Geçen haftadan itibaren 22 Ekim 1993 günü olan
bitenin yeni bir adı var artık: Sözde Lice Baskını. Bu kez sözde
kelimesinin görevi bir suçu örtbas etmek değil aksine teşhir etmek.
Diyarbakır
Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 20 yıllık zaman aşımının dolmasına izin
vermeden açtığı dava ile Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın devlet kurşunuyla
öldürüldüğü ve üzerinin de “PKK’nın Lice Baskını” yalanıyla örtüldüğü
ortaya çıktı.
Aslında bundan daha fazlası oldu.
Hikâye,
1991’de Berlin Duvarı’nın çöküşü ile Türkiye’de statükonun bazı
duvarlarının sarsılmasıyla başlıyor. Özal’ın Kürt sorununu çözmek için
girişimleri, SHP’nin HEP’li vekilleri Meclis’e taşıması, Demirel’in
Kürt realitesini kabulü, Özal’ın Öcalan’la kurduğu temaslar, Öcalan’ın
ateşkes kararı, Özal’ın ölümüne rağmen Mayıs 1993 MGK’sından çıkan
bugün henüz tartışamadığımız genişlikteki af kararı... Yani devletin
kendi rutinin dışına çıkıp siyasi çözüm aramasıyla.
O MGK’nın toplandığı gece 33 erin öldürülmesiyle ise devlet tam anlamıyla abandone oldu.
Bir kavşağa gelinmişti. Çözüme devam mı yoksa… Uzun yaz çok sert geçti.
Öcalan
ateşkesi bitirdi. PKK köy baskınlarına döndü. Çiller Başbakanlığa
geldi. Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürü oldu. Doğan Güreş’in görevi bir
yıl uzatıldı. HEP kapatıldı. Ve Sivas Katliamı, Başbağlar Katliamı…
10
Ekim 1993 günü ise yeni Başbakan herkesi şaşırtan çıkışını yaptı.
Viyana’daki bir toplantıda İspanya Başbakanı Fernandez’le görüşen
Çiller, Kürt sorununa çözüm için, hâlâ daha aşılamamış en ileri modeli,
Bask modelini önerdi.
Tepki ertesi gün “babası” Demirel’den geldi: Türkiye’de Bask modeli olmaz, çözümü İspanya’da arama.
Çiller,
yanlış anlaşıldım dese de partisi içinden bile yükselen Güneydoğu’da
sıkıyönetim çağrılarına da baş muhalifi Mesut Yılmaz’ın DEP’li vekilleri
Meclis’ten atın baskılarına da direnmekteydi.
Çiller’e yakın
gazetelerde Kürt sorununa çözüm için demokratikleşme adımlarından
bahsediliyordu. Yeni koalisyon ortağı SHP’nin lideri Karayalçın’dan da
da sık sık “askerî çözüm yetmez, siyasi çözüm gerekli” açıklamaları
geliyordu.
Ankara’da büyük bir hesaplaşma yaşanıyordu. Bir karar anı gelip çatmıştı.
17 Ekim’de ABD’de Clinton’la görüşen Çiller beklediği desteği alamadı.
20
Ekim’de PKK Diyarbakır’daki gazeteleri ve partileri "gidin" diye tehdit
etti. Gazeteler “Devlet yok mu” manşetleriyle çıktılar. 21 Ekim günü
bir ay sonraki DYP Kongresi’ne doğru durumdan vazife çıkaran TBMM
Başkanı Cindoruk, parti liderlerini acil toplantıya çağırdı.
Ve
22 Ekim. Lice’nin PKK tarafından basıldığı ve ilk kez bir tuğgeneralin
öldürüldüğü haberiyle Türkiye sarsıldı. Aynı gün PKK Siirt’in Derince
mezrasını bastı, 22 köylüyü öldürdü.
Hükümet olan bitenden o
kadar habersizdir ki hükümet sözcüsü Yıldırım Aktuna tuğgenerale
“çatışma sırasında pusu kurulduğunu”, Devlet Bakanı Cevheri ise
“tuğgeneralin Kulp Lice arasındaki kırsalda öldürüldüğünü“ açıkladı.
Genelkurmay’ın
tepkisi ise yeni dönemin ilk işareti gibiydi: “Gaflet, dalalet ve hatta
hıyanet içinde bulunan eşkıya yardakçılarına hak ettikleri ceza mutlaka
verilecektir.“ Açıklamanın altındaki imza tanıdık: Genelkurmay Genel
Sekreteri Tümgeneral Hurşit Tolon.
Tuğgeneral Aydın’a Lice’ye git emrini veren; Diyarbakır Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı yardımcısı Tümgeneral İlker Başbuğ’du.
Hikâyenin bundan sonrası da yine çok tanıdık.
Cenaze
haberini “Bu millet bu vahşeti mutlaka yenecek” diye veren Milliyet
okurlarına bayrak hediye etti. Hürriyet çok sertti: “Komutanımızın
cenazesinde milli ruh şahlandı. Harbiye Marşı söylendi. İstiklal
Savaşı’ndaki birlik beraberlik ruhunun yeniden alevlenmesi, kanlı
terörün üzerine bu inançla gidilmesi istendi.”
25 Ekim 1993. Ne olduğunu öğrenmek için Lice’ye giden CHP lideri Baykal ve gazeteciler askerler tarafından ilçeye sokulmadı.
Demirel
“PKK’yla masaya oturmayız” dedi. Başbakan Yardımcısı Karayalçın Kürt
sorununa çözüm için herkesi tartışmaya çağırdı. Aynı gün PKK Erzurum
Yavi beldesini bastı, 35 sivili öldürdü.
26 Ekim günkü beş
saatlik MGK toplantısından PKK’yla ve şehirlerdeki milisleriyle mücadele
için yıldırım kararlar çıktı. Yeni İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’nin
toplantıya PKK’ya yardım eden iş adamları ve memurlar hakkında bir liste
sunduğu iddia edildi.
Aynı gün Rahmi Koç “Çiller bir adım
ötesini görmüyor” sözleriyle Başbakan’a yüklendi. Yine aynı gün Ertuğrul
Özkök “Türkiye liderini arıyor” başlıklı bir yazı yazdı.
Darbe söylentileri gazete manşetlerine kadar çıktı. Genelkurmay Başkanı Güreş açıklama yapmak zorunda kaldı.
Sabah
gazetesi Vehbi Koç’un Cindoruk’a bir mektup yazıp kongrede aday
olmasını istediğini iddia etti. İddiayı reddeden Koç, mektubu kabul
etti. Türkiye’nin en zengin adamı “Kış gelmeden bu Güneydoğu meselesi
halledilmeli” demekteydi.
Ve 27 Ekim günü. Dışişleri Bakanı
Hikmet Çetin iki ay önce son anda vazgeçtiği İsrail ziyaretini
gerçekleştirmeye karar verdi. 1965’ten 1992’ye kadar İkinci Katiplik
düzeyindeki ilişkilerde ilk kez bir Dışişleri Bakanını Tel Aviv’e
gitmeye ikna edense, terörle mücadelede İsrail’le eğitim ve istihbarat
iş birliği anlaşmasını imzalama kararıydı.
28 Ekim’de ise İran
lideri Rafsancani durup dururken Türkiye’ye PKK’ya karşı ortak
operasyon teklif etti. Aynı gün DYP grubunda Çiller’e isyan çıktı.
Şahinler adı verilen Demirel’e yakın milletvekilleri, PKK’ya karşı sert
önlemlere, sıkı yönetime karşı çıkan SHP ile koalisyonun bitirilmesini
istedi. 5 Kasım’da devletin Güneydoğu politikalarını eleştiren
istihbaratçı binbaşı Cem Ersever’in Ankara’da cesedi bulundu.
Bir
ay önce Kürt sorununa çözüm için özerklik manasına gelen Bask modelini
öneren güvercin Çiller gitti yerine, “Ya bitecek ya bitecek” diyen,
basın toplantısı düzenleyip PKK’ya yardım eden iş adamları listelerinden
bahseden şahin Çiller geldi.
Bir tuğgeneral öldürüldü, bir devlet rutin dışına çıktı.
O cinayetin aydınlatılması, işte bu yüzden çok önemli.