TSK’nın bir iç güvenlik sorunu olan teröre karşı kullanılması, hem militarizmin yaygınlaşmasına, hem de ordunun güvenilirliğinden kuşku duyulmasına neden oluyor.
21 Ekim 2007’de Hakkâri İli Yüksekova İlçesi Dağlıca’da bulunan Motorize Piyade Tabur Komutanlığı’na PKK’nın yaptığı baskın sonucu 12 asker ölmüş, 16 asker yaralanmış, sekiz asker ise esir alınmıştı. Daha sonra, söz konusu yerde bir baskın gerçekleştirileceğinin olaydan dokuz gün önce Van Asayiş Jandarma Komutanlığı’nın 12 Ekim 2007 tarihli ve “ivedi” damgalı istihbarat raporuyla yetkili birimlere ulaştırıldığı anlaşıldı. Aralıklarla 36 saat süren bu çatışmaya etkin bir müdahalede bulunulmaması ise anlaşılır gibi değildi. Bu vahim olayın bedeli esir alınan sekiz askere ödettirildi. Hukukun işlediği bir ülkede bu denli bir zafiyet, ihmal ve kayıtsızlık karşısında başta genelkurmay başkanı olmak üzere sıralı tüm komutanların görevde kalması mümkün değildi. Bu komutanların siyasi otoritece derhal emekli edilip yargılanmaları gerekirdi. Ancak bunun, ülkenin siyasetçisinin ve kendisini seçkin olarak düşünen okumuş yazmış kesiminin demokrasi kültürü, hukuk bilinci, vicdan ve cesaret yoksunluğu nedenleriyle gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu olayın bir benzeri 3 Ekim 2008’de yaşandı. Hakkâri İli Şemdinli İlçesi Aktütün’de bulunan jandarma sınır karakoluna PKK’nın yaptığı baskın sonucu 17 asker ölmüş, 21 asker yaralanmıştı. Yedi saat süren çatışmaya yine müdahale edilememişti. Jandarma tarafından yapılan idari soruşturma sonucu ortaya çıkan raporda taarruz helikopterlerinin etkin yönlendirilemediği, istihbarat yönünden eksiklik bulunduğu, askere verilen silahların taarruzu karşı koyacak nitelikte olmadığı, üs bölgesinde zırhlı araç eksikliği bulunduğu, mevziler arası haberleşmenin sağlanamadığı belirtilmişti. Nihayet 30 Nisan 2010’da Tunceli İli Nazimiye İlçesi Sarıyayla’da bulunan jandarma karakoluna PKK’nın yaptığı baskın sonucu dört asker öldü, yedi asker yaralandı. Söz konusu yerde bir baskının gerçekleşebilmesi ihtimalinin bulunduğu hususu iki gazeteci tarafından yazılmasına yani bu konuda olay öncesi istihbarat bilgisi bulunmasına rağmen hiçbir tedbir alınmamış olması ve saatlerce süren çatışmaya müdahale edilememesi zafiyet ve ihmalle açıklanmayacak derecede vahim bir durumun bulunduğunu göstermektedir.
Bu üç örnek olayda da birlik ve karakollarda görevli askerler ve komutanları yalnız bırakılmalarına rağmen yetersiz imkanlarıyla ellerinden geleni yapmışlardır. Ancak bu insanların ölümlerinden sorumlu olanların hesap vermek niyetinde olmadıkları aksine hesap sorma cesareti içinde oldukları görülmektedir. Askerî bürokratına hâkim olamayan, ondan bu olayların hesabını soramayan aksine kendilerine emekliliklerinde oturmak üzere lüks konutlar inşa edip emirlerine veren,en lüks araçları şoför ve hizmet erleriyle ailelerine tahsis eden yani imtiyazlar dağıtan, Kürt sorununa köklü ve kalıcı bir çözüm bulamayıp iç güvenlik meselesi olan terörü askere ve yine militer bir güç olan jandarmaya havale edip sorumluluktan kaçınan Başbakan ve Bakanlar Kurulu sorumludur. Hükümeti bu açıdan denetlemeyen, olayları araştırmayan parlamento ve bu organları sorumluluğa davet etme ve gerekli gördüğünde Bakanlar Kurulu’na başkanlık etme yetkisine sahip Cumhurbaşkanı sorumludur. Hamaset yapma, boş laf üretme dışında bir şey yapmayan, askeri bürokrasinin hata ve ihmallerinin hesabının sorulması için yürütme ve yasamaya baskı uygulamayan muhalefet de ahlaken ve siyaseten sorumludur. Medya halktan hakikati gizlediği için sorumludur. Vicdan ve akıl sahibi parlamenterleri, hükümet üyelerini, medya mensuplarını ve askeri bürokratları aşağıdaki tespitler üzerinde düşünmeye davet ediyorum.
1) TSK’nın ve militer bir güç olan jandarmanın bir iç güvenlik sorunu olan teröre karşı kullanılması militarizmin yaygınlaşmasına, askeri vesayetin zemin ve güç kazanmasına, başta Kürtler olmak üzere tüm grupların sorunlarının çözülemez hale gelmesine, demokrasinin ve hukukun gerilemesine,daha çok insan yitirilmesine, insanların daha fakirleşmesine, TSK’nın güvenilirliğinden kuşku duyulmasına neden olduğu açıktır. Bu durum hem ülkeyi yönettiği iddiasında bulunanlar hem de TSK açısından bedeli halka ödettirilmiş bir başarısızlıktır. Öncelikle mesele TSK’nın PKK’ya karşı doğrudan kullanılır bir güç olmaktan çıkarılmasıdır. Silahlı kuvvetler, bir ülkenin kendisini dış tehditlerden korumak için sahip olduğu “silahlı bir güçtür”. Silahlı kuvvetlerin görev alanına giren dış tehditler “düşman” olarak tanımlanır. Silahlı kuvvetlerin düşmana karşı kullanmış olduğu silah, teçhizat ve uygulamalar da bir “hizmet” ifası değil “savaş” icrasıdır. Diğer bir tanımlama ile silahlı kuvvetler bir kamu “hizmet” kurumu değil, “kuvvet” kurumudur. Gelişmiş ülkelerde polislik olarakta tanımlanan iç güvenlik görevlerini yerine getiren polis ve diğer kurumlar ise bir “hizmet” kurumudurlar. Bu kurumlar “düşmana” karşı savaşmaz, kendi “vatandaşlarının”, hatta vatandaş statüsünde olmasa bile ülkede yaşayan herkesin, güvenliğini sağlamaktan sorumludurlar. Ülke vatandaşlarından kaynaklanan güvenlik tehditlerinin boyutu ne kadar büyük olursa olsun bunun bir savaş olarak tanımlanmasından kaçınılması tehdidin küçümsenmesi anlamına gelmemektedir. Bir ülkenin kendi vatandaşından bir kısmını “düşman” olarak görmesi ve onlardan kaynaklanan iç tehditlere karşı uygulamalarını adeta bir “savaş” olarak tanımlaması hem ulusal ve uluslararası hukuk açısından, hem ahlaken hem de siyaseten kabul edilemez.
2) Tarihsel, kültürel, ekonomik, sosyal nedenleri ve siyasal amaçları olan terör ile mücadele, diğer sorunlarda olduğu gibi, siyasi iradenin yönetim ve denetiminde yürütülmesi gereken topyekûn bir mücadeledir. Silahlı mücadele bu topyekûn mücadele içinde yer alan unsurlardan sadece biridir. Terörle mücadelede önemli olan diğer bir konu ise siyasi iradenin bu mücadeleyi yönetebilecek kadar donanımlı, cesur ve nitelikli olmasıdır. Terörle mücadelenin dışında tutulan ve bu konuda alınan kararlarda etkin rol oynayamayan ve bir yönü ile de sorumluluk ve risk almayan siyasi irade doğal olarak terörle mücadelede bilgi ve tecrübe sahibi olamamaktadır. Terör, siyasi içeriği olan şiddet eylemlerini barındırdığı için bu boşluğun silahlı güçler tarafından doldurulması beklenemez. Boyutu ne olursa olsun terör savaş değil, bir iç güvenlik sorunudur. Terörle mücadele ederek ülkenin asayiş ve güvenliğini sağlamak da seçilmiş siyasi iradenin görevidir. Siyasi irade asayiş ve güvenliği sağlamakla görevli olup, bu görevi İçişleri Bakanlığı vasıtasıyla yerine getirir. İçişleri Bakanlığı bu görevi kendi kontrol ve denetimi altında görev yapan kolluk birimleri aracılığıyla yapar. İçişleri Bakanlığı’nın emri altındaki kolluk birimlerinin yetersiz kalmaları durumunda ise, yine yetkili sivil otoritenin talep ve görevlendirmesi doğrultusunda, kolluk hizmetleri dışında olan askeri kuvvetlerden de yardım alınabilir. Ancak tüm bunlar yapılırken iç güvenlik görevlerinin birinci derecede sorumlusu ve amiri İçişleri Bakanı ve onun yerel temsilcileri olan valiler ve kaymakamlardır.
3) Türkiye’de jandarma militer bir yapılanmaya sahip olup, ne yerel ne de ulusal düzeyde, kurumsallaşmış bir sivil denetim mekanizmasına sahip değildir. Ayrıca üniforması ve statüsü nedeniyle jandarma halk tarafından doğrudan asker olarak algılanmaktadır. Militer yapısına rağmen sivil bir hizmet alanı olan iç güvenlik alanında aslında “geçici” olarak hizmet veren jandarma teşkilatının polise devretmesi gereken rolünün azalmadığı, aksine bu rolünün giderek genişlediği görülmektedir. (ülke topraklarının yüzde 90-92’si) Bazı Avrupa ülkelerinde (Fransa, Belçika, İspanya) bulunan jandarma teşkilatları militer kurumsal bir yapıya sahip olmayıp, sivil yönetimin kontrol ve denetimi altındadırlar. Ayrıca Belçika jandarma teşkilatını kaldırarak iç güvenlik hizmetlerini tamamen polise devretmiştir. Türkiye’de de jandarma teşkilatının kır polisi şeklinde yerel ve ulusal sivil denetime açık olarak yeniden organize edilmesi gerek-mektedir. Teröre karşı jandarma teşkilatının bu yapısıyla görev yapması sakıncalıdır. Kurulması gereken kır polisinin sabit karakollar şeklinde değil, hareket yeteneği ve teknolojik imkânı yüksek bir şekilde yapılandırılması gerekmektedir.
4) Alman hükümdarı I. Frederich Wilhelm’in “Prusya ordusu müstakbelde Prusya “millet-i müsellahası” olacaktır.” Sözü Goltz Paşa’nın Millet-i Müsellaha isimli kitabının ana ilkesi olmuştur. Bu ilke Osmanlı askeri bürokrasisi için 1908’den itibaren ordu-millet yaratmanın felsefesini oluşturmuştur. Bu felsefeyi aynen taşıyan cumhuriyetin kurucu kadroları için ordu ile millet arasındaki tabii bağ her türlü bağlantıdan daha güçlüdür. Bu kadrolara göre, vatan ve millet bilincine sahip olan ordu, eğitimsiz milletin fikir ve duygularının gelişmesini, ruhunu ve maneviyatını yükseltmek yönünde güçlenmesini sağlayacaktır. Bu düşünceye göre milletler daima mücadele içindedirler, O halde savaş hali devamlı olup, barış zamanı ise savaşa hazırlanma fırsatı sunan arızi dönemlerdir Bu anlayışa göre ordu milletin, vatanın ve cumhuriyetin korunması anlamındaki bilincini geliştirecek ve onu bu yönde terbiye edebilecek en nitelikli kurumdur. Milli güvenlik siyaseti kapsamında iç tehdidi ön planda yerleştiren ordu, zorunlu askerlik üzerinden milletin büyük bir bölümünü tehdit kapsamına sokabilmektedir. Dış ilişkilerinde sorunları azaltılmış bir döneme giren Türkiye’nin dış tehdit gerçeği değişmiştir. Ordunun görev alanıyla ilgisi bulunmayan iç güvenlik bakımından da dünyada 1990’lı yılların başından bu yana askeri güvenlik anlayışından insani güvenlik anlayışına geçilmiştir. 100 yılı aşkın bir süredir uygulanan zorunlu askerlik uygulamasından vazgeçmek zamanı gelmiştir. Meslek ya da sanat sahibi genç insanları verimli olacakları bir zaman diliminde zorunlu hizmete tabi tutmanın hem kişisel hem toplumsal bir yararı bulunmamaktadır. Teknolojisi ve hareket yeteneği yüksek, az sayıda insan gücüne dayalı bir profesyonel orduya geçerken, gerekli olan mali kaynak uygulanacak bedelli askerlik uygulamasıyla sağlanabilir. Asker sayısı azalacak olan orduda imtiyazlı generallik statüsüne son verilerek çok az sayıda imtiyazsız generallik öngörülmelidir. Böylece ordu içinde yükselmek yönünde sübjektif kriterlerin esas alınmasının ve hizipler oluşmasının önüne geçilmiş olacaktır. Güçlü bir ordu sağlanmasının yolu budur. Ancak ne yazık ki hiçbir siyasi partinin programında bir ordu tasavvuru yer almamaktadır. Bu durum bile demokrasiden ne kadar uzak olduğumuzu göstermektedir. Milli Savunma Bakanı’na bağlı, bütçesi ve silah alım programları sivil teknik kadrolarca hazırlanan, şeffaf ve hesap verebilir bir ordunun siyasi yönden hesabını hükümet verecek, parlamento ve kamuoyu hükümeti denetleyecektir. Genelkurmayın, hükümetin ve parlamentonun dışında özerk bir kurum olarak yetki kullandığı ve hesap vermediği bir sistemde demokrasiyi ve hukuk devletini inşa etme imkanı bulunmamaktadır.
5) Bütün bunlarla birlikte çoğulcu, tüm kimlikleri, inançları, kültürleri ve dilleri hukuk güvenliği altına alan yeni ve sivil bir anayasa yapılmalı, Terörle Mücadele Kanunu kaldırılmalı, siyasi suçlara ilişkin bir af çıkarılmalı, çocukların Çocuk Koruma Kanunu çerçevesi içinde yargılanmaları sağlanmalı, ceza kanunlarındaki ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı tüm maddeler kaldırılmalıdır.
Çocukların ve gençlerin yaşamlarından ve geleceklerinden sorumlu olduğumuzun farkında mıyız?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder