamı aslında aynı şey değildir. Bir yılda
Uludere Katliamı’nın yerini yavaş yavaş Roboski Katliamı’na bırakması
sadece dilsel bir tercih değil, bu bir yılda olan biten hakkında bize
çok şey anlatıyor.
Bu Pekaka-Pekeke, Esad-Esed
vakalarındaki gibi tam olarak “pozisyon bildiren” bir ayrım da değil. Bu
katliama haftalarca “Irak sınırındaki olay” diyenler düşünüldüğünde Uludere Katliamı diyenler de Roboski Katliamı diyenlerle
benzer duyarlılıklara sahipler. Esasen Türklerin gözü önünde Kürtlere
devletin yaptığı bu haksızlık ilk kez Türk cephesinde de büyük bir
duyarlılık yaratmıştı. Ama bir yıldır onca komisyona, mahkemeye rağmen
olayın bir türlü aydınlatılamaması, sorumluların ceza almaması, bir
türlü açık bir özür dilenmemesi, iktidarın nobran diliyle birleşti ve
Kürt milliyetçilerinin ajitatif diliyle de Uludere Katliamı, Türklerin
Kürtlere yaptığı bir katliama yani Roboski Katliamı’na dönüştü. Yani
katliam bir yılda Kürtleşti, Türklere yabancılaştı, iki halk arasında
bir uçurumun adı oldu.
Şimdi artık bütün Kürtleri etrafında toplayan bir hassasiyetin adı
Roboski. Katliam AKP’nin Diyarbakır İl Başkanı’na kadar Kürtlerin
gönlünü ve muhtemelen de pek çoğunun oyunu kaybetmesine neden
oldu/olacak. Bugüne kadar Kürtlerin yarı yarıya oylarını alan
bir partinin böyle hassas bir krizi bir yıldır bu kadar kötü
yönetmesinin makul bir açıklaması galiba yok.
Ortada dolaşan iki popüler açıklama var. Biri AKP’nin zaten milliyetçi,
Kürt düşmanı bir parti olduğunu söyleyen ajitatif bir açıklama. Bu
yaklaşıma göre zaten kasıt yok, bilerek vuruldu siviller. İkinci açıklamanın daha çok alıcısı var: Kastı mahsusa yok ama emri bizzat Erdoğan ya da onun harcamak istemediği bir adamı verdi bu yüzden olay aydınlatılmıyor.
Doğrusu bu katliamın arka planı, bırakın 365 günü, onca komisyonu,
soruşturmayı, bir başbakan için 365 saniyelik iki telefon görüşmesi
uzaklığında bir yerdedir muhtemelen.
Peki, öyleyse 361 gündür neden aydınlatılmadı bu katliam?
Bu sorunun cevabı çok dikkat edilmeyen bir ayrıntıda olabilir. Katliamın olduğu gecenin akşamında yılın son Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapılmıştı.
Türkiye bir dejavu ülkesi. 1993 yılının 24 mayısında da bir MGK
toplantısı vardı. Öcalan’ın basın toplantısıyla ateşkes ilan ettiği,
Özal’ın ölümüne rağmen Demirel’in çözüm yolunda açıklamalar yaptığı
günlerin ardından gelen bu MGK’dan tarihî bir af kararı çıkmıştı:
“Alınmış olan güvenlik tedbirlerine ilaveten Güneydoğu
Anadolu’da iç barış ve istikrarın sürekliliği için, toplumsal hoşgörüye
uygun olarak,özellikle Olağanüstü Hal Bölgesi’nde terör örgütüne
katılmış olup da, kan dökülmesi eylemlerine girmemiş kişilerin gelip
teslim olmaları halinde, haklarında kovuşturma yapılmamasını ve diğer
terör örgütü mensuplarının durumlarının da bu anlayış içinde ele
alınarak gerekli düzenlemelerin yapılmasını hükümete bildirilmesine
karar verilmiştir.”
Bugün bile henüz masaya gelmeyen böylesine bir PKK affı
kararının alınmasından saatler sonra PKK Bingöl’de 33 silahsız eri
öldürmüş, bütün planlar altüst olmuştu.
28 Aralık 2011 günü toplanan MGK’dan önceki şartlar da 18 yıl öncesinin bir kopyası gibiydi.
Talabani Irak’ın yarı resmî kanalı El Irakiye’ye “PKK’yı silah
bırakmaya ikna etme konusunda başarılı olduk sayılır” demişti. Yine aynı
günlerde Barzani PKK’nın silah bırakma kararı yüzünden ertelediği Kürt
Konferansı için “vakit geldi” diyerek düğmeye basmış, Cumhurbaşkanı Gül
Londra’da Kürt sorunu konusunda kafasında bir model olduğunu
açıklamıştı. Başbakan Erdoğan da “PKK silah bıraksın, operasyonlar
durur, formüller aranır” tarzı açıklamalara başlamıştı. Bütün
bu alametlere Öcalan’ın Uludere Katliamı’ndan 20 gün sonra,
cezaevlerinde başlayan açlık grevlerini bir faksla “Şartlar uygun değil”
diyerek bitirmesini de eklemeliyiz.
Peki, bu o MGK’dan çıkan bildiride ne deniyordu. İşin özü
öncesindeki standart terörle mücadele klişelerinden sonra yer alan şu
maddeydi: “Diğer yandan, terör örgütünün istismar alanlarının ortadan
kaldırılması amacıyla yürütülen kapsamlı çalışmalar gözden geçirilmiş,
bu yöndeki çabaların da, demokrasiden, hukuk devleti anlayışından ve
evrensel değerlerden ödün verilmeksizin, kararlılıkla devam ettirileceği
kaydedilmiştir.”
Gecesinde Uludere Katliamı’nın olduğu MGK’nın 1993 MGK’sına benzediği,
masada bir Kürt sorununa çözüm planının olduğu yolunda epeyce alamet
vardı.
Bu hissikablelvuku fikrim bir süre önce o MGK’da masada bulunan bir ismin
off the record anlattıklarıyla tescillendi. Evet, gecesinde Uludere’nin
olduğu MGK’da hükümet masaya uzun süredir hazırlıklarını sürdürdüğü
çözüm planını getirmişti. Uludere Katliamı, bütün bu planları altüst
etti.
Peki, bunu kim yaptı ve nasıl yaptı? 1993’ü yaşamış, Baykal’ın evine
kamera, Başbakan’ın ofisine dinleme cihazı sokulduğunu görmüş ülkenin
insanları için safça bulunabilecek bir soru.
Olağan şüphelileri A’dan itibaren saymaya başlayalım mı?