Demokratik bir rejimde memurların (bürokrasi), seçilmişleri denetlemesi "vesayet" ise, Türkiye'de en etkili denetim kurumunun askeriye olduğu söylenebilir.
Sivil bürokrasi, yargı, üniversiteler, devlet zengini büyük sermaye ve medyadaki uzantıları askerî vesayetin desteğinde imtiyazlı varlıklarını sürdürebilmektedirler. Ana demokratik kriterler göz önüne alındığında vesayet dolayısıyla Türkiye, Endonezya, Malezya, Bangladeş ve Pakistan'la aynı kulvarda "yarı demokrasi"yle yönetilen ülkeler grubuna girmektedir. Bu, "İslamiyet'i demokrasiyle bağdaştıran ülke" retoriğinin boş olduğunu gösteriyor.
Vesayetin kuramını geliştirenler, "sınıf" kavramından azami derecede istifade etmişlerdi. Nasıl Batı'da olduğu gibi bir burjuva sınıfı olmadığından, kalkınmayı sağlayacak "devlet zengini zümre" düşünüldüyse, tarihinde sınıf olgusuna sahne olmamış yeni Türkiye'nin sınıf çıkarına dayalı birden fazla partiye ihtiyacı yoktu. Buna göre devlet zengini zümre gibi "devlet yöneticisi" zümre de tek parti çatısı altında halkı yönetebilirdi. Kaynaşmış, sınıfsız, imtiyazsız ve bireyleri birbirinin fotokopisi olacak olan halk için tek parti/CHP yetecekti. Bu yüzden CHP'nin hâlâ gururla mirasına sahip çıktığı tek parti döneminde milletvekilleri Ankara'dan tayin ediliyor, il başkanları aynı zamanda ilin valisi görevini yürütüyorlardı.
Toplumun yüzde 20'sinin vesayet rejiminden yana olduğu, şehirleşmiş seçmenin önemli bir bölümünün eğitim ve gelir düzeyi yükseldikçe vesayet rejimine olan talebin de arttığı gözleniyor. Vesayet, rejimin yapısal özelliğidir. Bu yüzden İ. Sabri Çağlayangil, "CHP devletin, diğerleri milletin partileridir" demişti. Vesayet demokrasisinde "Ankara'da bütün evler CHP'nindir, sadece TBMM halkındır." CHP rejimin gizli patronu, toplumun başöğretmeni, aydınlanmanın rehberidir. Yaşayan tek bir parti vardır, o da devletin partisi CHP'dir. DP, AP, DYP, ANAP vd. teker teker sahneden çekildi. Partiler, merkezin/devletin partisi olmaya heveslendikleri anda halk onları bırakır.
Bürokratik merkez ve onun açtığı vesayet şemsiyesi altında imtiyazlı konumlarını sürdürmek isteyenler olsa da, Türkiye toplumunun ana gövdesi (toplumsal merkez), vesayetin sona ermesini istiyor. Vesayetin sona ermesi için, askerin kendi asli ve klasik fonksiyonlarına dönmesi lazım. Askerin işi yurdu korumaktır, siyaseti ve toplumsal hayatı düzenlemeye kalkışması onun asli işini yapmasını engeller.
Ergenekon davasıyla gündeme gelen konular vardır:
1) 1960'tan bu yana askerler arasında darbe yapma eğilimi güçlü bir biçimde sürmektedir. Askerin kesin olarak bu eğilim ve heveslerden kurtarılması lazım.
2) Asker içinde bir cunta yasa dışı faaliyetlere karışmakta, darbe ve komplo planları düzenlemekte, faili meçhullere karışmaktadır.
3) Asker sivil hayat ve kurumlar üzerine korku salmakta, halk iradesinin tecelli ettiği meclisi ve sivil siyaseti vesayeti altında tutmak için reformların yapılmasına engel olmaktadır.
Vesayetin sona erdirilmesi için askeri "yetkili organlar" grubunda meclisle ortak kılan anayasal ve ona "rejimi koruma ve kollama görevi"ni veren yasal değişiklerin yapılması yanında; a) Askerî harcamaların, b) Askerî yargı kararlarının, c) Askerî okullarda okutulan müfredatın demokratik denetime açılması gerekir.
Açık olan şu ki, ordular varlıklarını devam ettirecek. Askerî harcamalar giderek artıyor. 2010 yılı için dünyada askerî harcamalara 2 trilyon dolar ayrılmış bulunuyor, bunun 900 milyar doları ABD'nin. Kimse sıfır militarist bir dünya tasavvur etmesin. Ülkelerin güçlenmesi, savunması, güvenliği, özgürlüğü ve refahı askerlerin iç siyasetten tamamen çekilmesiyle sağlanabilir.
Vesayet rejiminin sona ermesi en başta TSK'nın yararına olacaktır. Askeri yurt savunmasında görmek isteyenlerin oranı yüzde 100, iç siyasette görmek istemeyenler ise yüzde 80'dir. Askerî vesayeti gündeme getirenler, sorunu makul ve kabul edilebilir bir zemine oturtmalıdırlar. Maksat üzüm yemek olmalı, bağcı dövmek olmamalıdır. Askeri tahkir ve tahrik etmek, küçük düşürmeye çalışmak yarar değil, zarar verir.