Ergenekon Davası'nda da darbe iddialarıyla ilgili tanık sıfatıyla
ifade veren eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, mahkemenin verdiği
cezaları şöyle değerlendiriyor: "Ceza almaları beni derinden üzüyor.
Aileleri acı çekiyor, kendileri çekiyor. Bunlar keşke olmasaydı
diye düşünüyoruz, ne yapalım bunlar yaşandı." Ve son noktayı koyuyor
Özkök Paşa: "Umarım iyi dersler çıkartılır, memleketimizin hayrına
dersler çıkartılır."
Gerçekten de öyle! Türk Silahlı Kuvvetleri'nde vaktiyle görev
yapan insanların 'darbe teşebbüsü' suçundan ağır cezalara
çarptırılmasını üzüntüyle izledik. Ve aynen eski Genelkurmay Başkanı
gibi düşündük: Keşke böyle şeyler hiç yaşanmasaydı! Yani, keşke ordu
içinde birileri yetki ve sorumluluklarını aşarak illegal işlerle
uğraşmasaydı da, bu manzara ile karşı karşıya kalınmasaydı.
Ne gereği vardı Allah aşkına! "Türk subayı olmak" insana
yeterince bir övünç vermiyor muydu zaten? O güzel üniformayı giymenin
onuru varken ve o gururu aslî işini ifa etmeye harcamak bir faziletken
neden siyasete bulaşılır ki? Oysa daha çocuk denecek yaşta asker ocağına
teslim olanların görevi, ülkeyi düşmanlarına karşı korumaktır; halkı
dövmek, halkın siyasi tercihlerine müdahale etmek değil!
Ne var ki bizde komitacılık ve cuntacılık çok eskilere dayanan
hastalıklı bir ruh halidir. İmparatorluğumuzun çökme nedenlerinden biri
de o mariz cuntacılık damarıdır. Cumhuriyetten sonra da o illetten
kurtulamadık maalesef. 1960'ta darbe yapanlar Cumhurbaşkanı'nı,
Başbakan'ı, hatta Genelkurmay Başkanı'nı tekme tokat makamlarından
alaşağı etti. Başbakan ve bakanlarını idam eden albaylar cuntasının
kuklaları, milletvekillerini sürgüne gönderdi. Onca kan ve gözyaşına
rağmen darbe çözüm oldu mu? Hayır.
27 Mayıs darbesinden iki sene sonra bir darbe teşebbüsü daha
gerçekleşti. O darbe başarılı olamadı. Ne var ki, cuntanın elebaşı
Kurmay Albay Talat Aydemir, özel bir afla serbest bırakıldı. Aynı
cuntacı ekip 1963'te "Anayasa'da öngörülen reformlar yerine getirilmedi"
diyerek bir kez daha darbe teşebbüsünde bulundu. 1 Ekim 1963'te Askeri
Yargıtay, cuntacılık ve darbecilik suçundan Albay Talat Aydemir ve
Binbaşı Fethi Gürcan'ın idam kararını onadı. Türkiye Büyük Millet
Meclisi, Fevzi Bingöl ve Osman Deniz'i idamdan kurtarırken, Aydemir ve
Gürcan'ın infazına 'evet' dedi. İsmet İnönü'nün ağırlığını koymasıyla
verilen idam kararına 'evet' diyenler arasında dönemin CHP
milletvekillerinden Bülent Ecevit de vardı. Cuntacılık faaliyetlerinden
ordu bunalmıştı ve yeniden emir komuta zincirinin oluşmasını istiyordu.
Meclis de darbeciliğin artık son bulmasını istiyordu. Olmadı!
O idamlara rağmen maalesef darbeci damar kurutulamadı. 1971'de
muhtıra verildi. 1980'de 'hiyerarşiye uygun' darbe yapıldı. Başbakan ve
siyasi liderler tutuklandı, partiler kapatıldı, demokrasi ve insan
hakları askıya alındı. 650 bin insan gözaltına alındı, 171 kişinin
işkenceden öldüğü belgelendi, 300'den fazla kişi şüpheli şekilde
hayatını kaybetti, 50 genç idam edildi.
Halk bütün darbelere sandıkta ağır ceza kesti. Darbeciler hangi
partiyi desteklediyse vatandaş gitti, diğerine oy verdi. Ama cuntacılar,
yaşananlardan hiç mi hiç ders çıkarmadı. 28 Şubat 1997'de 'post modern
darbe' yaparak hükümeti istifaya sürüklediler. Halk bunun da hesabını
sandıkta sordu ve 2002'de AK Parti'yi iktidara taşıdı. Ne var ki bazı
askerler bu mesajı da anlamadı, darbe planlarının ardı arkası kesilmedi.
En sonunda 27 Nisan 2007'de hükümete resmen e-muhtıra verildi. Oysa
vatandaşın mesajı açıktı: Halk ordusunu sevdiği halde, Yeniçeri'den beri
süregiden acı tecrübeleri hatırlıyor ve askerin siyasete müdahale
etmesini istemiyordu. Haklıydı da! Askerin elindeki silah ona emaneten
verilmişti ve ancak düşmana karşı kullanıldığında meşru sayılabilirdi.
Balyoz darbe planı, tüyler ürperten bir yol haritası
hazırlamıştı. Beyazıt Camii'nde cuma namazı vakti şadırvana konacak bir
bomba ile provokasyon zinciri başlıyordu mesela. Aynı anda 'Çarşaf Eylem
Planı' devreye sokuluyor, bomba patlatılıyor ve Fatih Camii kan gölüne
çevriliyordu. Sonra camiye yerleştirilen görevli kişiler öncülüğünde
halk galeyana getiriliyor, olayların perde arkasını bilmeyen
vatandaşların askerî müzeye saldırması hedefleniyordu. "Öldürülecek
gazeteciler listesi" hazırlanmıştı ve Hasan Cemal, Toktamış Ateş, Nazlı
Ilıcak, Hrant Dink gibi isimlerin darbe öncesinde suikasta uğratılması
planlanıyordu. Bu kadarla da iktifa edilmiyordu. 'Oraj Eylem Planı'na
göre Ege'de Yunan savaş uçakları tahrik ediliyor ve Türk jetinin
düşürülmesi düşünülüyordu. O da yetmiyor; 'Suga Eylem Planı' gereği
Yunanistan ile gerginliğin tırmandırılması için akla hayale gelmedik
savaş senaryoları yapılıyordu. Balyoz'daki ayrıntıları anlatmaya kalksak
sayfalar yetmez. "Belgeler uydurma!" diyenler gerçeği tastamam
konuşmuyor. Malum seminerin ses kayıtları ve orada tutulan zabıtlar her
şeyi yeterince anlatıyor. Üstelik Gölcük'teki askerî tesislerde ele
geçirilen ıslak imzalı belgeler de ortada korkunç bir darbe planı
olduğunu ortaya koyuyor. Belgelere bakınca, "Plan gerçekleşmiş olsaydı
en acı ve kanlı darbeyi bile geride bırakacaktı..." demek durumunda
kalıyorsunuz.
Şimdi mahkeme "darbeye eksik teşebbüs" suçundan sanıklara ceza
kesti. Bizim darbesever meslektaşlar da karaları bağladı; tarihî kararı
sulandırmak için akla hayale gelmedik şeyler söylüyor. Keşke sanık
avukatları yerine onlar çıksaydı mahkemeye demeden edemiyor insan! Acı
gerçek şu; medyada öyle bir kesim var ki fırsatını bulduğunda eski
vesayetçi alışkanlıkları devam ettirmede bir saniye tereddüt
göstermiyor. Tabii ki aileler ağlıyor, sanık yakınları tepki gösteriyor;
kimi darbe yandaşları da mahkeme sonrası ortaya çıkan hazin manzarayı
tepe tepe sömürüyor. Üzülmemek elde değil. Hiç kimse, "Oh olsun!"
demiyor. Demez de. Ancak asıl soruyu şimdi sormak gerekiyor: Ne gereği
vardı siyasete bulaşıp darbecilik ve cuntacılık yapmaya? Bu millet
ordusunu delicesine sever; ancak tek şartla: Kışla siyaseti bu toplumu
silah zoruyla yönetmeye kalkmayacak...
PANORAMA
Darbe konusu tartışıldıkça bazı çevrelerden darbeciliği meşru
kılan ya da suçu hafifleten bazı gerekçeler de duyuluyor. Mesela deniyor
ki: Darbe suçu, emri veren ile ilgili olmalı; emri alanın eli mahkûm
olduğu için onlar suçlanmamalı. Elbette emir alanla emir verenin suçu
bir değil. Ancak bu, darbeciliği meşru hale getirebilecek korkunç bir
varsayıma dönüşmemeli. Çünkü emri veren de emri alan da anayasaya ve
yasalara uymak zorundadır. Darbe sadece etik bir hata değil, kriminal
bir vakadır.
Balyoz sanıklarının savunma aşamasında izledikleri taktiklerden
biri savcıları ve hâkimleri tehdit etmekti. Bunu eskiden mafya
davalarında da sık sık görürdük. Kendine gazeteci diyen biri de serbest
bırakılınca böyle yaptı. Ne var ki hâkimi, savcıyı, hatta basını tehdit
ederek bir yere varmak mümkün değil. Eski Türkiye'nin zorba
yöntemleriyle hiçbir alanda mesafe alınamıyor artık.
Köşesinde özür dilemeseydi, konuyu ayrıntısıyla burada
irdeleyecektim. Ali Bayramoğlu, son dönemde inanılması güç bir dönüşüm
yaşıyor. Her fırsatta öne atılıp "cemaat" düşmanlığı yapıyor. Geçen gün
yargı muhabirimiz Büşra Erdal'ın basit bir sorusuna saldırgan cevaplar
verdi. Ne gariptir ki Balyoz sanıklarının yakınları da Silivri'de aynı
muhabirimize saldırdı. Sakin olmak, mantıklı konuşmak gerekiyor. Öyle
olmadığında hem kötü söz, sahibini mahcup ediyor; hem de insanları hedef
göstermiş oluyorsunuz. Değmez ki...