25 Eylül 2012 Salı

Balyoz ve Avrupa / Ahmet Altan


İlk kez bu ülkede asker darbeciler sivil bir mahkemede “darbecilikten” mahkûm oldular. Hukuk ve demokrasi tarihimiz için büyük bir dönüm noktası bu.

Ama ülkede “büyük bir demokrasi dönemeci dönüldü” diyen bir hava yok, bir burukluk var herkeste.

Her türlü sivil iktidara karşı “el altında darbeci bir ordu bulunsun” diyen ulusalcıları söylemiyorum, onlar darbeciliğin yediği her tokatta karalar bağlıyorlar zaten.

Onlar için en mükemmel ülke, ordunun iktidarında Kürtlerin, dindarların, solcuların sürekli ezildiği bir ülke.

Meselemiz onlar değil.

Genelde bir tatsızlık hissediliyor.

Herkes Balyoz’un bir darbe hazırlığı olduğunu biliyor, “kanıtlarla oynandı” diyenler bile Balyoz’un “kurallara ve emirlere uygun” bir askerî manevra olduğunu söylemiyor, teyplere kaydedilen konuşmalar, hakiki isimlerle hazırlanan “tutuklanacaklar” listesi, planlar, hükümet aleyhindeki nutuklar bir darbe girişimiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Peki, niye tedirgin bir havayla karşı karşıyayız?

Darbeciler hapse atıldı ama “askerî vesayetin” yerine demokratik bir düzen kurulmadı, aynı çarpık sistemin başına “siviller” geçti sadece, askerî vesayet düzeni bütün yasaları ve baskı mekanizmalarıyla taş gibi duruyor yerinde.

Sanırım kuşkulu ve tedirgin iklimi yaratan da bu.

Eğer askerî vesayet geriletildikten, darbeciler yakalandıktan sonra Türkiye Avrupa Birliği yolundaki macerasına eski hızıyla devam etseydi, 12 Eylül’ün kanlı izleri kazınsaydı, Anayasa ve yasalar değişseydi, özgürlükler genişletilseydi, her ırktan ve dinden vatandaşlar arasında eşitlik sağlansaydı, gerçek bir hukuk ve demokrasi sistemi yerleştirilseydi, Balyoz davasının sonuçları böyle karşılanmazdı.

Bir dönemin bitişi güvenli bir sevinçle selamlanırdı.

Ama bir “dönem” bitmedi, o “baskıcı dönem” yeni efendileriyle devam ediyor.

Bu da, Balyoz davasını insanların “askerî vesayete karşı demokrasinin zaferi” olarak değil, aynı sistemin yönetimini ele geçirmek için çarpışan iki güçten birinin zaferi olarak görmesine yol açıyor.

Bu da kuşkuları arttırıyor.

Demokrasi ve hukuk için değil de kendi siyasi ikbali için dövüşmüş gibi görünen “sivil siyasetçilerin” hile yaptığı iddiaları toplum tarafından keskin bir güvenle geriye püskürtülmüyor.

Ne yazık ki böyle ümitli bir ortam sağlanamadı.

Ülkedeki her hamle, askerî vesayetin “sahipliği” için verilen dövüşün bir parçası olarak algılanmaya başladı.

Bu algının derinleşmesi, AKP’li insanların da aralarında bulunduğu geniş bir kesimin “ne oluyor” sorusunu gittikçe artan bir endişeyle sorması bütün ülkeyi zehirleyen bir güven kirliliği oluşturuyor.

İktidar ise bunu değiştirmeye değil tam aksine koyulaştırmaya yol açacak konuşmalarla gerginliği arttırıyor.

Toplumda AKP’ye karşı kuşkulu bir havanın doğması AKP yönetiminde de “bunlar bize düşman” kuşkusunu arttırıyor, toplum birbirini “düşman” olarak gören iki uca doğru çekiliyor.

AKP’lilerin durumu daha iyi görebilmesi için sanırım referandumdan önceki günleri bir hatırlaması gerekiyor, toplumdaki ümitli havayı, geleceğe güveni, düzenin değişeceğine olan inancı hatırlarlarsa, bugün AKP’ye yönelik bu “kuşkulu” yaklaşımın düşmanlıktan değil AKP’nin fazlasıyla “statükocu” davranmasından kaynaklandığını da belki kavrarlar.

Şu gerçeği hep birlikte kabul etmemiz gerek bence, biz bir toplum olarak Kürt’üyle Türk’üyle zehirlendiğimiz çarpık bir eğitimden geçtik, bu eğitim kendi içinden “değişimci” bir zihniyet ve kadro çıkartamıyor, geçmişimizde örnek alacağımız “demokrasi” mücadeleleri yok.

Burada herkes “iktidarı ele geçirip” diğerlerini ezmek üzere biçimlenmiş bir düşünce ve inanç yapısına sahip.

AKP kadroları da bu çarpıklığın dışında değil.

AKP iktidarının ilk yılları ile bugünü kıyaslayıp da “aradaki fark nereden kaynaklanıyor”, o özgürlükçü ve demokrat parti neden şimdi “baskıcı bir statüko partisi oldu” diye sorduğumuzda, benim görebildiğim kadarıyla tek bir cevapla karşılaşıyoruz.

Avrupa Birliği.

AKP, iktidarının ilk dönemlerinde Avrupa Birliği’nin “kriterlerini” kabul etmişti, Avrupa’nın “demokratik” mücadelesinden elde edilen tecrübelere uygun biçimde ilerlemişti, büyük bir sevinç, inanç, güven yaratmıştı.

Evrensel bir parti gibi hamleler yapmıştı.

İktidarını sağlamlaştırdığını düşündüğü andan itibaren sadece Avrupa Birliği’nden değil, çok daha vahimi, Avrupa Birliği’nin “kriterlerinden” uzaklaştı, yerelleşti, statükoculaştı ve statükonun başına geçmek için mücadele eden bir partiye dönüştü.

Avrupa’dan koptuğu andan itibaren de başka türlü olamazdı zaten, eldeki kadrolar ve zehirlenmiş zihinler başka bir iklim yaratamazdı.

Balyoz’a gösterilen tepkilere bir de bu açıdan bakarsak sanırım temel bir sorunu da daha net görebileceğiz.