Ankara, 12 Eylül 1980.
Darbe haberi Güniz Sokak’a, Başbakan Demirel’in evine ulaşır.
Eşi Nazmiye Hanım’ın gözleri yaşlıdır, kocasına der ki:
“Demirel, teslim olma… Direnişe geç!”
Ama Demirel direnmez.
Yavuz Donat yıllar sonra bu konuyu Demirel’e açıp, “Nazmiye Hanım 12 Eylül gece yarısı size, ‘Teslim olma, direnişe geç!’ dedi mi?” diye sorunca, Demirel ne yalanlar, ne de doğrular.
Şöyle demekle yetinir:
“Kime karşı direneceğim?.. Kendi askerime karşı mı?.. Neyle direneceğim?.. Kendi askerime karşı benim bir askeri gücüm mü var?.. Siyaset uzun soluklu bir iştir. O an düşündüğüm şey şuydu… Bu işin ne zaman normalleşmeye döneceği…”
Demirel böyle der.
27 Mayıs’ın acısını çekmiş Demirel…
12 Mart’ta darbeyi yiyerek iktidardan devrilince, “Şapkayı alıp kaçtı!” diye eleştirilmiş Demirel…
12 Eylül’de bir darbe daha yiyince, canına tak diyen Nazmiye Hanım, “Demirel, teslim olma, direnişe geç!” diyor.
Ama Demirel direnmiyor.
O tarihte Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisiydim.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren ve dört kuvvet komutanı bir gece vakti Çankaya Köşkü’ne çıkarak Cumhurbaşkanı Korutürk’e bir “uyarı mektubu” verdiler.
İstedikleri olmazsa iktidara el koyacaklarını ilan ettiler.
Başbakan Demirel kurmaylarıyla toplandı, tek maddelik bir gündemle:
Ne yapmalı?
Sözü önce Nuri Bayar alır.
Üzgün ve düşüncelidir.
İktidardaki Adalet Partisi’nin genel sekreterliğinden gelen, sanayi bakanlığı koltuğunda oturan Nuri Bayar’ın ve eşinin aile kökleri Demokrat Parti geleneğine uzanır.
1960’ta 27 Mayıs darbesinin sillesini yemiş, partileri kapatılmış, hapse girip siyaset yasakları yemiş bir siyasal geleneğin temsilcisi olarak “uyarı mektubu”ndan kaygılıdır Nuri Bayar.
Macunun tüpten çıktığına, geri sokmanın imkansızlığına işaret eder ve Türkiye’nin yine bir darbenin eşiğine geldiğini söyler.
Şöyle devam eder:
“Hemen iki kararname hazırlayalım. Biri, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının emekliliği, diğeri yeni komutanların atanmasıyla ilgili iki kararname… İkisi de eş zamanlı olarak imza için Çankaya Köşkü’ne gönderilirken, yeni komutanlara da telefon açılsın. Şu kadar saat sonra görev devir teslimine hazır olmaları kendilerine derhal tebliğ edilsin.”
Bakışlar Demirel’ döner.
Hayrettin Erkmen Dışişleri Bakanı söz alır. Erkmen, 27 Mayıs darbesiyle devrilen ve hapis yatan bir DP’lidir.
Nuri Bayar’a karşı çıkar.
“Biz bunları 27 Mayıs darbesinden önce de yaşadık. Sonra iş, idamlara kadar gitti. Böyle bir durumda CHP hemen karşımıza geçer. Yeni bir 27 Mayıs daha yaşarız. Komutanları emekliye sevk etmek doğru bir adım değil.”
Bakışlar tekrar Demirel’e döner.
Demirel konuşmaz, havaya bakar.
Toplantı dağılır.
Nuri Bayar canı çok sıkkın halde gelir evine. Uzun zaman önce bıraktığı cigarasından bir tane yakar, ailesine dert yanar:
“Bu iş bitti!”
Yavuz Donat’ın Cumhuriyetin Kara Kutusu isimli kitabının şu satırları da ilginçtir:
Demirel’e 12 Eylül sürecinde sorduk:
- Kenan Paşa parti kurar mı?
- Hayır, o hatayı yapmaz.
- Ya yaparsa…
- Siyasetçi Kenan Evren çok tartışılır. Ve bu tartışmaların altından kalkamaz. Öyle bir laf ederiz ki…
- Mesela?
- Sorarım… 13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü neden akıyordu?.. Siz 11 Eylül 1980 tarihinde Antalya Tapu Müdürü mü idiniz?..
Demirel’den Evren’e ağır bir suçlamadır bu.
Başbakan olarak anayasal açıdan kendine bağlı olması gereken devrin Genelkurmay Başkanı’na diyor ki, darbe yapmak için kan akmasına göz yumdunuz.
Demek istiyor ki, durdurabileceğiniz kanı, darbe yapmak için durdurmadınız.
Bundan daha ağırı ne olabilir ki?
Bu nedenlerle biliyorum, asker karşısında sürekli boyun eğen bu Şark kurnazlığı, bu uysallık da Türkiye’nin “sivil sorunu”dur.
Bu “sivil sorunu”nun bir boyutunda hiç kuşkusuz özellikle yargıdan başlayarak, üniversite, iş dünyası ve tabii medyadan çok önemli parçalar vardır.
Bu durum, demokrasi kültüründen bu nasipsizlik hali, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında Türkiye’nin Avrupa’dan, örneğin birYunanistan’dan, bir İspanya’dan geri kalmasını kolaylaştırmıştır.
Bu ülkede, yalnız siyasetçilerin darbelere meydan okumaları değil, hukukun üstünlüğünü gerçekten benimsemiş yargının da, Bir Yunanistan örneğinde olduğu gibi, darbe yapmış ya da darbeye kalkışmış askerleri yakasından tutup adaletin karşısına çıkarması, hapse atması gerekirdi.
Bu ülkede, akademik özgürlüğü gerçekten benimsemiş bir üniversitenin askeri darbe ve yönetimlere çanak tutmak ve destek vermek yerine, “Ne duruyorsunuz, elinizi çabuk tutun!” demek yerine, üniversiteleri “asker partisi”nin “akademik uzantısı” yapmaya kalkışmak yerine, kışla düzenleri karşısında demokrasiyi sonuna kadar savunması gerekirdi.
Bu ülkede, ekonomik büyümeyle kalkınma yolunun barış, demokrasi ve istikrardan geçtiğini gerçekten benimsemiş bir iş dünyasının, Kürt meselesi gibi, PKK ve şiddet gibi, Kıbrıs gibi sorunlar çözümsüz kaldığı sürece Türkiye’de ekonomik gelişmenin kilitleneceğini bilen bir iş dünyasının, askerin politikayla ilişkisinin Avrupa’daki kadar sınırlanmasında çok daha büyük katkılar yapması gerekirdi.
Bugüne kadar bunlara çok az tanık oldu Türkiye.
Türk basının duayenlerinden, 1960’lar ve 1970’lerde Hürriyet ve Günaydın gazetelerini yönetmiş olan Necati Zincirkıran, Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu adını taşıyan anılarında, 1960’ların başındaki 22 Şubat darbe girişimiyle ilgili şunları yazar:
“22 Şubatçılar (1962’deki darbe girişiminde bulunanlar) arasında üniversitelerden sivil akıl hocaları vardı.
Ünlü profesörler, bilim adamlarımız, ünlü gazetecilerimiz, cuntalara destek veriyorlardı.
Çünkü Türkiye’yi birlikte kurtaracaklardı.
Dünya gazetesi sahiplerinden Falih Rıfkı Atay, bir yazısında 'Darbe girişiminin lideri Albay Talat Aydemir’in gözlerinde Mustafa Kemal’in pırıltılarını gördüm' diyebiliyordu."
Yani asker sorunu her şeyden önce bir “sivil siyaset sorunu”dur.
Demokrasi kültürünü gerçekten benimsemiş siyaset kadrolarının, gerekli siyasal irade ve cesareti göstererek askeri, halkın oyuyla seçilmiş, iş başına gelmiş sivil otoriteye tabi kılmasıdır.
Tek tük cılız örnekler dışındaki ne yazık ki bunu da yaşamadı Türkiye.
Siyasetçiler kapalı kapılar arkasında askerden, askerin siyasete karışmasından, darbe ve askeri yönetimlerden yakındılar.
Arada bir askerle çatıştıkları da oldu.
Ama halkın önünde sorunun adını koymaktan kaçındılar, “Kral çıplak!” diyemediler.
Askere direnmediler!
Askerle sonunda genellikle uzlaştılar, askerin kırmızı çizgileri içinde siyaset oyununa devam ettiler, bunu demokrasi sanarak.
* * *
Yukarıdaki satırlarımı, Türkiye’nin Asker Sorunu adını taşıyan kitabımın ‘önsöz’ünden aldım.
Bugün de fazla değişen bir şey yok.
Kenan Evren öldü ama darbeyle kurmuş olduğu düzen, kurumsal yapılarıyla öyle ya da böyle devam etmekte.
Evet, bu memleketin asker sorunu, aynı zamanda bir ‘sivil sorunu’dur ve bu sorun Tayyip Erdoğan’la birlikte her geçen gün demokrasi ve hukuktan hızla uzaklaşarak devam etmektedir.
Darbe haberi Güniz Sokak’a, Başbakan Demirel’in evine ulaşır.
Eşi Nazmiye Hanım’ın gözleri yaşlıdır, kocasına der ki:
“Demirel, teslim olma… Direnişe geç!”
Ama Demirel direnmez.
Yavuz Donat yıllar sonra bu konuyu Demirel’e açıp, “Nazmiye Hanım 12 Eylül gece yarısı size, ‘Teslim olma, direnişe geç!’ dedi mi?” diye sorunca, Demirel ne yalanlar, ne de doğrular.
Şöyle demekle yetinir:
“Kime karşı direneceğim?.. Kendi askerime karşı mı?.. Neyle direneceğim?.. Kendi askerime karşı benim bir askeri gücüm mü var?.. Siyaset uzun soluklu bir iştir. O an düşündüğüm şey şuydu… Bu işin ne zaman normalleşmeye döneceği…”
Demirel böyle der.
27 Mayıs’ın acısını çekmiş Demirel…
12 Mart’ta darbeyi yiyerek iktidardan devrilince, “Şapkayı alıp kaçtı!” diye eleştirilmiş Demirel…
12 Eylül’de bir darbe daha yiyince, canına tak diyen Nazmiye Hanım, “Demirel, teslim olma, direnişe geç!” diyor.
Ama Demirel direnmiyor.
Askerden Korutürk’e ‘uyarı mektubu’
Demirel, 12 Eylül geliyorum derken de, 1979’da askerin muhtıra niteliğindeki “uyarı mektubu”na muhatap olduğu vakit de direnmemişti, üstelik direnmesi için yine kendisine yapılan telkinlere rağmen…O tarihte Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisiydim.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren ve dört kuvvet komutanı bir gece vakti Çankaya Köşkü’ne çıkarak Cumhurbaşkanı Korutürk’e bir “uyarı mektubu” verdiler.
İstedikleri olmazsa iktidara el koyacaklarını ilan ettiler.
Başbakan Demirel kurmaylarıyla toplandı, tek maddelik bir gündemle:
Ne yapmalı?
Kararname önerisine karşı 27 Mayıs hatırlatması
Sözü önce Nuri Bayar alır.
Üzgün ve düşüncelidir.
İktidardaki Adalet Partisi’nin genel sekreterliğinden gelen, sanayi bakanlığı koltuğunda oturan Nuri Bayar’ın ve eşinin aile kökleri Demokrat Parti geleneğine uzanır.
1960’ta 27 Mayıs darbesinin sillesini yemiş, partileri kapatılmış, hapse girip siyaset yasakları yemiş bir siyasal geleneğin temsilcisi olarak “uyarı mektubu”ndan kaygılıdır Nuri Bayar.
Macunun tüpten çıktığına, geri sokmanın imkansızlığına işaret eder ve Türkiye’nin yine bir darbenin eşiğine geldiğini söyler.
Şöyle devam eder:
“Hemen iki kararname hazırlayalım. Biri, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının emekliliği, diğeri yeni komutanların atanmasıyla ilgili iki kararname… İkisi de eş zamanlı olarak imza için Çankaya Köşkü’ne gönderilirken, yeni komutanlara da telefon açılsın. Şu kadar saat sonra görev devir teslimine hazır olmaları kendilerine derhal tebliğ edilsin.”
Bakışlar Demirel’ döner.
Hayrettin Erkmen Dışişleri Bakanı söz alır. Erkmen, 27 Mayıs darbesiyle devrilen ve hapis yatan bir DP’lidir.
Nuri Bayar’a karşı çıkar.
“Biz bunları 27 Mayıs darbesinden önce de yaşadık. Sonra iş, idamlara kadar gitti. Böyle bir durumda CHP hemen karşımıza geçer. Yeni bir 27 Mayıs daha yaşarız. Komutanları emekliye sevk etmek doğru bir adım değil.”
Bakışlar tekrar Demirel’e döner.
Demirel konuşmaz, havaya bakar.
Toplantı dağılır.
Nuri Bayar canı çok sıkkın halde gelir evine. Uzun zaman önce bıraktığı cigarasından bir tane yakar, ailesine dert yanar:
“Bu iş bitti!”
’13 Eylül’de duran kan, 11 Eylül’de neden akıyordu?’
Yavuz Donat’ın Cumhuriyetin Kara Kutusu isimli kitabının şu satırları da ilginçtir:
Demirel’e 12 Eylül sürecinde sorduk:
- Kenan Paşa parti kurar mı?
- Hayır, o hatayı yapmaz.
- Ya yaparsa…
- Siyasetçi Kenan Evren çok tartışılır. Ve bu tartışmaların altından kalkamaz. Öyle bir laf ederiz ki…
- Mesela?
- Sorarım… 13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü neden akıyordu?.. Siz 11 Eylül 1980 tarihinde Antalya Tapu Müdürü mü idiniz?..
Demirel’den Evren’e ağır bir suçlamadır bu.
Başbakan olarak anayasal açıdan kendine bağlı olması gereken devrin Genelkurmay Başkanı’na diyor ki, darbe yapmak için kan akmasına göz yumdunuz.
Demek istiyor ki, durdurabileceğiniz kanı, darbe yapmak için durdurmadınız.
Bundan daha ağırı ne olabilir ki?
O sırada yargı, akademi ve iş dünyası ne yapıyordu?
Basın özgürlüğünü benimsemiş bir medyanın, generallere kulak vermek yerine demokrasi bayrağını sallaması gerekirdiAncak aynı Demirel geçen yıllar içinde darbe liderinden bunun hesabını, akan kan ve gözyaşlarının hesabını sormamıştır.
Bu nedenlerle biliyorum, asker karşısında sürekli boyun eğen bu Şark kurnazlığı, bu uysallık da Türkiye’nin “sivil sorunu”dur.
Bu “sivil sorunu”nun bir boyutunda hiç kuşkusuz özellikle yargıdan başlayarak, üniversite, iş dünyası ve tabii medyadan çok önemli parçalar vardır.
Bu durum, demokrasi kültüründen bu nasipsizlik hali, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında Türkiye’nin Avrupa’dan, örneğin birYunanistan’dan, bir İspanya’dan geri kalmasını kolaylaştırmıştır.
Bu ülkede, yalnız siyasetçilerin darbelere meydan okumaları değil, hukukun üstünlüğünü gerçekten benimsemiş yargının da, Bir Yunanistan örneğinde olduğu gibi, darbe yapmış ya da darbeye kalkışmış askerleri yakasından tutup adaletin karşısına çıkarması, hapse atması gerekirdi.
Bu ülkede, akademik özgürlüğü gerçekten benimsemiş bir üniversitenin askeri darbe ve yönetimlere çanak tutmak ve destek vermek yerine, “Ne duruyorsunuz, elinizi çabuk tutun!” demek yerine, üniversiteleri “asker partisi”nin “akademik uzantısı” yapmaya kalkışmak yerine, kışla düzenleri karşısında demokrasiyi sonuna kadar savunması gerekirdi.
Bu ülkede, ekonomik büyümeyle kalkınma yolunun barış, demokrasi ve istikrardan geçtiğini gerçekten benimsemiş bir iş dünyasının, Kürt meselesi gibi, PKK ve şiddet gibi, Kıbrıs gibi sorunlar çözümsüz kaldığı sürece Türkiye’de ekonomik gelişmenin kilitleneceğini bilen bir iş dünyasının, askerin politikayla ilişkisinin Avrupa’daki kadar sınırlanmasında çok daha büyük katkılar yapması gerekirdi.
Ve cunta destekçisi gazeteciler…
Bu ülkede, kendi varlık nedeni olan basın özgürlüğünü gerçekten benimsemiş bir medyanın, generallerin sesine kulak vermek ve askeri müdahalelerin gönüllü gönülsüz destekçiliğini yapmak yerine demokrasi ve basın özgürlüğü bayrağını darbecilere karşı sallaması gerekirdi.Bugüne kadar bunlara çok az tanık oldu Türkiye.
Türk basının duayenlerinden, 1960’lar ve 1970’lerde Hürriyet ve Günaydın gazetelerini yönetmiş olan Necati Zincirkıran, Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu adını taşıyan anılarında, 1960’ların başındaki 22 Şubat darbe girişimiyle ilgili şunları yazar:
“22 Şubatçılar (1962’deki darbe girişiminde bulunanlar) arasında üniversitelerden sivil akıl hocaları vardı.
Ünlü profesörler, bilim adamlarımız, ünlü gazetecilerimiz, cuntalara destek veriyorlardı.
Çünkü Türkiye’yi birlikte kurtaracaklardı.
Dünya gazetesi sahiplerinden Falih Rıfkı Atay, bir yazısında 'Darbe girişiminin lideri Albay Talat Aydemir’in gözlerinde Mustafa Kemal’in pırıltılarını gördüm' diyebiliyordu."
Kapalı kapılar ardında kalan yakınmalar…
Siyasetçiler askerle sonunda genellikle uzlaştılar...“Sivil sorunu”nun asıl özünde siyaset ve siyasetçi vardır.
Yani asker sorunu her şeyden önce bir “sivil siyaset sorunu”dur.
Demokrasi kültürünü gerçekten benimsemiş siyaset kadrolarının, gerekli siyasal irade ve cesareti göstererek askeri, halkın oyuyla seçilmiş, iş başına gelmiş sivil otoriteye tabi kılmasıdır.
Tek tük cılız örnekler dışındaki ne yazık ki bunu da yaşamadı Türkiye.
Siyasetçiler kapalı kapılar arkasında askerden, askerin siyasete karışmasından, darbe ve askeri yönetimlerden yakındılar.
Arada bir askerle çatıştıkları da oldu.
Ama halkın önünde sorunun adını koymaktan kaçındılar, “Kral çıplak!” diyemediler.
Askere direnmediler!
Askerle sonunda genellikle uzlaştılar, askerin kırmızı çizgileri içinde siyaset oyununa devam ettiler, bunu demokrasi sanarak.
* * *
Yukarıdaki satırlarımı, Türkiye’nin Asker Sorunu adını taşıyan kitabımın ‘önsöz’ünden aldım.
Bugün de fazla değişen bir şey yok.
Kenan Evren öldü ama darbeyle kurmuş olduğu düzen, kurumsal yapılarıyla öyle ya da böyle devam etmekte.
Evet, bu memleketin asker sorunu, aynı zamanda bir ‘sivil sorunu’dur ve bu sorun Tayyip Erdoğan’la birlikte her geçen gün demokrasi ve hukuktan hızla uzaklaşarak devam etmektedir.