11 Şubat 2009 Çarşamba

Ankara NATO sınavında... / Lale Sarıibrahimoğlu

Fransa’nın 43 yıl aradan sonra NATO’nun askerî kanadına dönme hazırlığına karşı Türkiye’nin izleyeceği tutumun, epeydir hükümet ve diplomatlar düzeyinde tartışıldığı ve bu nükleer gücün kararına yüksek perdeden tepki verilmeyeceği anlaşılıyor. Nitekim Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın, “Fransa başkalarına benzemez,” mealinde geçen hafta sarfettiği sözler de Türkiye’nin, Paris’in ittifakın askerî kanadına dönüşünde başağrısı yaratmayacağının işaretlerini verir gibiydi. Zaten Fransa da Babacan’ın sözlerini, Türkiye’nin olumlu pozisyonu olarak temkinli bir iyimserlikle not etmiş durumda.
Aldığım bilgiler, Türkiye ve Fransa arasında yapılmakta olan olağan ikili temaslarda da, Ankara’nın, Paris’in NATO’nun askerî kanadına dönüşüne itiraz etmeyeceği görüşünün hakim olduğu yönünde. Önümüzdeki aylarda meydana gelebilecek beklenmeyen gelişmeler, Türkiye’nin pozisyonunda aksi istikamette bir gelişmeye sahne olur mu?, göreceğiz.
Muhalefet partileri, şimdiden hükümeti, Türkiye’nin zaten ağır aksak gitmekte olan AB ile üyelik müzakerelerinde önemli sorun çıkartan Fransa’ya karşı, veto hakkını –böyle bir hak henüz doğmuş değil- koz olarak kullanmaya çağırdılar. Milleti acı ilaç içmek zorunda bırakan, dönemin darbeci generalliğinden devlet başkanlığı mertebesine ulaşan Kenen Evren’in, Türkiye’nin çıkarlarını gözardı edip, Yunanistan’ın 1980 yılında NATO’nun askerî kanadına dönüşünü sağladığı vak’anın tekrarlanmaması uyarısı da muhalefet tarafından yapıldı.
Ama 1980’li yılların üzerinden çok zaman geçti, bugünün dünyasında farklı bir siyasi iklim var. Türkiye, birçok eksiği de olsa demokratikleşme yolunda kimi adımlar attı, güç kavgası sürse de seçilmişler ve atanmışlar arasındaki sınırlar daha belirgin olmaya başladı. “Tek adamların” Türkiye adına, ulusal çıkarları zedeleme pahasına karar alma lüksü artık eskisi gibi yok. Hele hele de veto hakkımızın bulunduğu tek uluslararası örgüt olan NATO’da sürekli sorun yaratan ülke imajını sürdürmemiz de olanaksız görülüyor.
Türkiye imajı NATO’da öyle bir noktaya geldi ki, Ankara, kimi tezlerinde haklı da olsa genel anlamda inandırıcılığını kaybetmiş durumda. Yunanistan ile onlarca yıl bitmeyen kavgası, NATO’nun operasyonel anlamda çalışmalarını olumsuz etkilerken son yıllarda da Kıbrıs Rum kesimi ile Ankara arasında süren pürüzler, neredeyse ittifakın barış gücü operasyonlarına risk oluşturmaya başladı.
Türkiye’nin devlet olarak tanımadığı Kıbrıs Rum kesimi, Ankara’ya rağmen, bir AB üyesi. NATO’nun askerî imkân ve kabiliyetleri kullanılarak, ittifak ve AB üyesi ülkeler arasında yapılmakta olan barış gücü operasyonlarına, Rum kesiminin katılmasına Ankara’nın yönelttiği çoğu zaman haklı itirazlar bile artık ittifak içinde kabul görmez noktaya gelmiş bulunuyor. Zira, Türkiye’nin itirazları, NATO’nun belkemiğini oluşturan Amerika ve Avrupa arasındaki işbirliğini dolayısıyla da ittifakın geleceğini tehdit eder boyutlarda. Bugün ittifak içinde sürekli başağrısı yaratan ülke imajını taşıyorsak bunu temel nedeni, geçmişte izlediğimiz seçilmiş bürokratların ağırlığında alınmış olan demokratik olmayan kararlardır. Bir ülke sürekli askerî gücünü ön plana çıkartıp, sorunlarına diplomasi yoluyla çözüm aramaktan uzak durursa olacağı budur. Yunanistan ve Kıbrıs konusunda gerek NATO gerekse AB nezdinde yaşamakta olduğumuz sorunların temelinde hep bu kaba kuvvet politikası yatmaktadır.
Fransa’nın NATO’nun askerî kanadına dönüşüne ilişkin Dışişleri Bakanı Babacan’ın, geçen hafta yaptığı ve “Burada önemli olan NATO ittifakının güçlü olmasıdır,” (Milliyet, 7 Şubat) yönündeki sözlerinin, geçmiş politikaların Türkiye’ye olumsuz yansımalarını bertaraf etmeye yönelik olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Zaten, Fransa’nın ittifakın askerî kanadına geri dönüşü kararının, otomatik mi?, yoksa tüm üye ülkelerin oybirliğiyle mi?, alınacağına NATO sekreterliği karar verecek. Dolayısıyla mevcut durumda, Türkiye’nin veto kozunu kullanma imkânının olup olmayacağı da belirsiz.
Ama Babacan’ın sözlerinden, Ankara’nın, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını zedeleyecek bir politika izlemeyeceği anlaşılıyor.
***
Gül’ün öfkesi... Daha düne kadar Ergenekon terör örgütünün önemli zanlıları şüphesiyle kimisi tutuklanan kimisi gözaltına alınan emekli generallerin, şimdi serbest bırakılıyor olmaları, gazeteci Şamil Tayyar’ın, dün NTV’ye verdiği demeçte de söylediği gibi, Ergenekon davası ve soruşturmasının mevzi kaybettirilmeye yani sulandırılmaya başlatıldığı yorumlarına neden oluyor. Gerçi bu sulandırma havasını açıkça soluyoruz ya neyse.
Dikkat ederseniz, yargıya müdahale izlenimi veren yukarıda belirttiğim gelişme, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, sonradan serbest bırakılan ve önemli görevlerde bulunmuş iki emekli generalin gözaltına alınmasından hemen sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile 8 Ocak günü yaptığı olağandışı görüşmelerin ardından meydana gelmeye başladı. Gül’ün, Başbuğ ile yaptığı ve 50 dakika sürdüğü belirtilen baş başa görüşmeden sonra son derece öfkeli olduğu kulağıma gelen bilgiler arasında.
Bu öfkenin nedenini artık siz yorumlayın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder