Her namazda 'Hüseyin gel gel' diye yalvarıyorum. Hiç değilse oğlumun kemiklerini verin.
ANNE: Her namazda… “Hüseyin gel gel gel” diye yalvarıyorum. Bana hiç değilse oğlumun kemiklerini getirin. Getirecekseniz getirin artık. Ben de vatandaşım, biz de vergi verdik, biz de askerlik yaptık bu ülkeye… Bana getirin Hüseyin’i…
ANNE: Hasan'ın yüzünü büyüteçle tanıyabildik... Jiletle parçalanmış, ormana atıltımıştı....
ANNE: Her namazda… “Hüseyin gel gel gel” diye yalvarıyorum. Bana hiç değilse oğlumun kemiklerini getirin. Getirecekseniz getirin artık. Ben de vatandaşım, biz de vergi verdik, biz de askerlik yaptık bu ülkeye… Bana getirin Hüseyin’i…
ANNE: Hasan'ın yüzünü büyüteçle tanıyabildik... Jiletle parçalanmış, ormana atıltımıştı....
ERGENEKON FIRAT'IN ÖTE YANINA GEÇMELİ
Ergenekon soruşturmasında Güneydoğu’da yaşanan olayların adı geçince, eylemlerine 13 Mart 1999’da son veren Cumartesi Anneleri de bir umutla yeniden sokağa çıktı. Ancak onlar “Bu, 28 Şubat’ın Ergenekon’udur, Fırat’ın öbür tarafına geçmeleri, oradaki faili meçhuller için de işletilmesi lazım” diyor.
Cumartesi Anneleri eylemi ilk kez 27 Mayıs 1995’te başladı. Polisten gördükleri baskının artması üzerine eyleme 200’üncü haftası olan 13 Mart 1999’da son verildi. Belki Ergenekon soruşturmasının bu son haftalarında Güneydoğu’da yaşanan olayların adı geçmese eylem gerçekten o noktada bitmiş olacaktı. Ama ne zaman ki ölüm kuyularından ve o dönem görev yapan bazı isimlerden söz edildi, Cumartesi Anneleri bir umutla yeniden sokağa çıktı. Üç haftadır yine Galatarasaray’da, saat 12.00’de, yarım saatlik oturma eylemlerine başlayan Cumartesi Anneleri kimdi, hikayelerinde ne vardı, 10 yıl aradan sonra şimdi ne düşünüyorlar, anlamak için Milliyet'ten Devrim Sevimay, üç aileyle konuştu...
- Ergenekon soruşturması bir ümit oldu mu sizler için?
RAMAZAN TAŞKAYA (Hüseyin Taşkaya’nın kardeşi): Benim için olmaz, çünkü yapamazlar
- Neyi yapamazlar?
TAŞKAYA: Bu 28 Şubat’ın Ergenekon’udur, Başbakan’a dokunanları ortaya çıkardılar, ama tamamını çıkaramazlar.
- Tamamı?
TAŞKAYA: Fırat’ın öbür tarafına geçerlerse o zaman her şey değişir, ama geçemezler.
- Fırat’ın öbür tarafına nasıl geçilir?
TAŞKAYA: Öbür tarafa geçmek için birilerinin çıkıp oradaki insanları neden kaçırdınız, neden öldürdünüz diye sorması, hukuk mekanizmasının oradaki kayıplar, faili meçhuller için de işletilmesi lazım. Ama yapamazlar. Devlet böyle bir şeyin altından kalkamaz.
- Yine de yakından takip ediyor musunuz gelişmeleri?
KADRİ DOĞAN (Seyhan Doğan’ın ağabeyi): Tabii, haberleri hiç kaçırmıyoruz. Gazeteleri alıyoruz, tek tek cümlelerin içinde geziyoruz, çözülenleri okuyoruz. Nerede bir kemik çıkıyor, nerede bir çukur açılıyor, nereden bir insan çıkacak diye ümitle bekliyoruz.
- Siz ümitli misiniz?
HÜSNİYE OCAK (Hasan Ocak’ın ablası): Ümit şöyle; Ergenekon’da Gazi Mahallesi katliamından bahsediliyor. Benim kardeşim Hasan Ocak Gazi olaylarında ön planda bir insandı. 10 gün sonra da kayboldu. O yüzden biz Ergenekon’a müdahil olmak istedik, ama dilekçemiz reddedildi.
- Peki ne bekliyorsunuz bu davadan, ne olursa tatmin olursunuz?
OCAK: Bizim şu anda birinci amacımız kuyuların, mezarların açılması, o insanların kemiklerinin ailelerine geri verilmesi. Önce bunu istiyoruz. İkinci olarak da bu işlerde kimlerin sorumluluğu varsa onların yargılanmasını istiyoruz.
DOĞAN: Devlet çıksın “Bunların suçu şuydu, bu amaçla gömdüm ben bunları” desin, biz de bilelim. Başbakan Davos’ta ne dedi; “Siz öldürmeyi bilirsiniz” dedi. Peki, kendisi bilmiyor mu, Güneydoğu’daki çocukların nasıl öldürüldüklerini? Bunu niye söylemiyor? Çıksın söylesin, biz de bilelim.
- Yalnız şimdi bazıları “Demek ki bir suçları vardı ki başlarına bunlar geldi” diye düşünebilir; ne olur yanıtınız?
OCAK: Ben hemen söyleyebilir miyim? Biz, bütün aileler diyoruz ki eğer bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz suçluysa yargılasalardı, cezaevine koysalardı. Buna diyecek bir lafımız olmazdı. Çünkü o zaman hiç değilse aranacak bir kapıları olurdu, ama şimdi insanların gidecek, soracak bir kapısı bile yok. Elbette bazı insanların bize karşı tavırları var, biliyoruz. Biz o insanları da anlıyoruz, ama şöyle diyoruz, inşallah başlarına gelmez. Bir düşünün, çocuğunuz eve bir saat geç kaldı mı deli oluyorsunuz, bu insanlar yıllardır çocuklarının dönmesini bekliyor. TAŞKAYA: Yani bayram geliyor, herkes kendi mezarına gidiyor, biz onu da bulamıyoruz, bizim gidecek mezarımız yok. Yani biz de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız, ama işte bazıları için biz ayrı vatandaşız.
DOĞAN: Üstelik benim kardeşim alındığında 12 yaşındaydı. Yani ne yapar ki ilkokula giden çocuk; ne yapabilir?
- Biz birkaç yıl önce Şehit Aileleri’yle söyleşi yapmıştık, onlar da tıpkı şimdi sizin gibi “Allah kimseye bu acıyı vermesin” demişti…
- HEPSİ (Aynı anda): Tabii onlarınki de çok büyük acı…
OCAK: O ailelerden biri de benim komşumdu. Erzincan’da bayramdan önce patlayan bombada öldü çocuk. Pırlanta gibi de bir çocuktu. Bir haber geldi, hepimiz çöktük. Evlat acısı, gençlerin acısı gibi acı var mı?
- Peki memnun musunuz Cumartesi Anneleri eylemleri yeniden başladığı için?
DOĞAN: Çokkk… Benim rahmetli annem koşa koşa gelirdi bu eyleme. Başkalarının acısını görünce kendi acısını unuturdu. Benim için de öyleydi. Kaç kez başıma geldi; karşımdaki kayıp fotoğrafını görünce üzüntümden kendi elimdeki fotoğrafı düşürmüşümdür. Elim böyle kalırdı havada…
- O kadar da eziyet gördünüz Galatarasaray’da, ama yine de 200 hafta hangi inatla gitmeye devam ettiniz?
OCAK: Kardeşim Hasan kaybolduğu zaman inanmayacaksınız, ama içimizdeki duygu buydu zaten. Yeter ki dayak yiyelim de sesimiz duyulsun, kardeşim bulunsun… Akşam eve gidiyorduk, her tarafımız mor. Üstten kameralar çekmesin diye genelde bacaklarımıza tekme atarlardı. Artık aldığımız darbelerden damarlar hasar görmüştü, yürüyemez hale gelmiştik. Bir keresinde oğlum sırtımı gördü, mosmor, tabii çocuğun psikolojisi bozuldu. Ben “Yok oğlum bir şey olmaz, geçer. Biz senin dayını bulmak için uğraşıyoruz, devlettir yapar” dedimdi.
- Üç haftadır nasıl gidiyor, rahat eylem yapabiliyor musunuz?
OCAK: Eylemlerimiz o zaman da yasak değildi, şimdi de yasak değil. Ama rahat mıyız; onu bize sonraki süreç gösterir.
GÖZALTINDA KAYIPLARIN ÇOĞU BAZI ERGENEKONCULARIN ZAMANINDA OLDU
Cumartesi Anneleri’nin yanı sıra bir de onlara destek veren “Cumartesi İnsanları” var. Onlardan biri de İnsan Hakları Derneği (İHD) Kayıplara Karşı Komisyonu Üyesi Sebla Arcan. Arcan’a eylemi ve biraz da Türkiye’nin son insan hakları manzarasını sorduk:
- İlk kimin aklına gelmişti Cumartesi Anneleri fikri?
O dönem “faili meçhuller” zaten vardı, ama “gözaltında kaybetme” yeni bir “tarz” olarak ortaya çıkmıştı. Hasan Ocak olayı ise bunun bir simgesi haline gelmişti. Ancak baktık Hasan Ocak’la ilgili artık yapacak bir şey yok. Biz de o zaman bu meseleyi kamuoyunun vicdanına sunalım dedik ve İHD’de ne yapmak gerektiğinin düşünürken çok anonim bir şekilde akla “Cumartesi Anneleri” fikri geldi. Nasıl Arjantin’deki kayıplar için “Perşembe Anneleri” toplanıyordu, burada da cumartesi günleri kayıp aileleriyle toplanalım diye düşünüldü.
- İlk eylem nasıl oldu?
27 Mayıs 1995, Cumartesi günü, saat 12.00’de Galatasaray’a gidip sessiz bir şekilde yere oturuldu. Çoğunluk kadındı. Sayımız azdı. Pek bir ilgi görmemiştik. Ama inat ettik, yağmurda çamurda dahi her hafta gitmeyi sürdürdük.
- Polis?
Polis uzun bir süre dokunmadı. Sayımız az, sesimiz çok çıkmadığı için bize bir nevi “Cumartesi delileri” muamelesi yapılıyordu. Ama ne zamanki eylemlerimiz ses getirmeye başladı, o zaman gözaltılar da başladı.
- En doruğa çıktığı gün?
15 Ağustos 1998. O gün gerçekten inanılmaz bir şiddet gördük. Cumartesi anneleri, cumartesi insanları, medya, yoldan geçenler, herkes… Yerlerde sürüklendik, coplandık, biber gazına maruz kaldık, gözaltına alındık. O ve ondan sonraki 30 hafta çok ağır geçti.
Çok yoğun bir polis şiddeti yaşandı.
- Ne zaman bitirdiniz?
13 Mart 1999’da 200’üncü eylemimizi yapıp, bitirdik. Çünkü artık ailelerin dayanacak gücü kalmamıştı. Hepsi yaşlı insanlar, bitkin insanlar, bir de eylemlerde perişan oluyorlardı.
- Peki sizce o 200 hafta işe yaradı mı?
Hem de çok yaradı. Bir kere sesimizi bütün dünya duydu. Onun neticesinde de gözaltında kayıplarda ciddi bir azalma oldu. Bu çok büyük bir kazanım.
- Eylemlere yeniden neden başladınız?
Çünkü Ergenekon kapsamında gözaltına alınan bazı isimlerin gözaltında kayıplarla çok yakından ilgisi var. Bunların görev yaptığı dönemde çok sayıda insan gözaltında kaybedildi. Elbette biz Ergenekon’un bir tür güçler arası bilek güreşi olduğunu görüyoruz. Anlatıldığı gibi bir demokratikleşme, bir temiz eller operasyonu değil, ama bizim de böyle bir şeye ihtiyacımız var.
- Yani bunu bir fırsata dönüştürmeye mi?
Evet, o yüzden de dedik ki “Siz bu konuda eğer ciddiyseniz gözaltında kaybedilenlerin faillerini de bu dosyalara almak zorundasınız.” O yüzden de her hafta yine eylem yapıp, sonra da eyleme konu olan kişinin dosyasını Ergenekon savcılarına teslim edeceğiz. Çünkü eğer gerçekten çetelerle savaştıklarını iddia ediyorlarsa, derin devleti açığa çıkardıklarını düşünüyorlarsa o zaman gözaltında kaybedilenlerin faillerini de yargılamaları gerekiyor. İşin yalnızca darbe teşebüsü boyutuyla ilgilenmek yetmez.
- 1990’larla karşılaştırdığınızda insan hakları açısından şimdi nasıl görüyorsunuz Türkiye’yi?
Bence AB’ süreci ve toplumsal muhalefetin güçlenmesi ile bir arpa boyu yol aldık, ama hükümetin iddasının aksine hak ihlalleri sürüyor. Mesela insan hakları aktivistlerinin en çok cezaevine girdiği dönem bu dönemdir. İfade özgürlüğüyle ilgili açılan davalarda hiçbir azalma yok. Son iki yılda onlarca insan ,eğlence dönüşü, parkta otururken, motosikletle gezerken polis kurşunuyla öldürüldü, sakat bırakıldı. Cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar devam ediyor. İşkence azaldı deniyor, ama biz hem İnsan Hakları Vakfı’na hem İHD’ye yapılan başvuranlardan ve Mazlumder’in raporlarından biliyoruz ki işkence azalmadı. Sadece eskiden devlet, nasılsa kimse bana bir şey yapamaz diye pervasızdı, şimdi daha dikkatli, o kadar.
HASAN’IN YÜZÜNÜ ANCAK BÜYÜTEÇLE ANLAYABİLDİK
Hasan Ocak, Tunceli-1965 doğumluydu. Sekiz kardeşi vardı. Öğretmen olmuştu, ama İstanbul’da çay ocağı işletiyordu. Gazi olaylarından 10 gün sonra ortadan kaybolan Ocak’ın hikayesini ablası Hüsniye Ocak Acer’le konuştuk:
- Ne oldu 21 Mart 1995’te?
O gün malum Nevruzdu. Akşam ben, eniştesi, Hasan, yapılacak nevruz gecesine gitmeyi düşünüyorduk. Bekledik, Hasan gelmedi. Aynı zamanda kardeşimiz Aysel’in de doğum günüydü, herhalde o yüzden gelmedi diye düşündük. Sabah olunca annemleri aradık, ama eve de gelmemiş.
- Evden en son kimle konuşmuş?
En son gündüz annemle telefonda konuşmuş. Aysel için balık alıp geleceğini söylemiş, “Akşama beraberiz” demiş. Gelmeyince annem gece boyu bir balkon-bir mutfak arasında mekik dokumuş. Baktık sabah da gelmeyince artık hepimiz hızla Hasan’ı aramaya başladık. Hastanelere, karakollara, her yere baktık. Herkes “Bizde yok” dedi.
- İlk ne geldi aklınıza?
Devlet geldi. Çünkü düşmanı hiç olmayan bir insandı, ama daha önce de siyasi nedenle gözaltına alınıp bırakıldığı için herhalde yine başına bir şey geldi dedik. Gerçekten de öyle olmuş. Nevruz nedeniyle Unkapanı’nda korsan bir gösteri varmış. Polis oraya müdahale edince dağılanlar Beyazıt, Aksaray tarafına doğru kaçmış. Hasan da Beyazıt’taki çay ocağından Kumkapı’ya balık almak için çıkmış. Biz o arada Hasan’ı da aldıklarını düşünüyoruz.
- Gözaltında olduğunu nasıl öğrendiniz?
Bir polis aracılığıyla bilgi aldık. Ama o polis bize bilgi verdikten 4-5 gün sonra evi, ailesi, her şeyiyle ortadan yok oldu. Bir de Hasan gözaltındayken parmak izi listesinde ismini görenler vardı. Aynı dönemde gözaltında olan üç tanık da Hasan’ın gözaltında olduğunu anlattı.
- Emniyet ne dedi?
Emniyet gözaltına aldığını kabul etmedi. Biz de bunun üzerine ailesi ve arkadaşları olarak İHD’de ve daha sonra CHP İstanbul İl Merkezi’nde dönüşümlü açlık grevine başladık. İstanbul’da kampanya devam ederken bir grubumuz Ankara’ya gittik. Hep sesimizi duyurmaya, Hasan’a bir adım daha yaklaşmaya çalıştık. Akın Birdal’ın devam eden bir davasını izlemeye gittik. Annem mahkemede dayanamadı, savcıya “Benim oğlum 20 gündür kayıp, ben oğlumu arıyorum, benim oğlum öğretmen, bana oğlumu bulun” diyerek ayağa kalktı. Sırf oğlunu istedi diye mahkemenin düzenini bozmaktan 30 gün Ulucanlar’da yattı annem. Onu çıkarmaya gittiğimiz gün ise bu sefer herkesi gözaltına aldılar. O mahallede oturan, ayağında terlikle ekmek almak için sokağa çıkanları bile. O arada kardeşimi de aldılar. Biz oturma eylemine başladık. Kardeşimizi almadan gitmeyeceğiz diye. Sonunda geri getirdiler.
- Bunlar da Hasan Ocak’ı ararken başınıza gelenler?
Tabii, o bir ay boyunca her akşam Yüksel caddesinde “Sağ aldınız sağ istiyoruz” diye mumlu eylem yaptık. Polisten dayak yedik. Açlık grevi yaptık. Basın açıklamaları yaptık. Çünkü şunu düşünüyorduk; sesimiz ne kadar çok çıkarsa Hasan’a o kadar çok yaklaşacaktık. Böyle bir ay geçti.
- Bu arada hâlâ haber yok..
Hâlâ haber yok, ama biz hep ümitliyiz.
- Ne zaman bitti bu bütün ümitler?
Bir telefon geldi, Bakırköy’de bir ceset bulunmuş, apar topar gittik. Baktık, Hasan değil, başka bir insanın cesedi. Biz zaten Hasan’ın kayıp olduğu süre boyunca her hafta Adli Tıp’ta cesetlere bakıyorduk. O gün de Bakırköy’den ayrıldıktan sonra tekrar Adli Tıp morguna gittik. Kimsesiz cesetlere baktık yine. Kimliksiz, kimsesiz cesetlerin fotoğraflarını çekildiğini biliyorduk, o fotoğraflara da bakmak istedik. Hasan’la beraber üç kişinin dosyası ayrı bir yerde saklanıyordu. Tesadüfen gördük o dosyaları. Baktık biri Hasan, ama teşhis etmesi zor. Yüzü herhalde tanınmaması için parçalanmış.
- Yüzü mü parçalanmış?
Yüzünün sol tarafı gözünün altından başlayarak birer santim arayla boynuna kadar bıçak ya da jiletle kesilmiş yüzü. Vücudu mosmor, koltuk altları, kulaklarının arkası… Sigara izleri… Kardeşlerim büyüteçle bakıyorlar resme, ama yüzündeki ben izinden teşhis ettik. Beykoz’da ormanlık alana atılmış cesedi. Köylüler bulmuşlar, jandarmaya haber vermişler. Bulunduğunda iki saatlik ölüymüş. Altı gün Beykoz Savcılığı morgunda kaldıktan sonra 15 gün adli tıp morgunda tutulmuş. İki gün de Küçükçekmece Mezarlıklar Müdürlüğü’nde tutulduktan sonra Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüş. 17 Mayıs’ta parmak izinden tespit yapıldı. 19 Mayıs’ta da kimsesizler mezarlığından alarak Hasan’ı Gazi Mahallesi’ndeki mezara defnettik.
- Bir mezarın olması diğer kayıp ailelerine göre “şans” mıdır sizce?
Tabii şans… Biz hiç değilse kardeşimizin ölüsünü bulduk. Mezarını biliyoruz. Bir soğuk taşa da olsa el koyuyorsun, onu hissetmeye çalışıyorsun. Ama “kayıp” çok acayip bir olgu, anlatılmaz. O yüzden zaten ben de bütün kayıpların mezarları olsun istiyorum, bunun için uğraşıyorum.
- Kardeşiniz için dava açtınız mı?
Açtık, ama sorumlu polisler hakkında sadece birkaç gün uzaklaştırma cezası verildi. AİHM’e gittik, o da devletin bize tazminat ödemesine karar verdi. Oysa biz para istemiyorduk, biz sorumluların yargılanmasını istiyorduk. Onu bir türlü başaramadık.
HER BEYAZ OTOMOBİL GÖRDÜĞÜMDE “ACABA HÜSEYİN Mİ?” DİYORUM
Hüseyin Taşkaya, Siverek-1950 doğumluydu. Dokuz kardeşi, bir anası, bir karısı, dört oğlu, bir de kızı vardı. 14 yıldır kendisinden haber alınamayan Taşkaya’nın hikayesini eşi Sultan Taşkaya, annesi Fatma Taşkaya ve kardeşi Ramazan Taşkaya’dan dinledik:
- Her şey nasıl başladı?
KARDEŞİ: Aslında her şey olayların ilk çıktığı ta 1978’de başladı. Biz Hilvan-Siverekliyiz. Bucak aşireti bizim Kırvar aşiretini hasım olarak görüyordu. 12 Eylül darbesi olduğunda ağabeyim de ben de örgüt üyesiyiz diye gözaltına alındık. Aşiret kavgası örgüt üyeliğine çevrilmişti. Beş buçuk yıl Diyarbakır cezaevinde yattık.
- Çıktıktan sonra ne yaptınız?
KARDEŞİ: İnşaat işiyle uğraşıyorduk, belediyeden iş alıyorduk, kazancımız epey iyi olmuştu. Yanımızda 30-40 kişi çalışıyordu. Ama bizim böyle işçi falan çalıştırıyor olmamız aşiret ağalarının çok hoşuna gitmedi, hazmedemediler. Husumet arttı.
- Gözaltı nasıl oldu?
KARDEŞİ: Ağabeyim Hüseyin artık evi İstanbul’a taşımıştı, ama bir işimiz var diye, iki günlüğüne Siverek’e gelmişti. Ben hissediyordum bir şeyler olacağını. Gelmesin diye haber gönderdim, ama geldi. “İşçiler Urfa’da, sen Urfa’ya git” dedim, gitmedi. O gün operasyon yapıldı.
- Tarih?
KARDEŞİ: 7 Aralık 1993. Bir üsteğmen, onunla beraber korucu başları ve polisler hepsi bir arada ve belki yüz kişinin gözü önünde ağabeyimi aldılar. Hatta amcamın kızı Hüseyin’e yapıştı, “Bırakmam” diye, dipçikle koluna vuruyorlar, amca kızının kolu kırıp, alıp götürdüler ağabeyimi. O gün ağabeyimle beraber 25 kişi daha gözaltına alınıyor. Üç-dört gün içinde 23’ü serbest kalıyor, ama ikisi 16 yıldır hâlâ ortada yok. Biri Ahmet Kaplar, diğeri de işte benim ağabeyim.
- Ne olmuş olabileceğini düşünüyorsunuz?
KARDEŞİ: Ağabeyim gözaltına alındığında bir başka amca kızımız olan Hatun Taşkaya zaten Emniyet’te ellerindeydi. Hatun’un Susurluk raporunun Bucak aşiretinden bahsedilen bölümünde de adı geçer. Çünkü çok tuhaf bir olay oluyor. Ağabeyimin gözaltına alındığı günün akşamında Hatun Urfa karayolu üzerindeki bir trafik kazasında ölüyor. Biz onu gözaltında biliyoruz, ama demek ki o bir yere götürülüyormuş. Daha tuhafı yanında Bucak aşiretinden üç kişi varmış ve kazada onlar da ölüyor. Zaten biz 16’sında Siverek Emniyet’ine dilekçe verdiğimizde de bize “Kardeşiniz bizde değil gidin Sedat’a sorun” demişlerdi.
EŞİ: Dilekçe vermeye oğlumla gitmiştim, orada biri sordu, “Bu senin neyindir?” Dedim, “Bu benim oğlumdur”. Dedi “Oğlunu al buradan git. Oğlunu da öldürecekler.”
- Bu, bu kadar açıkça konuşuluyor muydu?
EŞİ: Açıkça konuşuluyor. Tabii çok korktum. Dört oğlum var. Hemen kalktık İstanbul’a geldik.
KARDEŞİ: Ben de durmadım artık Siverek’te, ben de geldim İstanbul’a. Çünkü Siverek’te her türlü makama başvurduk, fakat hiçbir netice alamadık. 1995’te işittik ki CHP Beyoğlu İlçesi işgal edilmiş. (Hasan Ocak için yapılan eylem) Bir ümit kapısıdır dedik, biz de katıldık eyleme.
- O saate kadar hâlâ ümidinizi kaybetmemiş miydiniz?
KARDEŞİ: Şimdiye kadar da etmemişiz yani. İnsan ümidini kaybeder mi?
EŞİ: Birinden “Hüseyin Kırşehir cezaevinde” diye duyduğumuzda da hemen koşup gitmiştik. Bir ümit, acaba o mu diye, ama başka Hüseyin çıkmıştı. Bir gün yine morga gittik, baktık, yine o değildi.
- Hiç dava açtınız mı?
KARDEŞİ: Siverek Cumhuriyet Savcılığı kararıyla Diyarbakır Ağır Ceza’da dava açtık, ama takipsizlik kararı verildi. Bize hep “Zaten cezaevinde yatmış. Teröristtir. Dağa çıkmıştır” dendi.
- Tanıklar?
KARDEŞİ: Kimse konuşmadı korkudan. Dilekçe yazacak adam bile bulamadık, herkes korkuyordu.
ANNESİ: (Türkçe konuşamayan, ama anlayan 77 yaşındaki anne Zazaca söze giriyor, oğlu tercüme ediyor) Oğlumun kemiklerini istiyorum, oğlumun mezarını istiyorum, bana onun kemiklerini getirin, bana oğlumun mezarını verin…
- Anne hiç vazgeçmiyor değil mi?
KARDEŞİ: Vazgeçer mi… Ömrü oğlunu aramakla geçti. Fırat’a kaç kez ceset teşhis etmeye gitti. Her gittiğinde de bayılırdı.
- Onu en çok ne zaman hatırlıyorsunuz?
ANNE: Her namazda… “Hüseyin gel gel gel” diye yalvarıyorum. Bana hiç değilse oğlumun kemiklerini getirin. Getirecekseniz getirin artık. Ben de vatandaşım, biz de vergi verdik, biz de askerlik yaptık bu ülkeye… Bana getirin Hüseyin’i…
- Ya siz?
EŞİ: Ben her kapı çaldığında Hüseyin diye koşuyorum. Ya geldiyse… Öyle bekleriz yani… Benim kızım babası alındığında altı yaşındaydı, o bile hâlâ babam gelecek hayaliyle yaşıyor. Bir arabası vardı, beyaz... Bugün bile ne zaman bir beyaz araba görsem böyle duruyorum sokakta. Kendi kedime düşünüyorum. Tabii İstanbul’da çok beyaz araba var, ama yine de bakıyorsun, “Acaba Hüseyin mi” diye…
ANNEM HER KAPIYA “SEYHAN” DİYE KOŞTU
Seyhan Doğan Mardinliydi. Hakkında anlatacak çok da fazla bir şeyi olmadı, çünkü henüz 12 yaşındaydı. Doğan’ın başına ne geldiğini ağabeyi Kadri Doğan’la konuştuk:
- Nerede geçiyor olay?
Biz aslen Dargeçit’in Ulaş köyündendik. Bizim köy hayvancılıkla geçinen bir köydü. Koruculuğu kabul etmediğimiz için her türlü baskıyı görüyorduk. Sonunda 1993’te ben askerdeyken köy yakılmış, hayvanlarımız elimizden alınmış. Geldiğimde ne köy vardı ne bir şey, herkes Dargeçit’e göç etmiş.
- Gözaltı da Dargeçit’te mi oluyor?
Evet, o gün evde ne ağabeyimler ne ben varım. Tarih 29 Kasım 1995. Gece yarısı annem, babam, sinir hastası olan kardeşimiz Ayten, Seyhan ve Hazni uyuyorlar. Kapı çalıyor. Babam soruyor kimsin diye, “Biz askeriz aç” deniyor, babam açıyor. Bakıyor bütün ev çevrilmiş. Asker hemen silahı kafasına dayıyor babamın, ışıkları kapattırıyor. Sonra eve girip Seyhan’la dokuz yaşındaki öbür kardeşim Hazni’yi alıp çıkıyor.
- Niye?
Bilmiyoruz ki niye. Ama o hafta bizim oradan altı kişi daha alıyorlar. Onların arasında da 12,13 yaşında ve 19 yaşında birileri var.
- Nereye götürülüyorlar?
Taburun içine götürüyorlar. Annem o gece sabaha kadar askeriyenin kapısında bekliyor. Askeriye de annemi kovuyor, “Senin çocuğunu biz bıraktık, git evine” diyor.
- Eve dönen var mı peki?
Üç gün sonra Hazni dönüyor. Hazni’nin anlattığına göre bunların ikisini de ayaklarından tavana asmışlar. Sırayla herkesi dövüyorlarmış. Ama ne olduysa bilmiyoruz, Hazni kurtulmuş.
- Seyhan?
Seyhan’ı 14 yıldır bir daha hiç görmedik. Sade Seyhan değil, o gece gözaltına alınan diğer üç kişiden de bir daha hiç haber alınamadı. Yıllarca herkesin ailesi dört gözle onları bekledi. Hiçbirimizin evinde ne ışık yandı, ne bir yemek yendi. Huzur nedir bilmedik. O arada kimisinin annesi öldü, kimisinin babası… Mesela benim annem beş yıl içinde kahrından öldü, babam felç oldu. Seyhan’a yanıyorduk. Şimdi bir de gözleri açık giden anamıza yanıyoruz.
- Nasıl geçirdi anneniz o beş yılı?
Her gün Seyhan diyerek... Her kapıya Seyhan diye koşarak. Bir kez bile bize açtırmazdı kapıyı, illa o koşup açacak. Kapı sesi duyduğu anda ciğeri yanıyordu. Bir keresinde Med TV’ye telefonla bağlanmış, oğlunun adını söylese acaba bir umut olur mu diye… Anında gelip annemi gözaltına aldılar, 15 gün sonra bıraktılar. Annem çok kahır çekti.
- Bir dava açabildiniz mi?
Ben o dönemde Çiller’e de, Ağar’a da, Demirel’e de dava açtım. Ama hiçbiri kabul edilmedi. Başka dava da açtık, ondan da ümitli değilim. Daha geçen gün bizim avukat Savcı’dan ne yanıt almış biliyor musunuz? Güya kardeşim gözaltına alınmadan çok önce ölmüş.
- Bu arada gerçekten sizce 12 yaşında bir çocukla ne işleri olabilir?
Ben size sorayım; 2004’te Mardin Kızıltepe’de Uğur Kaymaz güvenlik güçlerince öldürüldüğünde kaç yaşındaydı?
- 12…
Ergenekon soruşturmasında Güneydoğu’da yaşanan olayların adı geçince, eylemlerine 13 Mart 1999’da son veren Cumartesi Anneleri de bir umutla yeniden sokağa çıktı. Ancak onlar “Bu, 28 Şubat’ın Ergenekon’udur, Fırat’ın öbür tarafına geçmeleri, oradaki faili meçhuller için de işletilmesi lazım” diyor.
Cumartesi Anneleri eylemi ilk kez 27 Mayıs 1995’te başladı. Polisten gördükleri baskının artması üzerine eyleme 200’üncü haftası olan 13 Mart 1999’da son verildi. Belki Ergenekon soruşturmasının bu son haftalarında Güneydoğu’da yaşanan olayların adı geçmese eylem gerçekten o noktada bitmiş olacaktı. Ama ne zaman ki ölüm kuyularından ve o dönem görev yapan bazı isimlerden söz edildi, Cumartesi Anneleri bir umutla yeniden sokağa çıktı. Üç haftadır yine Galatarasaray’da, saat 12.00’de, yarım saatlik oturma eylemlerine başlayan Cumartesi Anneleri kimdi, hikayelerinde ne vardı, 10 yıl aradan sonra şimdi ne düşünüyorlar, anlamak için Milliyet'ten Devrim Sevimay, üç aileyle konuştu...
- Ergenekon soruşturması bir ümit oldu mu sizler için?
RAMAZAN TAŞKAYA (Hüseyin Taşkaya’nın kardeşi): Benim için olmaz, çünkü yapamazlar
- Neyi yapamazlar?
TAŞKAYA: Bu 28 Şubat’ın Ergenekon’udur, Başbakan’a dokunanları ortaya çıkardılar, ama tamamını çıkaramazlar.
- Tamamı?
TAŞKAYA: Fırat’ın öbür tarafına geçerlerse o zaman her şey değişir, ama geçemezler.
- Fırat’ın öbür tarafına nasıl geçilir?
TAŞKAYA: Öbür tarafa geçmek için birilerinin çıkıp oradaki insanları neden kaçırdınız, neden öldürdünüz diye sorması, hukuk mekanizmasının oradaki kayıplar, faili meçhuller için de işletilmesi lazım. Ama yapamazlar. Devlet böyle bir şeyin altından kalkamaz.
- Yine de yakından takip ediyor musunuz gelişmeleri?
KADRİ DOĞAN (Seyhan Doğan’ın ağabeyi): Tabii, haberleri hiç kaçırmıyoruz. Gazeteleri alıyoruz, tek tek cümlelerin içinde geziyoruz, çözülenleri okuyoruz. Nerede bir kemik çıkıyor, nerede bir çukur açılıyor, nereden bir insan çıkacak diye ümitle bekliyoruz.
- Siz ümitli misiniz?
HÜSNİYE OCAK (Hasan Ocak’ın ablası): Ümit şöyle; Ergenekon’da Gazi Mahallesi katliamından bahsediliyor. Benim kardeşim Hasan Ocak Gazi olaylarında ön planda bir insandı. 10 gün sonra da kayboldu. O yüzden biz Ergenekon’a müdahil olmak istedik, ama dilekçemiz reddedildi.
- Peki ne bekliyorsunuz bu davadan, ne olursa tatmin olursunuz?
OCAK: Bizim şu anda birinci amacımız kuyuların, mezarların açılması, o insanların kemiklerinin ailelerine geri verilmesi. Önce bunu istiyoruz. İkinci olarak da bu işlerde kimlerin sorumluluğu varsa onların yargılanmasını istiyoruz.
DOĞAN: Devlet çıksın “Bunların suçu şuydu, bu amaçla gömdüm ben bunları” desin, biz de bilelim. Başbakan Davos’ta ne dedi; “Siz öldürmeyi bilirsiniz” dedi. Peki, kendisi bilmiyor mu, Güneydoğu’daki çocukların nasıl öldürüldüklerini? Bunu niye söylemiyor? Çıksın söylesin, biz de bilelim.
- Yalnız şimdi bazıları “Demek ki bir suçları vardı ki başlarına bunlar geldi” diye düşünebilir; ne olur yanıtınız?
OCAK: Ben hemen söyleyebilir miyim? Biz, bütün aileler diyoruz ki eğer bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz suçluysa yargılasalardı, cezaevine koysalardı. Buna diyecek bir lafımız olmazdı. Çünkü o zaman hiç değilse aranacak bir kapıları olurdu, ama şimdi insanların gidecek, soracak bir kapısı bile yok. Elbette bazı insanların bize karşı tavırları var, biliyoruz. Biz o insanları da anlıyoruz, ama şöyle diyoruz, inşallah başlarına gelmez. Bir düşünün, çocuğunuz eve bir saat geç kaldı mı deli oluyorsunuz, bu insanlar yıllardır çocuklarının dönmesini bekliyor. TAŞKAYA: Yani bayram geliyor, herkes kendi mezarına gidiyor, biz onu da bulamıyoruz, bizim gidecek mezarımız yok. Yani biz de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız, ama işte bazıları için biz ayrı vatandaşız.
DOĞAN: Üstelik benim kardeşim alındığında 12 yaşındaydı. Yani ne yapar ki ilkokula giden çocuk; ne yapabilir?
- Biz birkaç yıl önce Şehit Aileleri’yle söyleşi yapmıştık, onlar da tıpkı şimdi sizin gibi “Allah kimseye bu acıyı vermesin” demişti…
- HEPSİ (Aynı anda): Tabii onlarınki de çok büyük acı…
OCAK: O ailelerden biri de benim komşumdu. Erzincan’da bayramdan önce patlayan bombada öldü çocuk. Pırlanta gibi de bir çocuktu. Bir haber geldi, hepimiz çöktük. Evlat acısı, gençlerin acısı gibi acı var mı?
- Peki memnun musunuz Cumartesi Anneleri eylemleri yeniden başladığı için?
DOĞAN: Çokkk… Benim rahmetli annem koşa koşa gelirdi bu eyleme. Başkalarının acısını görünce kendi acısını unuturdu. Benim için de öyleydi. Kaç kez başıma geldi; karşımdaki kayıp fotoğrafını görünce üzüntümden kendi elimdeki fotoğrafı düşürmüşümdür. Elim böyle kalırdı havada…
- O kadar da eziyet gördünüz Galatarasaray’da, ama yine de 200 hafta hangi inatla gitmeye devam ettiniz?
OCAK: Kardeşim Hasan kaybolduğu zaman inanmayacaksınız, ama içimizdeki duygu buydu zaten. Yeter ki dayak yiyelim de sesimiz duyulsun, kardeşim bulunsun… Akşam eve gidiyorduk, her tarafımız mor. Üstten kameralar çekmesin diye genelde bacaklarımıza tekme atarlardı. Artık aldığımız darbelerden damarlar hasar görmüştü, yürüyemez hale gelmiştik. Bir keresinde oğlum sırtımı gördü, mosmor, tabii çocuğun psikolojisi bozuldu. Ben “Yok oğlum bir şey olmaz, geçer. Biz senin dayını bulmak için uğraşıyoruz, devlettir yapar” dedimdi.
- Üç haftadır nasıl gidiyor, rahat eylem yapabiliyor musunuz?
OCAK: Eylemlerimiz o zaman da yasak değildi, şimdi de yasak değil. Ama rahat mıyız; onu bize sonraki süreç gösterir.
GÖZALTINDA KAYIPLARIN ÇOĞU BAZI ERGENEKONCULARIN ZAMANINDA OLDU
Cumartesi Anneleri’nin yanı sıra bir de onlara destek veren “Cumartesi İnsanları” var. Onlardan biri de İnsan Hakları Derneği (İHD) Kayıplara Karşı Komisyonu Üyesi Sebla Arcan. Arcan’a eylemi ve biraz da Türkiye’nin son insan hakları manzarasını sorduk:
- İlk kimin aklına gelmişti Cumartesi Anneleri fikri?
O dönem “faili meçhuller” zaten vardı, ama “gözaltında kaybetme” yeni bir “tarz” olarak ortaya çıkmıştı. Hasan Ocak olayı ise bunun bir simgesi haline gelmişti. Ancak baktık Hasan Ocak’la ilgili artık yapacak bir şey yok. Biz de o zaman bu meseleyi kamuoyunun vicdanına sunalım dedik ve İHD’de ne yapmak gerektiğinin düşünürken çok anonim bir şekilde akla “Cumartesi Anneleri” fikri geldi. Nasıl Arjantin’deki kayıplar için “Perşembe Anneleri” toplanıyordu, burada da cumartesi günleri kayıp aileleriyle toplanalım diye düşünüldü.
- İlk eylem nasıl oldu?
27 Mayıs 1995, Cumartesi günü, saat 12.00’de Galatasaray’a gidip sessiz bir şekilde yere oturuldu. Çoğunluk kadındı. Sayımız azdı. Pek bir ilgi görmemiştik. Ama inat ettik, yağmurda çamurda dahi her hafta gitmeyi sürdürdük.
- Polis?
Polis uzun bir süre dokunmadı. Sayımız az, sesimiz çok çıkmadığı için bize bir nevi “Cumartesi delileri” muamelesi yapılıyordu. Ama ne zamanki eylemlerimiz ses getirmeye başladı, o zaman gözaltılar da başladı.
- En doruğa çıktığı gün?
15 Ağustos 1998. O gün gerçekten inanılmaz bir şiddet gördük. Cumartesi anneleri, cumartesi insanları, medya, yoldan geçenler, herkes… Yerlerde sürüklendik, coplandık, biber gazına maruz kaldık, gözaltına alındık. O ve ondan sonraki 30 hafta çok ağır geçti.
Çok yoğun bir polis şiddeti yaşandı.
- Ne zaman bitirdiniz?
13 Mart 1999’da 200’üncü eylemimizi yapıp, bitirdik. Çünkü artık ailelerin dayanacak gücü kalmamıştı. Hepsi yaşlı insanlar, bitkin insanlar, bir de eylemlerde perişan oluyorlardı.
- Peki sizce o 200 hafta işe yaradı mı?
Hem de çok yaradı. Bir kere sesimizi bütün dünya duydu. Onun neticesinde de gözaltında kayıplarda ciddi bir azalma oldu. Bu çok büyük bir kazanım.
- Eylemlere yeniden neden başladınız?
Çünkü Ergenekon kapsamında gözaltına alınan bazı isimlerin gözaltında kayıplarla çok yakından ilgisi var. Bunların görev yaptığı dönemde çok sayıda insan gözaltında kaybedildi. Elbette biz Ergenekon’un bir tür güçler arası bilek güreşi olduğunu görüyoruz. Anlatıldığı gibi bir demokratikleşme, bir temiz eller operasyonu değil, ama bizim de böyle bir şeye ihtiyacımız var.
- Yani bunu bir fırsata dönüştürmeye mi?
Evet, o yüzden de dedik ki “Siz bu konuda eğer ciddiyseniz gözaltında kaybedilenlerin faillerini de bu dosyalara almak zorundasınız.” O yüzden de her hafta yine eylem yapıp, sonra da eyleme konu olan kişinin dosyasını Ergenekon savcılarına teslim edeceğiz. Çünkü eğer gerçekten çetelerle savaştıklarını iddia ediyorlarsa, derin devleti açığa çıkardıklarını düşünüyorlarsa o zaman gözaltında kaybedilenlerin faillerini de yargılamaları gerekiyor. İşin yalnızca darbe teşebüsü boyutuyla ilgilenmek yetmez.
- 1990’larla karşılaştırdığınızda insan hakları açısından şimdi nasıl görüyorsunuz Türkiye’yi?
Bence AB’ süreci ve toplumsal muhalefetin güçlenmesi ile bir arpa boyu yol aldık, ama hükümetin iddasının aksine hak ihlalleri sürüyor. Mesela insan hakları aktivistlerinin en çok cezaevine girdiği dönem bu dönemdir. İfade özgürlüğüyle ilgili açılan davalarda hiçbir azalma yok. Son iki yılda onlarca insan ,eğlence dönüşü, parkta otururken, motosikletle gezerken polis kurşunuyla öldürüldü, sakat bırakıldı. Cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar devam ediyor. İşkence azaldı deniyor, ama biz hem İnsan Hakları Vakfı’na hem İHD’ye yapılan başvuranlardan ve Mazlumder’in raporlarından biliyoruz ki işkence azalmadı. Sadece eskiden devlet, nasılsa kimse bana bir şey yapamaz diye pervasızdı, şimdi daha dikkatli, o kadar.
HASAN’IN YÜZÜNÜ ANCAK BÜYÜTEÇLE ANLAYABİLDİK
Hasan Ocak, Tunceli-1965 doğumluydu. Sekiz kardeşi vardı. Öğretmen olmuştu, ama İstanbul’da çay ocağı işletiyordu. Gazi olaylarından 10 gün sonra ortadan kaybolan Ocak’ın hikayesini ablası Hüsniye Ocak Acer’le konuştuk:
- Ne oldu 21 Mart 1995’te?
O gün malum Nevruzdu. Akşam ben, eniştesi, Hasan, yapılacak nevruz gecesine gitmeyi düşünüyorduk. Bekledik, Hasan gelmedi. Aynı zamanda kardeşimiz Aysel’in de doğum günüydü, herhalde o yüzden gelmedi diye düşündük. Sabah olunca annemleri aradık, ama eve de gelmemiş.
- Evden en son kimle konuşmuş?
En son gündüz annemle telefonda konuşmuş. Aysel için balık alıp geleceğini söylemiş, “Akşama beraberiz” demiş. Gelmeyince annem gece boyu bir balkon-bir mutfak arasında mekik dokumuş. Baktık sabah da gelmeyince artık hepimiz hızla Hasan’ı aramaya başladık. Hastanelere, karakollara, her yere baktık. Herkes “Bizde yok” dedi.
- İlk ne geldi aklınıza?
Devlet geldi. Çünkü düşmanı hiç olmayan bir insandı, ama daha önce de siyasi nedenle gözaltına alınıp bırakıldığı için herhalde yine başına bir şey geldi dedik. Gerçekten de öyle olmuş. Nevruz nedeniyle Unkapanı’nda korsan bir gösteri varmış. Polis oraya müdahale edince dağılanlar Beyazıt, Aksaray tarafına doğru kaçmış. Hasan da Beyazıt’taki çay ocağından Kumkapı’ya balık almak için çıkmış. Biz o arada Hasan’ı da aldıklarını düşünüyoruz.
- Gözaltında olduğunu nasıl öğrendiniz?
Bir polis aracılığıyla bilgi aldık. Ama o polis bize bilgi verdikten 4-5 gün sonra evi, ailesi, her şeyiyle ortadan yok oldu. Bir de Hasan gözaltındayken parmak izi listesinde ismini görenler vardı. Aynı dönemde gözaltında olan üç tanık da Hasan’ın gözaltında olduğunu anlattı.
- Emniyet ne dedi?
Emniyet gözaltına aldığını kabul etmedi. Biz de bunun üzerine ailesi ve arkadaşları olarak İHD’de ve daha sonra CHP İstanbul İl Merkezi’nde dönüşümlü açlık grevine başladık. İstanbul’da kampanya devam ederken bir grubumuz Ankara’ya gittik. Hep sesimizi duyurmaya, Hasan’a bir adım daha yaklaşmaya çalıştık. Akın Birdal’ın devam eden bir davasını izlemeye gittik. Annem mahkemede dayanamadı, savcıya “Benim oğlum 20 gündür kayıp, ben oğlumu arıyorum, benim oğlum öğretmen, bana oğlumu bulun” diyerek ayağa kalktı. Sırf oğlunu istedi diye mahkemenin düzenini bozmaktan 30 gün Ulucanlar’da yattı annem. Onu çıkarmaya gittiğimiz gün ise bu sefer herkesi gözaltına aldılar. O mahallede oturan, ayağında terlikle ekmek almak için sokağa çıkanları bile. O arada kardeşimi de aldılar. Biz oturma eylemine başladık. Kardeşimizi almadan gitmeyeceğiz diye. Sonunda geri getirdiler.
- Bunlar da Hasan Ocak’ı ararken başınıza gelenler?
Tabii, o bir ay boyunca her akşam Yüksel caddesinde “Sağ aldınız sağ istiyoruz” diye mumlu eylem yaptık. Polisten dayak yedik. Açlık grevi yaptık. Basın açıklamaları yaptık. Çünkü şunu düşünüyorduk; sesimiz ne kadar çok çıkarsa Hasan’a o kadar çok yaklaşacaktık. Böyle bir ay geçti.
- Bu arada hâlâ haber yok..
Hâlâ haber yok, ama biz hep ümitliyiz.
- Ne zaman bitti bu bütün ümitler?
Bir telefon geldi, Bakırköy’de bir ceset bulunmuş, apar topar gittik. Baktık, Hasan değil, başka bir insanın cesedi. Biz zaten Hasan’ın kayıp olduğu süre boyunca her hafta Adli Tıp’ta cesetlere bakıyorduk. O gün de Bakırköy’den ayrıldıktan sonra tekrar Adli Tıp morguna gittik. Kimsesiz cesetlere baktık yine. Kimliksiz, kimsesiz cesetlerin fotoğraflarını çekildiğini biliyorduk, o fotoğraflara da bakmak istedik. Hasan’la beraber üç kişinin dosyası ayrı bir yerde saklanıyordu. Tesadüfen gördük o dosyaları. Baktık biri Hasan, ama teşhis etmesi zor. Yüzü herhalde tanınmaması için parçalanmış.
- Yüzü mü parçalanmış?
Yüzünün sol tarafı gözünün altından başlayarak birer santim arayla boynuna kadar bıçak ya da jiletle kesilmiş yüzü. Vücudu mosmor, koltuk altları, kulaklarının arkası… Sigara izleri… Kardeşlerim büyüteçle bakıyorlar resme, ama yüzündeki ben izinden teşhis ettik. Beykoz’da ormanlık alana atılmış cesedi. Köylüler bulmuşlar, jandarmaya haber vermişler. Bulunduğunda iki saatlik ölüymüş. Altı gün Beykoz Savcılığı morgunda kaldıktan sonra 15 gün adli tıp morgunda tutulmuş. İki gün de Küçükçekmece Mezarlıklar Müdürlüğü’nde tutulduktan sonra Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüş. 17 Mayıs’ta parmak izinden tespit yapıldı. 19 Mayıs’ta da kimsesizler mezarlığından alarak Hasan’ı Gazi Mahallesi’ndeki mezara defnettik.
- Bir mezarın olması diğer kayıp ailelerine göre “şans” mıdır sizce?
Tabii şans… Biz hiç değilse kardeşimizin ölüsünü bulduk. Mezarını biliyoruz. Bir soğuk taşa da olsa el koyuyorsun, onu hissetmeye çalışıyorsun. Ama “kayıp” çok acayip bir olgu, anlatılmaz. O yüzden zaten ben de bütün kayıpların mezarları olsun istiyorum, bunun için uğraşıyorum.
- Kardeşiniz için dava açtınız mı?
Açtık, ama sorumlu polisler hakkında sadece birkaç gün uzaklaştırma cezası verildi. AİHM’e gittik, o da devletin bize tazminat ödemesine karar verdi. Oysa biz para istemiyorduk, biz sorumluların yargılanmasını istiyorduk. Onu bir türlü başaramadık.
HER BEYAZ OTOMOBİL GÖRDÜĞÜMDE “ACABA HÜSEYİN Mİ?” DİYORUM
Hüseyin Taşkaya, Siverek-1950 doğumluydu. Dokuz kardeşi, bir anası, bir karısı, dört oğlu, bir de kızı vardı. 14 yıldır kendisinden haber alınamayan Taşkaya’nın hikayesini eşi Sultan Taşkaya, annesi Fatma Taşkaya ve kardeşi Ramazan Taşkaya’dan dinledik:
- Her şey nasıl başladı?
KARDEŞİ: Aslında her şey olayların ilk çıktığı ta 1978’de başladı. Biz Hilvan-Siverekliyiz. Bucak aşireti bizim Kırvar aşiretini hasım olarak görüyordu. 12 Eylül darbesi olduğunda ağabeyim de ben de örgüt üyesiyiz diye gözaltına alındık. Aşiret kavgası örgüt üyeliğine çevrilmişti. Beş buçuk yıl Diyarbakır cezaevinde yattık.
- Çıktıktan sonra ne yaptınız?
KARDEŞİ: İnşaat işiyle uğraşıyorduk, belediyeden iş alıyorduk, kazancımız epey iyi olmuştu. Yanımızda 30-40 kişi çalışıyordu. Ama bizim böyle işçi falan çalıştırıyor olmamız aşiret ağalarının çok hoşuna gitmedi, hazmedemediler. Husumet arttı.
- Gözaltı nasıl oldu?
KARDEŞİ: Ağabeyim Hüseyin artık evi İstanbul’a taşımıştı, ama bir işimiz var diye, iki günlüğüne Siverek’e gelmişti. Ben hissediyordum bir şeyler olacağını. Gelmesin diye haber gönderdim, ama geldi. “İşçiler Urfa’da, sen Urfa’ya git” dedim, gitmedi. O gün operasyon yapıldı.
- Tarih?
KARDEŞİ: 7 Aralık 1993. Bir üsteğmen, onunla beraber korucu başları ve polisler hepsi bir arada ve belki yüz kişinin gözü önünde ağabeyimi aldılar. Hatta amcamın kızı Hüseyin’e yapıştı, “Bırakmam” diye, dipçikle koluna vuruyorlar, amca kızının kolu kırıp, alıp götürdüler ağabeyimi. O gün ağabeyimle beraber 25 kişi daha gözaltına alınıyor. Üç-dört gün içinde 23’ü serbest kalıyor, ama ikisi 16 yıldır hâlâ ortada yok. Biri Ahmet Kaplar, diğeri de işte benim ağabeyim.
- Ne olmuş olabileceğini düşünüyorsunuz?
KARDEŞİ: Ağabeyim gözaltına alındığında bir başka amca kızımız olan Hatun Taşkaya zaten Emniyet’te ellerindeydi. Hatun’un Susurluk raporunun Bucak aşiretinden bahsedilen bölümünde de adı geçer. Çünkü çok tuhaf bir olay oluyor. Ağabeyimin gözaltına alındığı günün akşamında Hatun Urfa karayolu üzerindeki bir trafik kazasında ölüyor. Biz onu gözaltında biliyoruz, ama demek ki o bir yere götürülüyormuş. Daha tuhafı yanında Bucak aşiretinden üç kişi varmış ve kazada onlar da ölüyor. Zaten biz 16’sında Siverek Emniyet’ine dilekçe verdiğimizde de bize “Kardeşiniz bizde değil gidin Sedat’a sorun” demişlerdi.
EŞİ: Dilekçe vermeye oğlumla gitmiştim, orada biri sordu, “Bu senin neyindir?” Dedim, “Bu benim oğlumdur”. Dedi “Oğlunu al buradan git. Oğlunu da öldürecekler.”
- Bu, bu kadar açıkça konuşuluyor muydu?
EŞİ: Açıkça konuşuluyor. Tabii çok korktum. Dört oğlum var. Hemen kalktık İstanbul’a geldik.
KARDEŞİ: Ben de durmadım artık Siverek’te, ben de geldim İstanbul’a. Çünkü Siverek’te her türlü makama başvurduk, fakat hiçbir netice alamadık. 1995’te işittik ki CHP Beyoğlu İlçesi işgal edilmiş. (Hasan Ocak için yapılan eylem) Bir ümit kapısıdır dedik, biz de katıldık eyleme.
- O saate kadar hâlâ ümidinizi kaybetmemiş miydiniz?
KARDEŞİ: Şimdiye kadar da etmemişiz yani. İnsan ümidini kaybeder mi?
EŞİ: Birinden “Hüseyin Kırşehir cezaevinde” diye duyduğumuzda da hemen koşup gitmiştik. Bir ümit, acaba o mu diye, ama başka Hüseyin çıkmıştı. Bir gün yine morga gittik, baktık, yine o değildi.
- Hiç dava açtınız mı?
KARDEŞİ: Siverek Cumhuriyet Savcılığı kararıyla Diyarbakır Ağır Ceza’da dava açtık, ama takipsizlik kararı verildi. Bize hep “Zaten cezaevinde yatmış. Teröristtir. Dağa çıkmıştır” dendi.
- Tanıklar?
KARDEŞİ: Kimse konuşmadı korkudan. Dilekçe yazacak adam bile bulamadık, herkes korkuyordu.
ANNESİ: (Türkçe konuşamayan, ama anlayan 77 yaşındaki anne Zazaca söze giriyor, oğlu tercüme ediyor) Oğlumun kemiklerini istiyorum, oğlumun mezarını istiyorum, bana onun kemiklerini getirin, bana oğlumun mezarını verin…
- Anne hiç vazgeçmiyor değil mi?
KARDEŞİ: Vazgeçer mi… Ömrü oğlunu aramakla geçti. Fırat’a kaç kez ceset teşhis etmeye gitti. Her gittiğinde de bayılırdı.
- Onu en çok ne zaman hatırlıyorsunuz?
ANNE: Her namazda… “Hüseyin gel gel gel” diye yalvarıyorum. Bana hiç değilse oğlumun kemiklerini getirin. Getirecekseniz getirin artık. Ben de vatandaşım, biz de vergi verdik, biz de askerlik yaptık bu ülkeye… Bana getirin Hüseyin’i…
- Ya siz?
EŞİ: Ben her kapı çaldığında Hüseyin diye koşuyorum. Ya geldiyse… Öyle bekleriz yani… Benim kızım babası alındığında altı yaşındaydı, o bile hâlâ babam gelecek hayaliyle yaşıyor. Bir arabası vardı, beyaz... Bugün bile ne zaman bir beyaz araba görsem böyle duruyorum sokakta. Kendi kedime düşünüyorum. Tabii İstanbul’da çok beyaz araba var, ama yine de bakıyorsun, “Acaba Hüseyin mi” diye…
ANNEM HER KAPIYA “SEYHAN” DİYE KOŞTU
Seyhan Doğan Mardinliydi. Hakkında anlatacak çok da fazla bir şeyi olmadı, çünkü henüz 12 yaşındaydı. Doğan’ın başına ne geldiğini ağabeyi Kadri Doğan’la konuştuk:
- Nerede geçiyor olay?
Biz aslen Dargeçit’in Ulaş köyündendik. Bizim köy hayvancılıkla geçinen bir köydü. Koruculuğu kabul etmediğimiz için her türlü baskıyı görüyorduk. Sonunda 1993’te ben askerdeyken köy yakılmış, hayvanlarımız elimizden alınmış. Geldiğimde ne köy vardı ne bir şey, herkes Dargeçit’e göç etmiş.
- Gözaltı da Dargeçit’te mi oluyor?
Evet, o gün evde ne ağabeyimler ne ben varım. Tarih 29 Kasım 1995. Gece yarısı annem, babam, sinir hastası olan kardeşimiz Ayten, Seyhan ve Hazni uyuyorlar. Kapı çalıyor. Babam soruyor kimsin diye, “Biz askeriz aç” deniyor, babam açıyor. Bakıyor bütün ev çevrilmiş. Asker hemen silahı kafasına dayıyor babamın, ışıkları kapattırıyor. Sonra eve girip Seyhan’la dokuz yaşındaki öbür kardeşim Hazni’yi alıp çıkıyor.
- Niye?
Bilmiyoruz ki niye. Ama o hafta bizim oradan altı kişi daha alıyorlar. Onların arasında da 12,13 yaşında ve 19 yaşında birileri var.
- Nereye götürülüyorlar?
Taburun içine götürüyorlar. Annem o gece sabaha kadar askeriyenin kapısında bekliyor. Askeriye de annemi kovuyor, “Senin çocuğunu biz bıraktık, git evine” diyor.
- Eve dönen var mı peki?
Üç gün sonra Hazni dönüyor. Hazni’nin anlattığına göre bunların ikisini de ayaklarından tavana asmışlar. Sırayla herkesi dövüyorlarmış. Ama ne olduysa bilmiyoruz, Hazni kurtulmuş.
- Seyhan?
Seyhan’ı 14 yıldır bir daha hiç görmedik. Sade Seyhan değil, o gece gözaltına alınan diğer üç kişiden de bir daha hiç haber alınamadı. Yıllarca herkesin ailesi dört gözle onları bekledi. Hiçbirimizin evinde ne ışık yandı, ne bir yemek yendi. Huzur nedir bilmedik. O arada kimisinin annesi öldü, kimisinin babası… Mesela benim annem beş yıl içinde kahrından öldü, babam felç oldu. Seyhan’a yanıyorduk. Şimdi bir de gözleri açık giden anamıza yanıyoruz.
- Nasıl geçirdi anneniz o beş yılı?
Her gün Seyhan diyerek... Her kapıya Seyhan diye koşarak. Bir kez bile bize açtırmazdı kapıyı, illa o koşup açacak. Kapı sesi duyduğu anda ciğeri yanıyordu. Bir keresinde Med TV’ye telefonla bağlanmış, oğlunun adını söylese acaba bir umut olur mu diye… Anında gelip annemi gözaltına aldılar, 15 gün sonra bıraktılar. Annem çok kahır çekti.
- Bir dava açabildiniz mi?
Ben o dönemde Çiller’e de, Ağar’a da, Demirel’e de dava açtım. Ama hiçbiri kabul edilmedi. Başka dava da açtık, ondan da ümitli değilim. Daha geçen gün bizim avukat Savcı’dan ne yanıt almış biliyor musunuz? Güya kardeşim gözaltına alınmadan çok önce ölmüş.
- Bu arada gerçekten sizce 12 yaşında bir çocukla ne işleri olabilir?
Ben size sorayım; 2004’te Mardin Kızıltepe’de Uğur Kaymaz güvenlik güçlerince öldürüldüğünde kaç yaşındaydı?
- 12…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder