Ergenekon davasının
tartışma yaratan kararları üzerine, öyle anlaşılıyor ki, uzun süre daha
konuşmaya devam edeceğiz. Yapay mevzular üzerine konuşmaktan iyidir. Hiç
değilse yakın tarih gerçeklerimizi hatırlamaya vesile oluyor. Ve o
yakın tarihin bugünlerimizin üzerindeki koyu gölgesinden henüz tümüyle
kurtulabilmiş de değiliz...
Naçizane, Ergenekon soruşturması gündeme geldiği andan itibaren, bu soruşturma ve peşinden açılan davanın “tarihî” anlamına dikkat çektim. Kapsamı netleştikçe soruşturmanın derinleştirilmesi gerektiğini savundum. Davayı “sulandıran” gelişmeler olduğunda, eleştirdim. Mesela Nedim Şener ve Ahmet Şık tutuklandığında. Kendimi, davanın “olağan müdahilleri” (her zaman “olağan şüpheli, sanık” olacak değildik ya) arasında saydım. “Derin devlet” olarak kodladığımız anlayışın mağduru herkesin de kendini böyle hissetmesi gerektiğine inandım. Kimi sol yapıların “yesinler birbirini” manşetinde kendini ortaya koyan anlayışla dava ile aralarına kalın bir mesafe koymalarını da eleştirdim, Kürt hareketinin ilk zamanlarda “dur bakalım, ne olacak” dercesine “seyirci” bir tutum takınmasını da. Çünkü davanın tarihî anlamına uygun bir şekilde karara bağlanması, bana göre, biraz da “mağdurların” davaya taraf olarak ağırlıklarını koyabilmeleriyle ilgili idi. Kendi adıma bu kısa hatırlatmayı yapmamın nedeni, mahkemenin kararlarını açıklamasının ardından, “Fırat’ın doğusu” hatırlatması yapanların toptancı bir dille davayı “küçümsemekle”, hatta “itibarsızlaştırmaya çalışmakla” itham edilmesi oldu. Her konuda aynı düşünmemekle beraber (şart da değil zaten) görüşlerine her zaman değer verdiğim Bekir Berat Özipek dostum yazmasa, bu ithamları ciddiye almaz, gülüp geçerdim. Ama Berat 8 ağustos günü Star’daki köşesinde “ya Fırat’ın ötesi?” diyenleri kendi üslubunca ti’ye alınca, başından beri “Fırat’ın ötesi” duyarlılığı taşıyan biri olarak iki çift söz söylemeden edemedim... Berat Özipek sözkonusu yazısında Fırat’ın ötesine giden kimi davaları hatırlatarak (Musa Anter, Cemal Temizöz, Musa Çitil, “Bıçak timi” ve Mete Sayar davaları), “Fırat’ın ötesini görseler gam yemem” demiş. Bu davaların durumuyla ilgili ise bilgi vermemiş ama. Bu davalar her biri üzerinde uzun uzun konuşmaya değer, önemli davalar. Ama ben burada Berat’ın da iyi bildiğinden kuşku duymadığım bir gerçeği hatırlatmakla yetineceğim. Bu davalar, kapsamı ve yargılanan sanıkları itibarıyla 90’lı yıllarda yürütülen kirli savaşın sadece bazı lokal örneklerini ele alan “tekil” davalar. Oysa o yıllarda MGK ve bir tür başbakanlık gibi örgütlenmiş olan MGK Genel Sekreterliği, Genelkurmay ve ÖKK tarafından koordine edilen, yürütülen bir “devlet politikası” vardı. Cemal Temizöz, Hamit Yıldırım, Kamil Atağ, Mete Sayar gibileri bu politikanın yerel uygulayıcıları olmaktan dahası değillerdi ve değillerdir. Sadece Berat’ın örneklendirdiği davalarda öldürülen çok sayıda insan vardır. Katiller tabii ki açığa çıkarılıp cezalandırılmalıdır; bu, kesin. Ama “Fırat’ın ötesindeki” Ergenekon’u sadece bu davalardan ibaret görmek kadar yüzeysel ve yanılgılı bir tutum olamaz. Ve asıl mesele, bu kirli ve kanlı işlere karar veren merciler ve oralarda oturan kişilerin sorumluluğudur. Bunu hatırlatmak davayı küçümsemek mi oluyor, yoksa mevzunun bam teline basmak mı? Ah Berat Hoca... Bu gerçekleri anlatıp durmaktan yana yorulmak dert değil, asıl dert, yaralanmak... |
Harbiye, askerlik, askeriye, savunma ile ilgili tüm gelişmeler, eleştiriler, asker-siyaset ilişkisi, askeri operasyonlar, gibi ve benzeri haberler, köşe yazıları, dosyalar buradan aktarılmaya çalışılacak.