Geçen hafta Yasemin Çongar’ın, her biri tam sayfa ve tam dört gün süren “Ordu Nasıl Demokratikleşir” adlı çok önemli bir yazı dizisi yayımlandı, bu gazetede. Siyaset bilimci bir akademisyenliğin yanı sıra, savunma bakanlığı ve başbakan yardımcılığı da yapmış, İspanya’nın eski bir siyasetçisi olan Narcis Serra’nın “Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler” başlıklı kitabındaki “arı sütü” gibi bir “öz”ün, belli ki “mukayeseli” bir sunumuydu, yazılanlar.
O kadar önemliydiler ki, ispirtolu kalemlerle çizdiğimde, boyamadan atladığım ne bir satır, gözardı ettiğim ne bir sözcük kalmıştı geride.
Ve... silahlı kuvvetlerin İspanya örneğindeki demokratikleşme adımlarına koşut, “sahaya inerek” izi sürülebilecek bir anlayışın bizdekine denk düşen yazımında, bir sürü makale konusu hemencecik biçimleniverdi, bir bir billurlaşıverdi, bilicimde.
Örneğin Serra, “Bir ordu, içinden çıktığı topluma ne kadar benzemelidir. O toplumun genel değerlerini ne kadar paylaşmalıdır” sorularına yanıtlar ararken, profesyonel ordu mensuplarının sivil toplumdan kopuk ve izole bir hayat sürdürmeleri yüzünden, kurumlarına atfedilen o çok özel konuma, demokrasilerde yer olmadığını vurguluyor ve kendilerini ayrı, bağımsız ve özerk bir kurum olarak gören ve başkalarınca da böyle görülen bir ordudan, devlete ve sivil topluma tamamen entegre olmuş bir orduya geçişi, demokratikleşmenin en temel gereklerinden biri sayıyor.
Gerçekten de, 10-11 yaşlarındayken, Selimiye Askerî Ortaokulu’na girişimizin daha ilk günlerinden itibaren, bize işlenen şey, sivillerin “başıbozuk unsurlar” olduklarıydı. “Sivillik” giderek uzaklaşacağımız, yadırgayacağımız ve güvensizlik duyacağımız bir konumun odağıydı. Her haftasonu izine çıkışımızda “dosta düşmana karşı” tembihlenirdik. Kimseleri tanımadığımız için, varsalar bile, “dostlar”ın kimler olduklarını zaten bilemiyorduk. Ama, hemen bütün siviller muhtemelen düşmanımızdı ve gözleri hep üzerimizdeydi, bunu biliyorduk.
Sivil toplumsal yaşam disiplinsiz, düzeysiz, rasgele, kaotik bir ortam demekti. Sivil giyinmek öğrenciliğin erişkin yaşlarında, örneğin Harp Okulu’nda bile kesin olarak yasaktı ve büyük bir suçtu.
Hatta “sivil olmak” demek, “anadan üryan” olmanın, “çırılçıplak” kalmanın askerî argodaki aşağılayıcı adıydı. Hamamda peştamalın düşmesi ya da donunu değiştirirken görünmen biran için, “sivilleri çekmişsin” diye senle eğlenilmesine yol açardı.
“Sivil olmak” hiçbir şey olmamaktı.
“Sivillerle temas” en alt düzeyde tutulmalıydı. Bir önceki görevi “Seferberlik Tetkik Kurulu”nu “Özel Harp Dairesi”ne dönüştürmek olan derin devletin “kurucu babaları”ndan tümen komutanı tümgeneral Cihat Akyol, “12 Mart rejimi”nde Trakya’da teğmenken ben, bir gün tüm subay-astsubayları toplayarak, bir askerin herhangi bir sivil dostu olamayacağını, orduevlerinde ve askerî kantinlerde her şeyin bulunduğunu, bu nedenle alışverişlerin bile en aza indirilmesi gerektiğini, ilişkileri tesbit edilenlerin cezalandırılacağını kükreyerek emretmişti. “Mesela ben,” demişti, “bu kentte hiçbir siville görüşmüyorum. Kaymakam ve belediye başkanıyla dahi yalnızca bayramlarda, o da usulen yan yana geliyor ve sonra onları bir daha asla tanımıyorum.”
İlkesi ve bizlere de önerisi buydu.
Aynı general yine o yıllarda, ne menem biri olduğumu daha iyi anlamak için olmalı, bir gün beni makamına çağırtmış, üç-dört saat boyunca “nutuk çekmişti”. “Söyle bakalım teğmen Çınar,” demişti beni sınayarak, “İstanbul’a gittiğinde ‘dolmuş’a nasıl binersin?” Bir hinlik sezinlememe rağmen, doğrusu, umduğu yanıtı bulamamıştım. O yıllarda eski model dolmuşların arka koltukları “dörtlenirdi”. Ben de “rahat etmek için öne otururum” deyivermiştim. “Böyle yaparsan, arkana dört tane “düşman sivil” alırsın, olmuştu cevabı.
“Pekiyi,” demişti, “sinemaya nasıl gidersin?” Yine o yıllarda matineler “devamlı” olurdu sinemalarda. Ben de “hemen girer, seyre başlarım”, demiştim. “Yok,” demişti, beni biraz “aptal” bularak, “arkanda kalanların simalarını, ancak salonun aydınlığında tetkik etmek mümkünken, içeriye böyle film oynarken girersen, sırtını karanlıktaki sayısız ‘düşman sivil’e dayamış olursun”.
İşte bu tip “ruhsal bozuklukları” da içeren yöntemlerle adım adım soyutlandı sivil toplumdan, Silahlı Kuvvetler. Orduevleri, gazinolar, dinlenme kampları, kantinler, ordu pazarları, ordu kooperatifleri, lojmanlar, oyak siteleri gibi sosyal tesisler... derken... ayrı bir hukuk sistemi, ayrı mahkemeler, ayrı yargıtay, ayrı danıştay... ayrı hastaneler, ayrı özlük hakları, OYAK gibi ayrı bir iktisadi kuruluş... ve neredeyse her konudaki statü ayrıcalıklarıyla TSK’nın “devlet içinde bir devlet, ya da devletin ta kendisi, hükümetin eş değeri, hatta tüm anayasal kurumların adeta amiri konumunda olması”, demokrasi açısından bir “anomali”yi ifade etmektedir.
Bir an önce ekmeklerini ellerine alsınlar diye askerî okullara gönderilen 10-11 yaşlarındaki bu yoksul halk çocuklarının, sonradan işte böyle bir yapıya dönüşmeleri kendi “doğalarına” bile aykırıdır. Demokratikleşmenin temel koşullarından biri olan “ordunun sivil topluma entegrasyonu”na “küçük çıkarlar uğruna” şimdilik kızabileceklerse de, gerçeği algıladıklarında daha mutlu olacakları kesindir. Çünkü demokratik sivil siyasal değerlerin toplumunda olmak, zengin, adil, özgür olmak demektir. Ve hiçbir ayrıcalığın lezzeti zenginliğin, adaletin, özgürlüğünki kadar olamaz.