12 Eylül Darbesine ramak kala, plânın “sakıncalı personeli enterne etmek” hükmü
gereğince olmalı, İstanbul içinde sıkıyönetim görevi yapan bölüğümün
komutasından aniden el çektirerek, bir süreliğine kışlada gözetim
altında tutmuşlardı beni de.
O yüzdendir ki, darbenin ilk günlerinde bölüğümün başında olamayacaktım. Buna karşın, kentteki birliklerimizin “Bayrak Harekât Emri”yle plânlanmış yerlere derhal operasyonlar yaparak o günün daha ilk ışıklarından itibaren derdest ettikleri binlerce insanı apar-topar getirip tıktıkları Hasdal Kışlası’nda olup bitenleri gözlemleme olanağı bulabilecektim.
Sayısız anıdan bugün bir tanesine değineyim:
Toparlanıp getirilen kalabalıkların, gözleri bağlanarak tek tek yapılan sorgularına, hemen o gün başlanmıştı. Bu maksatlar için bölük yazıcı odaları hazırlanmış, aralarından şimdilerdeki Balyoz Davası’nda hüküm giyen generallerin de çıkacak olduğu, o dönemin Harp Akademilerinde okuyan kurmay subay adayları, her bir odadaki sorgucu polislerin başına âmir diye dikilmişlerdi.
27 Mayıs’ı tüm subayları temsilen “Harp Okulu” marifetiyle gerçekleştiren ordu, 12 Eylül’ü “Harp Akademileri”yle birlikte plânlayarak, demek ki artık güven duyacağı çekirdek kadroları kurmay ve generallerle sınırlı tutmaya da başlayacaktı.
Akşam olup da işler ertesi güne sarkarak el-etek çekilince, titreşerek sabahı etmeye çalışan gözaltındakiler, kentte görevli bölüklere ait kışla koğuşlarının, her birine üç beş kişinin isabet ettiği yataksız ve battaniyesiz ranza demirlerinde, âdetâ tüneklere dizilip birbirlerine sokularak bekleşen kesimlik bir kümesin hayvanlarına çevrilmişlerdi.
Odamdan çıkmamam gerekiyordu, ama dinleyen kim? Herhangi bir görevim olmadığı hâlde, o hercümerç içerisinde koğuşları dolaşıyordum ki, cesaretini toparlayabilen biri bana seslenerek“Komutanım, paralarımızı ne vakit alabileceğiz?” deyiverdi.
“Koskoca ihtilâl günü düşündüğü şeye bak”, diye meraklanarak, “ne parası?” dedim ben de.
İlgilendiğimi görenler de yanaşarak, ilkin o, sonra da diğerleri bir anlatmaya başladılar ki; aman Allah’ım inanamazsınız!
Meğer sorgu odasında “anayin adı... babayin adı...” derken ve ceplerini oralarını buralarını yoklarlarken, bu sıygaya çektiklerini teker teker soymamışlar mı bir güzel, azizim, o sözde sorgucu kılıklı polisler!
Gülsem mi ağlasam mı, şaşırıp kaldım. Tek-tük olsa bi derece. Benden de cesaret buldular ya, koğuşlarda bir feryadı figan ki, sormayın. O gün cepleri boşaltılmadık bir tane bile adam bırakmamışlar.
Zaten korku içindeki bu garibanlar da “herhâlde olması gereken budur” zannetmişler; gözleri bağlı olduğu için de yapanların kim olduklarını görememişler.
Şu cüreti, şu pişkinliği görüyor musunuz; memlekette darbe olmuş, insan avı başlamış, onlarsa sorgulama tekniği ayaklarında, herkesi soyup soğana çevirmişler.
Başlarında da, kurumlarından geçilmeyen, kasılmaktan olup biteni göremeyen, çoğu konuda ileride de olacağı gibi, akılları bir karış havada duran kurmay adayı subaylar var.
Ne yapmam gerektiğini düşündüm ve hemen, baştan beri kışla komutanı olarak görev yapan, iyi yürekli, benden de kıdemli bir yüzbaşı vardı; gittim, durumu ona anlattım. O da şaşırdı; sarardı bozardı ve ne yapalım diye, fikrimi sordu.
Ben, “Bu sorgulamalar yarın da devam edecek, komutanım. Henüz tezgâhtan geçmeyenlerin ceplerindeki paraların seri numaralarını listeleyelim” dedim. Tuttu benim aklıma uydu ve biz, gözaltındakiler ve yazıcılarla hep beraber, sabaha kadar listeler yaptık, o 12 eylül gecesi.
Türkiye faşist bir askerî darbeyle sarsılıyor, bizse, tedirginliklerini fırsat bilip gözaltındaki halkı soyanları yakalamanın peşine koyuluyoruz. Bir düşünsenize, sanki bir film gibi yani; fakat komedi mi trajedi mi, artık ona siz karar verin.
Uzatmadan sonuca gelirsem... hırsızları yakalamak şöyle dursun, durumu nasıl öğrendiyse öğrenmiş bulunan Kurmay Başkanı’nın, tümen karargâhının bahçesinde yeri göğü inleterek sarfettiği o sabahki hakaret dolu sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor:
“Onlar kurmay olacaklar. Gözaltındaki sivil köpeklerin çalınan paraları yüzünden şaibeli hâle gelemezler. Onlar gelecek Türkiye’sinin komutanları, Cumhurbaşkanları. Onlar bu memleketin gerçek sahipleri. Senin gibi solcu bozuntusu o... çocuğu değiller”demişti.
Şimdi siz ne söylüyorsunuz bana? “Vay, sen kin güdüyorsun” falan mı diyorsunuz?
23-24’ümde miydim neydim, ordudan teğmenken haksız yere daha gencecik yaşta atıldığımda, Yarımca’daki o tamtakır bir göz odada beş parasız, üşümemek için bedenimi gazete kâğıtlarıyla sararak, sımsıcak gözyaşlarına boğulurken benimle miydiniz?
Faşist darbeci damardan beslendiklerini saklamaya gerek dahi duymadan tutumlarını sürdüregelen bu zorbalıklar yüzünden, hâlâ doğrultamadım o günlerden beri belimi. Bugün 64’ümdeyim, ama emekli bile olamadım henüz. Devletin hastane kapılarından bu yaşta kös kös geri dönüyor musunuz, siz de benim gibi? Yoksa, karısına kızanına, yetmedi yenine yanına, askerî kamplardaki villaları önünde 24 saat esasına göre doktoruyla hemşiresiyle bugün dahi tam teşekküllü ambulanslar bekletenlerden misiniz?
Tanrı bile zalimlerin zulmetinin bir kefareti olacağını söylemiyor mu kitaplarında?
Bre vicdansızlar, bu başlarına gelen ve daha da gelecek olan, o değil de ne pekiyi?
O yüzdendir ki, darbenin ilk günlerinde bölüğümün başında olamayacaktım. Buna karşın, kentteki birliklerimizin “Bayrak Harekât Emri”yle plânlanmış yerlere derhal operasyonlar yaparak o günün daha ilk ışıklarından itibaren derdest ettikleri binlerce insanı apar-topar getirip tıktıkları Hasdal Kışlası’nda olup bitenleri gözlemleme olanağı bulabilecektim.
Sayısız anıdan bugün bir tanesine değineyim:
Toparlanıp getirilen kalabalıkların, gözleri bağlanarak tek tek yapılan sorgularına, hemen o gün başlanmıştı. Bu maksatlar için bölük yazıcı odaları hazırlanmış, aralarından şimdilerdeki Balyoz Davası’nda hüküm giyen generallerin de çıkacak olduğu, o dönemin Harp Akademilerinde okuyan kurmay subay adayları, her bir odadaki sorgucu polislerin başına âmir diye dikilmişlerdi.
27 Mayıs’ı tüm subayları temsilen “Harp Okulu” marifetiyle gerçekleştiren ordu, 12 Eylül’ü “Harp Akademileri”yle birlikte plânlayarak, demek ki artık güven duyacağı çekirdek kadroları kurmay ve generallerle sınırlı tutmaya da başlayacaktı.
Akşam olup da işler ertesi güne sarkarak el-etek çekilince, titreşerek sabahı etmeye çalışan gözaltındakiler, kentte görevli bölüklere ait kışla koğuşlarının, her birine üç beş kişinin isabet ettiği yataksız ve battaniyesiz ranza demirlerinde, âdetâ tüneklere dizilip birbirlerine sokularak bekleşen kesimlik bir kümesin hayvanlarına çevrilmişlerdi.
Odamdan çıkmamam gerekiyordu, ama dinleyen kim? Herhangi bir görevim olmadığı hâlde, o hercümerç içerisinde koğuşları dolaşıyordum ki, cesaretini toparlayabilen biri bana seslenerek“Komutanım, paralarımızı ne vakit alabileceğiz?” deyiverdi.
“Koskoca ihtilâl günü düşündüğü şeye bak”, diye meraklanarak, “ne parası?” dedim ben de.
İlgilendiğimi görenler de yanaşarak, ilkin o, sonra da diğerleri bir anlatmaya başladılar ki; aman Allah’ım inanamazsınız!
Meğer sorgu odasında “anayin adı... babayin adı...” derken ve ceplerini oralarını buralarını yoklarlarken, bu sıygaya çektiklerini teker teker soymamışlar mı bir güzel, azizim, o sözde sorgucu kılıklı polisler!
Gülsem mi ağlasam mı, şaşırıp kaldım. Tek-tük olsa bi derece. Benden de cesaret buldular ya, koğuşlarda bir feryadı figan ki, sormayın. O gün cepleri boşaltılmadık bir tane bile adam bırakmamışlar.
Zaten korku içindeki bu garibanlar da “herhâlde olması gereken budur” zannetmişler; gözleri bağlı olduğu için de yapanların kim olduklarını görememişler.
Şu cüreti, şu pişkinliği görüyor musunuz; memlekette darbe olmuş, insan avı başlamış, onlarsa sorgulama tekniği ayaklarında, herkesi soyup soğana çevirmişler.
Başlarında da, kurumlarından geçilmeyen, kasılmaktan olup biteni göremeyen, çoğu konuda ileride de olacağı gibi, akılları bir karış havada duran kurmay adayı subaylar var.
Ne yapmam gerektiğini düşündüm ve hemen, baştan beri kışla komutanı olarak görev yapan, iyi yürekli, benden de kıdemli bir yüzbaşı vardı; gittim, durumu ona anlattım. O da şaşırdı; sarardı bozardı ve ne yapalım diye, fikrimi sordu.
Ben, “Bu sorgulamalar yarın da devam edecek, komutanım. Henüz tezgâhtan geçmeyenlerin ceplerindeki paraların seri numaralarını listeleyelim” dedim. Tuttu benim aklıma uydu ve biz, gözaltındakiler ve yazıcılarla hep beraber, sabaha kadar listeler yaptık, o 12 eylül gecesi.
Türkiye faşist bir askerî darbeyle sarsılıyor, bizse, tedirginliklerini fırsat bilip gözaltındaki halkı soyanları yakalamanın peşine koyuluyoruz. Bir düşünsenize, sanki bir film gibi yani; fakat komedi mi trajedi mi, artık ona siz karar verin.
Uzatmadan sonuca gelirsem... hırsızları yakalamak şöyle dursun, durumu nasıl öğrendiyse öğrenmiş bulunan Kurmay Başkanı’nın, tümen karargâhının bahçesinde yeri göğü inleterek sarfettiği o sabahki hakaret dolu sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor:
“Onlar kurmay olacaklar. Gözaltındaki sivil köpeklerin çalınan paraları yüzünden şaibeli hâle gelemezler. Onlar gelecek Türkiye’sinin komutanları, Cumhurbaşkanları. Onlar bu memleketin gerçek sahipleri. Senin gibi solcu bozuntusu o... çocuğu değiller”demişti.
Şimdi siz ne söylüyorsunuz bana? “Vay, sen kin güdüyorsun” falan mı diyorsunuz?
23-24’ümde miydim neydim, ordudan teğmenken haksız yere daha gencecik yaşta atıldığımda, Yarımca’daki o tamtakır bir göz odada beş parasız, üşümemek için bedenimi gazete kâğıtlarıyla sararak, sımsıcak gözyaşlarına boğulurken benimle miydiniz?
Faşist darbeci damardan beslendiklerini saklamaya gerek dahi duymadan tutumlarını sürdüregelen bu zorbalıklar yüzünden, hâlâ doğrultamadım o günlerden beri belimi. Bugün 64’ümdeyim, ama emekli bile olamadım henüz. Devletin hastane kapılarından bu yaşta kös kös geri dönüyor musunuz, siz de benim gibi? Yoksa, karısına kızanına, yetmedi yenine yanına, askerî kamplardaki villaları önünde 24 saat esasına göre doktoruyla hemşiresiyle bugün dahi tam teşekküllü ambulanslar bekletenlerden misiniz?
Tanrı bile zalimlerin zulmetinin bir kefareti olacağını söylemiyor mu kitaplarında?
Bre vicdansızlar, bu başlarına gelen ve daha da gelecek olan, o değil de ne pekiyi?