17 Mayıs 2010 Pazartesi

ORDU NASIL DEMOKRATİKLEŞİR - 3 / Yasemin Çongar

Askerî vesayeti bitirmenin yolları / Narcis Serra anlatıyor -3
***
Ordu bir “kurum” değildir

Caudillo de Espana, por la gracia de Dios, yani “Tanrı’nın lütfuyla İspanya’nın lideri” unvanlı general, 20 Kasım 1975’te öldüğünde, ardında kırk yıllık bir otoriter rejim bıraktı.

Tam adıyla Francisco Paulino Hermenegildo Teodulo de Franco y Bahamonde, Salgado-Araujo y Pardo de Andrade, 1936’dan itibaren İspanya’yı yönetmiş, 1947’de monarşiyi geri getirmiş ve ölümüne dek, diktatör olarak ülkenin başında kalmıştı.

Dünyanın kısaca “Franco” diye tanıdığı general, 1930’larda Marksist ve liberal cumhuriyetçilerin kurduğu Halk Cephesi Hükümeti’ni darbeyle deviremeyince başgösteren İç Savaş’ta Halk Cephesi’ne karşı Milliyetçilerin komutanı olarak mücadele etmiş, faşist İtalya ve Almanya’nın desteğiyle savaştan muzaffer çıkınca da, parlamentoyu feshederek Katolik, milliyetçi, muhafazakâr ve anti-komünist bir baskı rejiminin başına geçmişti.

Taraf’ta iki gündür geniş alıntılarla incelemeye çalıştığımız La transicion militar: Reflexiones en torno a la reforma democratica de las fuerzas armadas (Askerî Geçiş: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler) adlı, Narcis Serra imzalı kitap, İspanya’nın Franco sonrasında demokrasiye geçişini anlatıyor. Bu dizinin önceki bölümlerinde, demokratikleşme sürecinin geçiş ve konsolidasyon evreleri ile sivil-asker ilişkilerinin tam bir demokraside nasıl düzenlenmesi gerektiği üzerinde durmuştuk.

Bugün artık, sahaya iniyoruz... Demokratik konsolidasyon sırasında sekiz yıl savunma bakanlığı yaparak ordunun demokratik-leştirilmesinin öncülüğünü üstlenen Katalan Sosyalist lider Narcis Serra’nın rehberliğinde, İspanya’nın Avrupa’nın en güçlü demokrasilerinden biri olarak yeniden doğuşunun hikâyesini okuyacağız.

Franco’nun ideolojik askerleri
General Franco öldüğünde, İspanya Ordusu kendisini bir “kurum” olarak görüyordu ve demokratikleşmenin önündeki en önemli engellerden biri buydu.

Bu saptama, Türkiye’de silahlı kuvvetlerden bir “kurum” olarak söz edilmesine ziyadesiyle alışık olan, hatta sivil hükümetle askeriyenin, iktidarın iki ayrı tarafıymışçasına konuşup uzlaşmaya çalışmasını, “kurumlararası diyalog ve uyum” adı altında gayet makul sayanlar için yadırgatıcı olabilir. Oysa Narcis Serra, La trancision militar’da, İspanya Ordusu’nun özerk bir “kurum” değil, devletin birçok organından sadece biri olduğunun anlaşılmasını, “demokratik reformun kalbi” sayıyor.

İspanyol siyaset bilimci Javier Fernandez Lopez 1998’de yayımlanan El rey y los militares (Kral ve Askerler) kitabında, ordunun “kurumsallık” iddiasının ideolojik ve yapısal dayanaklarını irdelemiş. Fernandez’e göre, demokrasiye geçiş fikrinin İspanya’nın gündemine yerleşmeye başladığı ilk yıl olan 1975’te, silahlı kuvvetler içinde üç ayrı ideolojik grup mevcuttu.

İlk grup, Fernandez’in “kireçlenmiş Francocular” dediği otoriter rejimin şahin destekçileriydi. Bu gruptaki subaylar, İç Savaş’ta kazandıkları zaferin temsil ettiği milliyetçi değerlerle sahip çıkıyor ve kapsamlı bir reform hareketine muhalefet ediyorlardı. İkinci grup, ordu içinde en kalabalık kesimi oluşturan ve “sınırlı bir reformdan yana” sayılabilecek “ortayolcular”dı. Üçüncü ve nispeten küçük olan grupta ise, İspanya’nın Avrupa tipi bir demokrasiye dönüşmesini, ordunun da buna ayak uydurmasını isteyen ilerici subaylar vardı.

Narcis Serra, Fernandez’in bu analizine katılmakla birlikte, son gruptaki bazı ilericiler haricinde bütün subayların “üçayaklı” bir muhafazakâr siyasi duruşu paylaştıklarını yazıyor ve bu duruşun temel özelliklerini şöyle sıralıyor:

1) İspanya Ordusu’nun mensupları, 1967 tarihli Devlet Teşkilât Yasası gereği, kendilerini “kurumsal düzenin” garantörleri sayıyorlardı.

2) Francisco Franco’ya, ve General’in isteğiyle, onun ölümünden sonra İspanya tahtına çıkan Kral I. Juan Carlos’a “tam bir sadakat” içindeydiler.

3) Orduyu, sivil toplumun paylaşmadığı ya da en azından bir bütün olarak savunmadığı ulusalcı değerlerin savunucusu ve koruyucusu olarak görüyorlardı.

Nitekim, I. Juan Carlos taç giydiği gün, silahlı kuvvetlere şöyle seslenmekte sakınca görmedi: “Sizler atayurdumuzun en yüce ideallerinin koruyucusu ve temel yasalarımızın hayata geçmesinin ve korunmasının güvencesisiniz; halkımızın iradesinin sadık temsilcisisiniz.”

Bu sözlerdeki hâkim bakışın “demokratik” değil “faşizan” olduğunu ve Franco rejiminin tasfiyesiyle birlikte bu yaklaşımın da tasfiye edilmesi gerektiğini bilenler, kendilerini bekleyen görevin zorluğunun farkındaydılar kuşkusuz. Zira demokrasiye geçişin fiilen başladığı ilk üç yıl içinde, askerî cenahtan yükselen sesler, reformun önündeki en büyük engelin ordunun kendisi ve toplumun bir kesimi tarafından “normal,” hatta “yüce” olarak algılanmaya başlamış olan “kurumsal” niteliği, misyonu ve inançları olduğunu ortaya koyuyordu.

Adolfo Suarez’in başkanlığındaki ilk monarşik hükümette, 1976-1981 yılları arasında savunma bakanlığını yürüten ve 1981’deki darbe girişimine karşı çıkarak, reformların hayata geçmesinden yana tavır alan Tuğgeneral Gutierrez Mellado bile, Ocak 1977’de Kral’a şöyle seslenebilmişti örneğin: “Biz, silahlı kuvvetlerin her koşulda, özellikle de böyle derin sosyal ve siyasi evrim dönemlerinde istikrarı sağlamak için çok önemli bir faktör olduğuna inanıyoruz. Silahlı kuvvetler, Devlet’i korur ve gereken her yeniliğin yasalara uygun biçimde yapılmasını garanti eder...”

“Reformun da bir sınırı var”
Değişmesi gereken tam da bu inançtı işte. Donanma Bakanı Amiral Pita da Veiga’nın, 1976’da Siyasi Reform Yasası, İspanyol Parlamentosu’nda (Cortes) kabul edilirken söylediği, “Vicdanım rahat çünkü demokratik reformlar Francocu bir meşruiyet çerçevesinde gerçekleşiyor” sözünün reformun anti-tezi olduğunun kavranması gerekiyordu.

Narcis Serra, harp akademilerinde “ulusal değerlerin savunması” konulu dersler verilmesinin, ordunun ülkenin dış düşmanlara karşı savunulmasından öte bir rolle, içeride ideolojik misyon üstlenmiş bir kurum olarak algılanmasında belirleyici olduğuna dikkat çekiyor. İspanya’da demokratik konsolidasyonun askerî eğitimde reformu da içermesi boşuna değildi velhasıl.

Tabii, bunun yapılabilmesi için daha epey zaman geçmesi gerekti. İspanya’da 1970’lerin ikinci yarısında yapılan reformların hemen hepsi, silahlı kuvvetlerin ideolojik yapısının doğal uzantısı sayılabilecek bir direnişle karşılaşıyor ve budanıyordu.

1928 doğumlu İspanyol hukukçu ve siyasetçi Alberto Oliart, bu ideolojik yapıyı mükemmel özetliyor: “Askerin aslında iki temel siyasi fikri vardı: birincisi, komünizmin bir numaralı düşman olduğu; ikincisi de, İspanya’nın diğer bütün ülkelerden farklı olarak, kendilerine has bazı özellikler taşıdığı, bu nedenle tam bir demokrasiye dönüşmesinin imkânsız olduğu.”

Bu fikirlerden ikincisinin, Türkiye’deki askerî vesayet savunucularının da temel tezlerinden olması, şaşırtıcı değil sanırım. İspanya’daki generaller, tıpkı Türkiye’dekiler gibi sui generis bir ülkenin sui generis sorunları karşısında bir tür güvence olarak görüyorlardı kendilerini. Sık sık “Türkiye, Norveç değil ki” diye karşımıza çıkanların, “İspanya, Britanya değil ki” diyen ideolojik yoldaşları, reformların da bir sınırı olması gerektiğini söylüyor; bizde bu sınırı “Atatürkçü düşünce sistemi” kapsamında çizmek isteyenlerin İspanya’daki versiyonu “Francocu meşruiyet” kavramına sığınıyordu.

Dikkat “iç düşman” çıkabilir!
“Francocu meşruiyet,” İspanya’da genişçe bir kesim için, tıpkı “Atatürk ilke ve inkılâpları” gibi kolay kabul gören, ihlali suç addedilen ve otoriter zihniyetin meşrulaştırılması için kullanılan bir kalıptı. Bu kalıbın, demokrasiye geçiş süreci resmen başladıktan sonra ve reform yasaları çıkarılırken bile geçerli kalabilmesinde, yine tıpkı Türkiye’deki gibi, “iç düşman” tehdidinden yararlanıldı.

Bu tehdidin tarihsel bir zemini zaten vardı. S.G. Payne, İspanyol faşizmini irdeleyen 1968 tarihli kitabında, “1945’ten itibaren İspanya Ordusu’nun asıl görevi ulusal savunma değil iç güvenlik olmuştur” diye yazmıştı. General Franco da, “Bu ülkenin ordusunun kutsal görevi iç düzeni korumaktır” sözüyle tanınıyordu.

İlginçtir, Narcis Serra’nın kitabında söz ettiği bir seminer çalışması, Türkiye’de Balyoz Harekât Planı’nın da dolaylı olarak masaya yatırıldığı 2003 tarihli Birinci Ordu Plan Semineri’ni andırıyor. İspanya Ordusu’nun generalleri, 1969’da savaş senaryolarını konuşmak için toplandıklarında, hipotetik savaşlardan biri “bir iç ayaklanma” mizanseniyle oynanmış. İspanya burjuvazisinin çeşitli kesimleri, “iç düşman” olarak algılamaya eğilimli oldukları komünistleri,

Bask azınlığını ve Kilise karşıtlarını ordunun zapturapt altında tutmasına destek veriyorlardı ve bu destek, ülkedeki askerî müdahale tehdidinin uzun süre aşılamamasına neden oldu.

“İç düşman” tanımının benimsenebilmesi için ordunun kendi ideolojik yapısını “âri” tutması, “düşman” unsurlarla kirlenmemesi de gerekiyordu haliyle, ve İspanya’da “din” askerî tektipliğin sağlanmasında belirleyici rol oynadı.

Subay dediğin Katolik olur
İspanya Ordusu’nun profilinin en önemli özelliklerinden birinin “Katoliklik” olması, demokrasiye geçiş öncesinde, yeterince “Katolik” sayılmayan subayların orduda barındırılmaması dahil bir dizi yaptırımı da beraberinde getirdi. Bizdeki “dindar subayların fişlenmesi, rütbe alamaması ve birçok halde ordudan atılması” uygulamasının tam bir izdüşümü yaşandı yani...

Serra, 1973 yılında Toledo Piyade Akademisi’nden teğmen olarak mezun olmak üzereyken ordudan atılan gençlerin hikâyesini anlatırken, haklarındaki resmî suçlamada yer alan “halen Hıristiyan olsalar da, Katolik inancını terk etmelerine yol açan bir dinsel bunalım yaşamışlardır” ifadesini de kitabına taşımış.

Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde, demokrasi teorisyenlerinin tartıştığı temel sorulardan birinin “bir ordu, içinden çıktığı topluma ne kadar benzemeli, o toplumun genel değerlerini ne kadar paylaşmalı” olduğundan söz etmiştim. Serra, ordunun topluma ne kadar yakın, ne kadar toplumun içinden ve toplumla özdeş olursa, o kadar demokrasiye ve sivil değerlere ayak uydurabileceğini düşünüyor. İspanya’daki demokratikleşme adımlarının, ordunun profilini, ideolojisini ve sınıfsal yapısını değiştirmeye yönelik önlemleri kapsaması biraz da bu yüzden.

“Katolik” bir kimliği benimserken diğer mezheplere ve dinsizliğe düşman davranan bir İspanyol ordusunun, demokratik bir İspanya’nın ordusu olması imkânsızdı ama “din” ordunun tektipleşmesinin tek unsuru da değildi... Asker kökenli bir akademisyen olan Julio Busquets (1932-2001), İspanya Ordusu’nun subay kadrosunun demokratikleşme öncesinde, “toplumdan kopuk, izole” bir hayat sürdüğünü anlatırken, orduevi ve benzeri imtiyazların yanı sıra subayların okudukları gazetelere de getiriyor sözü:


“Subayların harp akademilerde aldıkları eğitimin bir sonucu olarak sığ bir entellektüel hayata sahip olması, orta sınıfın diğer mensuplarıyla aynı gazeteleri okumamaları sonucunu da veriyordu. El Pais yerine mesela, El Alcazar gibi militarist ve daha önceleri de şimdi kapanan El Imparcial ve Fuerza Nueva gibi aşırı sağ yayınları okuyorlardı. Sonuçta, subaylar toplumun genelinden daha muhafazakâr bir değerler sitemine ve kriterlere sahip oluyordu.”

Bakanlardan önce generaller
Franco’nun ölümünden hemen sonra İspanya Ordusu’nun ideolojik profili özetle böyleydi. Ancak Serra’ya göre, sadece bu profil değil, aynı zamanda ordunun bazı teknik özellikleri de reformu zorlaştırıyordu.

Bu özellikleri kısaca şöyle sıralayabilirim:
Bir... İspanya’da kara, hava ve deniz özellikle de kara kuvvetleri gereğinden fazla personele sahipti, 1982’de tam 960 karacı albay vardı;

İki... Bu üç kuvvetin yanı sıra polis teşkilâtının ve bizdeki Jandarma’ya benzeyen sivil muhafızların başında birer general olması, iç güvenliğin de askerîleşmesi sonucunu vermişti;

Üç... Franco’nun liderlik yaptığı yıllarda görev alan 114 bakandan kırkının asker kökenli olması ve Cortes’te on ayrı dönem görev yapan toplam dört bin milletvekilinden 955’inin askerlikten gelmesi, ordunun siyasetle fiilen de iç içe olduğunu gösteriyordu. Nitekim, 1976’da bakanlar kurulu Siyasi Reform Yasası’nı onaylamadan iki gün önce, hükümet başkanı Adolfo Suarez kuvvet komutanlarıyla buluşup, reformun içeriğini önce onlara anlatmak gereğini hissetti;

Dört... Ayrıca, 1945 tarihli, Askerî Adalet Yasası yürürlükteydi ve bu yasa gereği, bizdeki TCK 301’in kapsamına giren suçların benzerleri orduya karşı işlendiğinde, örneğin bir gazetecinin “orduyu aşağılayan bir makale yazdığı” öne sürüldüğünde, o gazeteci askerî mahkemede yargılanabiliyordu. İspanya’da, bizim 12 Eylül’den çok iyi bildiğimiz Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin bir benzeri vardı. Nitekim 1977’de iki ünlü İspanyol tiyatrocu, orduyu eleştiren bir piyes sahneledikleri gerekçesiyle Barcelona’da savcının da hâkimin de asker olduğu bir mahkemeye çıkarılabildiler.

Ve bu dava, bu tür davaların sonuncusu oldu... Zira 1970’lerin ikinci yarısında başlayan demokratikleşme reformu, yavaş ama emin adımlarla ilerliyordu artık.

Değişimin ilk aşamaları
İspanya’da demokratikleşme süreci, asker-sivil ilişkilerini en baştan itibaren merkezine aldı. Ancak yapılan yenilikler, kabul edilen reform yasaları ve düzenlemeler 1975’ten 1990’lara uzanan geçiş ve konsolidasyon evrelerinde birçok kez gözden geçirildi, değiştirildi. İspanya aşama aşama demokratikleşti.

Bu sürecin ilk evresinde, orduya yönelik ilk girişim “yasal ve kurumsal reform” oldu. 1975-1978 arasında ordunun siyasete doğrudan müdahalesini önleyecek yasalar, 1979’dan itibaren de ordunun teşkilatı ve operasyonları açısından özerk bir “kurum” gibi davranmasını engelleyecek yapısal reformlar gündeme geldi.

Kolay iş değildi. Zira İspanya Ordusu, Tuğgeneral Baquer’in 1974’te yazdığı gibi, “Hükümetin dışında özerk bir güç tabanı oluşturmaya kararlıydı. Üç kuvvetten sorumlu bakanların güçsüz kılınması, bakanlar kurulunun askerî konularda devredışı kalması amaçlanıyordu.”

Suarez hükümeti reform girişimlerini, 1976-1977 yıllarında yeni bir genelkurmay başkanlığı (JUJEM) kurarak başlattı. JUJEM’in kuruluş yasası, “Genelkurmay başkanının askerî emir-komuta zincirinin tepesinde yer almakla birlikte, hükümetin başkanına siyaseten bağımlı olduğunu” kayda geçirdi. Amaç, askerlerin kime karşı sorumlu olduğu ve “siyasi” bağlılıkları konusunda soru işaretine yer bırakmamaktı.

Narcis Serra, burada çok önemli bir vurgu yapıyor: “Askerî özerkliğin var olması ve pekişmesi için, yasaların buna cevaz vermesi gerekmez. Gerekli olan tek şey yasaların muğlak olmasıdır. İspanya’da da askerî özerkliğin fiilen pekişmesinin yolunu açan şey, yasalarda ve anayasada silahlı kuvvetlerin devletin içine tam olarak entegre olmasını önleyip ayrı bir kurumsal kimlik iddiasına sahip olmasını mümkün kılan belirsizliklerdi.”

Dolayısıyla, İspanya’da askeriyenin reformunun ikinci ayağı, anayasanın da hızla değiştirilmesini gündeme getirdi. Haziran 1977’de yapılan ilk demokratik seçimlerden sonra, ülke yeni anayasayı tartışmaya başladı. Ordunun kendisini bir “kurum” gibi algılaması artık açıkça “tehlike” olarak ifade ediliyordu ve reformcular, yeni anayasanın eskisinden farklı olarak, giriş bölümünde silahlı kuvvetlere hiçbir atıf yapmamasını, böylelikle ordunun “özel bir kurum” olmadığının görülmesini ve görevlerinin, diğer bütün devlet organları gibi, anayasanın son bölümlerinde düzenlenmesini savundular. Ancak başarılı olamadılar. Silahlı kuvvetlerle ilgili hüküm, anayasanın başlarındaki sekizinci maddede düzenlendi.

Narcis Serra, kitabında bu durumu “Hazırlanan anayasa silahlı kuvvetlere karşı temkinli bir tutumun ağır bastığı çok zor koşullarda, siyasi bir tavizin ürünüydü” diye açıklıyor.

Bu tavize rağmen, yeni anayasa, ordunun demokratik sınırlara çekilmesi yönünde önemli değişiklikler içerdi. Silahlı kuvvetler Emniyet Teşkilatı’ndan ve Sivil Muhafızlar’dan net olarak ayrıldı; iç güvenlik hizmeti askeriyenin görev alanından çıkarıldı. Ayrıca 1967 tarihli Devlet Teşkilat Yasası’nın ilgili maddeleri değiştirilerek anayasada yeni şeklini buldu. Buna göre, İspanya Ordusu artık “ülkenin kurumsal düzenini” korumaktan sorumlu değildi ve “İspanya’nın birliğinin garantörü olma görevi” de anayasa dışı bırakılmıştı. Yeni tanımda ordu “anayasal düzenin savunulması” ile görevliydi.

Serra’nın, Cortes’in tutanaklarından aktardığı anayasa tartışmaları, İspanyol siyasetçilerin ordunun “kurumsal” rolü konusunda nasıl ikiye bölündüğünü de ortaya koyuyor. Alianza Popular adlı sağ cepheye mensup birçok vekil, “Ordu ülkenin belkemiğidir” benzeri cümlelerle, genelkurmayın seçilmiş hükümetin başkanına “siyaseten bağımlı” olmasını engellemeye çalışmışlar. Ancak sonuçta, sadece bu tanım değil, idam cezasının kaldırılması, vicdani ret hakkının verilmesi, Katalan ve Bask özerk bölgeleri ile bölgesel hükümetlerinin ordu tarafından tanınması gibi o dönem için “radikal” sayılabilecek birçok adım, generallerle onları destekleyen sağ kanat siyasetçilere rağmen toplumsal beklentilerin galebe çalması sayesinde atılabilmiş.

İspanya Ordusu’nun demokratikleşmesinin, 1980 ve 1990’lara yayılan sonraki aşamalarını yazmayı yarın sürdüreceğim.