Bugün
itibarıyla son kararın açıklanmasını beklediğimiz Balyoz Darbe
Teşebbüsü Davası, çıkacak karar ne olursa olsun bir çok ilklerin
yaşandığı dava olarak Türk Hukuk Tarihi’ne geçecektir.
19
Temmuz 2010’da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinde başlayan yargılama,
içlerinde kuvvet komutanlarının da yer aldığı bir çok emekli ve muvazzaf
askerin sivil bir mahkemede darbe yapmaya teşebbüs suçundan
yargılandığı bir dava olarak önem arz etmektedir.
Askeri
casusluk soruşturması sırasında Eskişehir ve Gölcük Donanma
Komutanlığı’nda tesadüfen ele geçirilen belgelerle kapsamı genişletilen
Balyoz davası, sanıkların bir kaç kez tutuklanıp salıverilmesi, sanık
müdafilerinin duruşmalara gelmemesi ve duruşma savcısının Ceza
Muhakemesi Kanununun 19. maddesini gerekçe göstererek başka bir
mahkemeye naklini talep etmesi gibi nedenlerle kamuoyunun gündeminden
hiç düşmemiştir.
Göründüğü
kadarıyla, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin kararını açıklamasından
sonra, muhtemel bir mahkumiyet halinde Yargıtay aşamasında, Anayasa
Mahkemesinde bireysel başvuru yoluyla veya Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinde adil yargılama hakkının ihlaline ilişkin şikayetlerin
incelenmesi söz konusu olacaktır.
Özellikle,
sanık müdafilerinin taleplerinin mahkemece yerine getirilmemesi
gerekçesiyle duruşmaları uzunca bir süre boykot etmesi ve İstanbul
Barosu’nun Mahkeme’nin talebine rağmen müdafi görevlendirmekten imtina
etmesi iç hukukumuzda ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürülen
davalar da eşine rastlanır bir durum değildir. Bu tür bir yargısal
savunma stratejisine hukukilik atfedilip edilemeyeceği Yargıtay ve
muhtemel bir AYM ve AİHM içtihatları ile açıklığa kavuşacaktır.
Bununla
beraber, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde ifadesini
bulan "adil yargılanma hakkı" ile ilgili mevcut AİHM içtihatları
bağlamında konuyu irdelediğimizde, savunma avukatlarının bir mahkumiyet
kararı karşısında bel bağladıkları "duruşmalara gelmeyerek davayı
kilitleme stratejisinin" adil yargılama ilkesinin hedefleri ile
örtüşmediği ve sanık müdafilerinin tutumunun sanığın adil yargılanma
hakkını müdafilerce bilinçli olarak tehlikeye atıldığı ileri
sürülebilir.
Zira,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile tanınan hiç bir hak, bizzat bu
hakkın kötüye kullanılması suretiyle güvence altına alınmaya
çalışılamaz. Aksi bir durum evrensel hukuk kuralları ile bağdaşmayacağı
gibi başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere iç hukuk kuralları
ile de bağdaşmaz. Türk Medeni Kanunun 2. maddesi, herkesin haklarını
kullanırken dürüstlük kurallarına uymak zorunda olduğunun ve bir hakkın
açıkça kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunamayacağının
altını çizmektedir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi de, Sözleşmeyle güvence altına alınmış bir
hakkın ihlal edildiği iddiasıyla başvuruda bulunan kişinin bu hak
ihlaline kendi kusuruyla sebep olması durumunda, davalı devletin sorumlu
tutulamayacağına içtihatlarında vermiştir. Örneğin, AİHM, Monnet/Fransa
kararında 7 yıl 1 ay süren boşanma, nafaka,velayet davasında
başvurucunun davasını gerekli özenle takip etmeyip, gereksiz uzamaya
sayısız dilekçe vermesi sebebi ile neden olduğunu belirterek, adil
yargılanma hakkına ilişkin bir ihlal olmadığı yönünde karar vermiştir.
Dolayısıyla,
19 temmuz 2010 yılında başlayan ve çoğunluğu üst düzey subay olan 367
sanıklı karmaşık bir davada, Mahkeme’nin tüm engellemelere rağmen 2 yıl
gibi bir sürede karar aşamasına gelmesi yargılamanın makul sürede
bitirilemediği ve uzun tutukluluk iddialarını hiç bir şekilde gündeme
getirmeyecektir. Burada olsa olsa savunma hakkının kısıtlanması
nedeniyle bir ihlalin olup olmadığı tartışılacaktır. Elbette bu
tartışmada ceza muhakemesi hukukuna hakim olan ilkeler ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi çerçevesinde yapılacaktır.
Bu
perspektiften bakıldığında ise, savunma yapmamakta direnen bir sanığın
hakkında bir hüküm verilemeyeceğine dair bir kısıtlama yoktur. Önemli
olan bu hakkın serbestçe tanınması ve hakkın kullanılmasının herhangi
bir kısıtlamaya veya engellemeye tabi tutulmamasıdır. Yoksa soruşturma
veya kovuşturma aşamasında susma hakkını kullanan sanığın zorla
konuşturulması mümkün olmadığı gibi, savunma hakkını kullanmaktan
bilinçli ve belki de kötüniyetli olarak imtina eden bir sanığın zorla
savunmasını almakta mümkün olmayacaktır.
Son
olarak belirtmek gerekir ki, savunma avukatlarının Mahkemece
taleplerinin yerine getirilmediği için davayı boykot etmesi ceza
muhakemesi hukukunda yeri olan ve haklı görülebilecek bir uygulama
değildir. Bunun temel gerekçesi, sanık müdafiinin kamusal bir yargılama
makamı olan "müdafilik makamını" işgal etmesidir. Ülkemizin de içinde
yer aldığı Kıta Avrupası Hukuk Sistemi’nde, Anglo Sakson Sistemi’nin
aksine müdafi yargılamanın bir tarafı olmayıp, kamu adına sanığı savunan
makamdır. Bu bakımdan müdafi bir taraftan sanığın hak ve menfaatlerini
korurken diğer taraftan da kamunun menfaatlerini gözetecek ve tarafsız
bir şekilde müdafilik görevini yerine getirecektir. İşte bu nedenle ceza
yargılamasında sanığı savunan süjeye "avukat" değil "müdafi" sıfatı
verilmiştir. Teknik olarak müdafi ve avukat ayırımın pratik önemi burada
yatmaktadır.
Bu
itibarla, elindeki bütün argümanları kaybettiği veya güçlü deliller
karşısında başkaca yapacak bir şey bulamadığı için duruşmaları boykot
etmek, bir yargılama süjesi olan müdafiden beklenecek bir davranış
olmasa gerektir. Muhtemelen ne temyiz mahkemesi ne de diğer yüksek
mahkemeler müdafilerin bu hukuken hatalı savunma stratejilerine,
yaptıkları incelemelerde prim vermeyeceklerdir.