Dönemin Genel Kurmay Başkanı Mahmut Tağmaç ve üç kuvvet komutanının imzasını taşıyan; dönemin yine asker kökenli Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a hitap eden muhtırada şöyle deniyordu:
“Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluk içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür...
Mevcut anarşik durumu giderecek, anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir... Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk silahlı kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.”
Muhtırayı yiyen Başbakan Demirel o meşhur fötr şapkasını alıp gitti, hükümet düştü, bir teknokratlar hükümeti kuruldu, yumuşak görünen müdahale giderek sertleşti, 26 Nisan’da sıkıyönetim ilan edildi, sol cunta heveslilerinden ve devrimci gençlik liderlerinden başlayan tutuklamalar yaygınlaştı ve 17 Mayıs’ta İstanbul’da İsrail Başkonsolosu Elrom’un kaçarılmasının ve öldürülmesinin ardından 18 Mayıs’ta Balyoz Harekâtı başlatıldı. Ne kadar sol, sosyalist örgüt ve kişi varsa, en ağır, en acımasız biçimde tutuklandı, işkenceden geçirildi, vuruldu, asıldı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan (ki çeşitli eylemlere karışmış olmakla birlikte hiçbir cinayetten, ölümden sorumlu değillerdi) parlamentodaki oylamada, 1960’da 27 Mayıs darbesinin ardından darağacında can veren Menderes, Polatkan, Zorlu’nun idamlarına göndermeyle, “üçe üç” intikamcı nidaları arasında idama mahkûm edildiler.
Hepsi Siyasî Davalardır
Benim de nasibimi aldığım o acı günleri Balyoz Davası vesilesiyle yeniden hatırladım. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta, seçilmiş iktidarların ve bütün toplumun üstüne balyozla saldıran darbeci-vesayetçi geleneğin darbe gerekçelerinin hep aynı olduğunu göstermek için 12 Mart muhtıra metnini yazının başına aldım.
Darbeci zihniyetin sahiplerine göre sivil iktidar, hükümetler, partiler ve tabii ki onları seçen halk hep yanlış yola sapar, Atatürk ilkelerinden ayrılır, anarşi ve kardeş kavgasına neden olur, ülkenin geleceği tehlikededir ve memleketin gerçek sahibi Türk silahlı kuvvetleri koruma ve kollama görevini yerine getirerek balyozu indirir, iktidarı devralır. Bu onun görevidir. Sonrası mâlum...
Hiç kuşkunuz olmasın; Balyoz, Ergenekon ve benzeri davalarda yargılananlar (2000’lerin başından beri, AKP’yi engelleme misyonunu yüklenmiş komuta kademesindekileri kast ediyorum), kendi kendilerine verdikleri ve AKP iktidarının da kaldırmaya yanaşmadığı yetkiyle ( TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi), koruma kollama görevlerini yerine getirmek üzere harekete geçebilselerdi, 12 Eylülcülerin de neredeyse aynen tekrarladıkları 12 Mart metninin, yeni bir baskısını piyasaya süreceklerdi.
Şu günlerde mahkûmiyet kararlarını tartıştığımız Balyoz Davası, özünde demokrasiye balyoz sallamayı hem hak hem de görev bellemiş kurtarıcı elitler zihniyetinin yargılandığı bir davadır. Ve bütün benzerleri gibi tartışma götürmez biçimde siyasidir. Tıpkı 27 Mayıs darbesinden sonra Demokrat Partililerin yargılandığı; Başbakan Adnan Menderes’in, Dışişleri Bakanı Zorlu’nun ve Maliye Bakanı Polatkan’ın idama mahkûm edildiği Yassıada davaları gibi. Tıpkı 12 Mart’ın sıkıyönetim mahkemelerinin bütün kesimleriyle sola, sosyalistlere yönelen davaları ve mahkûmiyetleri gibi. Tıpkı 12 Eylül yargılamaları gibi. Çok daha eskilere gidelim, İstiklâl mahkemeleri gibi. Ve halen sürmekte olan KCK tutuklamaları ve davaları gibi... Olağanüstü denilen dönemlerde, adları ne olursa olsun olağanüstü mahkemelerde görülen bu davalar, tek tek sanıkların şahsında ve onların suç teşkil eden fiilleri üzerinden belli bir zihniyeti, ideolojiyi ve siyaseti yargılar. Yargının araç olarak kullanıldığı, bir iktidar ve o iktidarın temelindeki ideolojik hat mücadelesidir söz konusu olan. Eğer Balyozcu generaller darbeyi gerçekleştirebilselerdi şu anda sanık sandalyesinde oturanlar bugünkü iktidar mensupları, İslami kesimler ve vesayetçilik-darbecilik karşıtı gerçek demokratlar, ben, sen, bizim gibiler olacaktık. Tabii hayatta kalabilmişsek.
Bugün, Balyoz Davası’nda olağanüstü yetkili mahkemenin verdiği mahkûmiyet kararlarını tartışıyoruz. Bu kararların bir sürü eksikle, hukukî boşlukla, toptancılıkla, vb. mâlul olduğunu, rövanşistler (intikamcılar) bile tümüyle reddedemiyorlar, ancak soru işaretleri karşısında davaların özüne vurgu yapıp, “Aldırma, cambaza bak” diyorlar. “Cambaz iyi de, orama burama parmak atılıyor” diye feryad edenleri de darbecilerin değirmenine su taşımakla itham ediyorlar. Hatırlayacak olursak 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül kararları da benzer, yer yer de beter hukuksuzluklarla mâluldü. Görülmekte olan KCK davaları kararlarının da, büsbütün beter hukuksuzluklarla dolu olacağını tutuklamalara bakarak şimdiden söylemek mümkün.
Adil Yargı Her Zaman Hepimize Lâzım
Demokratik bir düzende, hukuk devletinde, meşru iktidarı silah gücüne dayanarak devirmeye teşebbüs etmek, darbe yapmak, şiddet kullanmak kamu vicdanında, tarih önünde ve yasalar karşısında suçtur. Bu suçu işlemiş olanlar veya suça teşebbüs edenler mahkûm olduklarında, - hele de bizim gibi darbeciliğin doğal hatta gerekli sayıldığı, demokratik bilincin ve hukuk devleti anlayışının yeterince gelişmediği ülkelerde- darbeci zihniyet de geriletilmiş olur. Bu, toplumun demokrasiye doğru evriminde çok önemli ve gerekli bir adımdır. Ancak, darbecilerin mağdurlar olarak algılanmasına yol açacak, adil yargıdan şüpheye düşürecek, birbirlerini yiyorlar işte algısı yaratacak, “bir ders verelim de görün” izlenimi doğuran yargı kararları, umulanın ve hedeflenenin aksine mahkûm edilmeye çalışılan zihniyete kan verir. Darbeciliği ve altında yatan kökleşmiş zihniyeti adil yargı ve hukukla değil hukuk darbesiyle engellemeye kalkışırsanız, yarın yargılananlarla yargılayanların yer değiştirme olasılığı doğar.
Hukuk devletinde, demokrasinin kökleştiği toplumlarda, hiçbir kesim ötekine balyoz sallamaz. Balyoz harekâtları ve balyoz davaları olmaz. Ne asker, ne sivil, ne de yargıç kurtarıcılara ihtiyaç yoktur. Devleti, ya da laik veya dinî bir ideolojik iktidar odağını korumaya değil, birey yurttaşın haklarını korumaya odaklanmış eşitlikçi, özgürlükçü yasalar vardır ve bu yasalar herkese eşit uygulanır. Tarafsız ve bağımsız yargıdan ancak o zaman söz edilebilir. Türkiye’de, kendisi de aynı devlet geleneğinden çıkmış olan yargı erki dün de bağımsız ve tarafsız değildi bugün de değil. Taraflar ve bağımlılıklar değişiyor o kadar.
Kendi payıma, darbeciliğin suç sayılıp mahkûm edilmesi ve vesayetçi zihniyetin geriletilmesini demokratik hukuk devletine giden uzun ve meşakkatli yolda çok önemli bir adım sayıyorum. Baştan beri bu adımın destekçisi oldum. Ama Balyoz davası kararlarını ateşli şekilde tartıştığımız şu günlerde, iktidar ve iktidar ortağı Cemaat’e yakın kimi çevrelerde, balyozu bu darbecilerin ellerinden alalım kendi ordumuzu/ sivil güçlerimizi oluşturup kendi ideolojik konumumuzu ve zihniyetimizi korumak kollamak için bizimkilerin eline verelim özlemini de sezinliyorum.
Balyoz ve benzeri davaların, darbeciliği - vesayetçiliği mahkûm eden özünün hayatî önemi, yargı sürecindeki adaletsizlikleri ve hukuksuzlukları meşru kılmaz. Balyozun el değiştirmesi demokrasiyi ve hukuk devletini getirmez. Balyoz sallayanlar değişir, o kadar. Balyoz kimin elinde olursa olsun, biryerlerde birilerinin kafasına inmek için hazır tutuluyorsa, nerede, hangi saflarda yer alırsak alalım toplumcak hepimiz tehlike altındayız demektir
Hukuk devletinden, demokrasiden, özgürlüklerden, adaletten yana olanlar; özün, amacın doğruluğu adına yanlışları, hukuksuzlukları, haksızlıkları görmezden gelirlerse istemeden de olsa öze gölge düşer, amaç zedelenir. Bunca çabalayıp, bunca badire atlatıp, darbelerden, faşizan dönemlerden geçip de özlenen demokratik topluma bir türlü kavuşamamızın nedeni hak ve hukuğu sadece kendimiz ve “bizimkiler” için istememiz, ötekilerin tepelenmesine göz yummamız gibi geliyor bana. Özetle: balyozun kimin elinde olduğu ve kimin kafasına ineceği ile ilgilenirken, bütün kafaları bütün balyozlardan koruma bilincine ve vicdanına bir türlü varamıyoruz. Daha epeyce yol katetmemiz ve güç dönemler yaşamamız gerekecek sanırım.