Ne zaman siyasi kültüre sinmiş bulunan militarizmi ve bununla ilişkili olarak askerin siyaset üzerindeki etkilerini meşrulaştırmak icap etse, ordunun "Peygamber ocağı" olduğu öne sürülmekte, laiklik konusunda son derece hassas olan askerin karar ve icraatlarına bir tür kutsallık atfedilmektedir.
Bu doğrudan dinin asli kaynaklarından çok, Osmanlı tarihine damgasını vuran fetih ve gaza kültürüyle; yakın tarihte yaşadığımız travmalarla ilgilidir. ll. Mahmut'un Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'yi kurarken gelişen söylem ve İttihatçıların bunu pekiştiren retoriği "peygamber ocağı"nı kutsal bir metafor olarak türetti.
Belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber (sas)'in ne askerî birliği, ne nizamî bir ordusu ne de askerî kışlası ve karargâhı ve ocağı vardı. İlk dönemde iki merkez ihdas edilmişti. Biri Mescid-i Nebevi, diğeri Ehl-i Suffe. Mescid-i Nebevi'de Allah'a ibadet edilir, yanı sıra sosyal hayatın tanzimi için gerekli konular konuşulur, istişare edilirdi. Basit manada o gün için Mescid'in diplomatik görüşmelerin yapıldığı, sosyal ve iktisadi politikaların görüşüldüğü, savaş kararlarının alındığı bir tür "parlamento" olduğunu söyleyebiliriz. Esasında benzer bir merkez, İslam'dan önce Mekke'de de bulunuyordu ki, buna Daru'n-Nedve denirdi.
Ehl-i Suffe adı verilen diğer merkez ise daha çok zayıf insanların ve kimsesizlerin kendilerini ilim öğrenmeye, zühd ve takvaya adadıkları yerdi. Hz. Peygamber'in gözetiminde bulunuyordu ve buradan hakikaten çok seçkin sahabeler yetişti.
Hiç şüphesiz, bir insanın üzerinde yaşadığı yurdunu savunması önemlidir ve bu uğurda ölürse şehittir. Din, can, mal, nesil ve akıl emniyetinin korunduğu toprak, liaynihi değil, liğayrihi uğrunda ölmeye değer. Bütün yeryüzü mescid kılınmıştır. İnsanların inançlarını ve dinî hayatlarını özgürce yaşayabildiği her yer savunulmaya değerdir. Allah yolunda cihad, en geniş manada "insan ile İslam arasındaki engellerin ortadan kaldırılması"nı hedefleyen bir görevdir. Yurt savunması yapılırken, şehadet ve cihad gibi kavramların öne çıkması gayet tabiidir, ancak bu askerî gücün olur olmaz sivil işlere karışmasının, yönetimi bildiği gibi tanzim etmeye kalkışmasının gerekçesi değildir. İslam'da askere özel yetkiler veya rejim üzerinde vesayet hakkı tanıyan herhangi bir hükme rastlanamaz.
Hz. Ömer'in büyük sahabe ve komutan Halid bin Velid'i tam savaş sırasında görevden almasının iki önemli sebebi vardı. Biri, her girdiği savaşı kazanan Halid'in giderek insanların gözünde yüceltilmeye başlanmasıydı. Şu kanaat hasıl oluyordu: Halid'in komuta ettiği hiçbir savaş kaybedilemez. Bu, doğru strateji, yeterli donanım, fedakârlık, sabır ve sebat, İlahi yardım ve savaşın haklı ve adil olmasını gerektiren moral faktörlerin Halid'in gerisine düşmesi tehlikesine yol açıyordu. Diğeri, artık Halid isteseydi orduyu peşine takar, Medine'yi basar, halifeyi görevden alabilirdi. İnsanlar Halid'i öylesine yüceltmeye başlamışlardı ki, askerî güç sivil yöneticilerin önüne ve üstüne çıkıyordu. Dirayetli Halife Hz. Ömer bu tehlikeyi sezdi ve tam savaş sırasında iken Halid'i azletmeye karar verdi. Ancak Halid de öylesine büyük bir sahabe idi ki, kendisini azleden mektubu okur okumaz atından indi, görevi hemen devredip er olarak savaşa devam etti. Allah ikisinden razı olsun.
İslam'da profesyonel ve nizami orduyu ilk ihdas eden Muaviye'dir. O güne kadar savaş olacağı zaman seferberlik ilan edilir, erkekler toplanır, savaşa giderdi. Savaş bittiğinde ordu da dağılırdı. Hiçbir askerin 4 aydan fazla cephede kalmasına izin verilmezdi ki, bu Hz. Ömer'in içtihadı ve kararıydı. Silah taşımak sünnetti ve bu herkesin hakkıydı. Bu, aynı zamanda eğer söz silahı elinde bulunduranların olacaksa, bu bütün Müslümanların hakkı olmalıydı. Geleneksel teamüllere uyulup -ama Kur'an'ın düzenlemesini yaptığı şekilde- savaş ganimetleri dağıtılırdı. Muaviye ilk defa nizami ordu kurdu, askerlik süresini uzattı ve maaş sistemini getirdi. Bu, siyasetin askerî güçle ilişkilendirilmesine yol açan ilk önemli gelişme oldu.