6 Mayıs 2013 Pazartesi

Kimler Erdoğan’ın ‘koltuk değneği’dir / Namık Çınar

 Bilmem hatırlar mısınız?
Aslında bu, üç-beş sene öncesine kadarki bir tartışmanın, bugüne yansıyan versiyonudur.

AKP
’nin daha henüz değişimci olduğu o sıralardaki tavrına karşılık, eski dönemlerin ve değerlerin savunucusu olan Ulusalcılar, teorik atışmaların sürdüğü bir safhada “laiklik mi, demokrasi mi”problemi karşısında tereddütsüz olarak laikliği seçiyorlardı.
Buna karşın Liberal Demokratlar da, “demokrat olmanın asıl ve yeterli olduğunu, zira demokrasinin zorunlu olarak laikliği de içerdiğini; hattâ demokrasisiz bir laikliğin gerçeklik dahi taşımayacağını, dayatmalardan ibaret kalarak din ve vicdan özgürlüğüne kısıtlamalar getireceğini” savunmaktaydılar.
İşte günlerdir peyderpey Taraf’tan ayrılanlar, o günkü tartışmaların başını çekiyorlar ve hararetle“demokrasi... hemen şimdi” diyorlardı.
Bugün ise, o dönemin “laiklik mi, demokrasi mi” sorunsalındaki “laikliğin” yerini, artık “barış”kavramı almışa benziyor.
Böylesi bir ayrımı yapay ve akıldışı görseler de, hakikatte kendi tutumları nedeniyle “barış mı, demokrasi mi” sorusu gündeme gelmekten paçasını kurtaramıyor.
Zira de facto olarak, “demokrasiye giden yolu kısaltacağına inandıkları PKK barışını”demokrasiye nispetle, her şeyden önce kendileri daha öne çıkarıyorlar.
Demokrasi umutlarını ona bırakıyor, ona bağlıyor, ondan medet bekliyorlar. O zaman da bu, kaçınılmaz bir soruya dönüşüyor.
Oysa PKK’yla kurulmuş bu tarz bir ilişkinin, demokrasiyle arasında doğrudan bir illiyet bağı olmamak gerekir.
Çünkü bir “vakıa olarak barış” ile, bir “iklim olarak barış” birbirlerine karıştırılmamalıdır.
Birincisi nihayet, zorbalıklarından zerrece ödün vermeyen despotların bile birbirleriyle yapabileceği teknik bir anlaşmadır.
Meselâ Osmanlı, Balkan Harbi’ndeyken saldırısına uğradığı Bulgarlarla, birkaç sene sonraki Dünya Savaşı’nda, bu sefer ittifak kurmuştur.
PKK ile yürütülen şimdilerdeki süreci de, bu mahiyette bir mutabakat şeklinde görmek gerekir.
Görünen yüzü itibariyle, artık insanlar ölmeyecekse, bu durum elbet de iyi bir şeydir. Lâkin bu gelişmenin, Türkiye’yi veya PKK’yı otomatikman demokrasiye götürecek kanalları açmak gibi bir işlevi yoktur.
Demokrasi, değişen konjonktürlerin ve belki de kapalı kapılar ardında kotarılan birtakım uluslararası hesapların doğurduğu bu tür anlaşmalarla değil, toplumun bütün hücreleriyle özgürce soluyabildiği bir barış ikliminde ortaya çıkar.
Demokrasiden farklı bir seçenekmiş gibi gösterilemeyecek olan, işte bu barıştır. Daha doğrusu, ancak böyle hâllerde barış da demokrasi de aynı şeyler olurlar.
Öyleyse bu durumda, demokrasinin gereklerini derhâl ve mazeretsiz olarak, Meclis’in ve hükümetin bütün olanaklarını devreye sokmak suretiyle yerine getirmekle mükellef olan Erdoğan’ın hizmetine girmek mi, yoksa yakasına yapışıp o barış atmosferinin tesisini ondan istemek mi, olması gerekendir?
Propagandasını yaptırmak suretiyle kendi politikalarını meşrulaştırmak isteyen bir başbakanın, genel yayın yönetmenini bu maksatlar için kullandığı bir gazete, bunu nasıl gerçekleştirir, hiç mi düşünülmemiştir?
Hayır!
Akıllara gelmediğinden değil.
Çünkü onlar artık o eski kimseler değildir.
Demokrasinin yokluğunu, PKK terörünün varlığına mâleden ve o yüzden de demokrasiye gelmeye daha vakit var, diye düşünmeye onları bile inandırmış görünen Başbakan’ın, siyasal projelerinin bayraktarlığına soyunmuşlardır.
Vakti zamanında, “laiklik mi, demokrasi mi” sarmalında demokrasiyi seçenlerin, şimdi aynı şeyi yapmayıp âdetâ kaçındıkları bu fotoğraf, o biatla biçimlendiklerini gösteren yeni vesikalıklarıdır.
Hâlbuki Kürt sorununun çözümünde AKP’nin amaçladığı çizgiyi sorgusuz sualsiz desteklemek, Kürt haklarının en asgarisine ve en göstermelik hâline rıza göstermeye de hazır olmak demektir.
Bunları herkeslere söylediğim sanılmasın.
Öğretmenim bellediğim gazetecilerin ve bilim adamlarının gitmelerine çok üzüldüm.
Bu sorunu üretenler, birkaç zaman sonra zaten yandaş medya tarafından sahiplenileceklerdir.

“Altın Küre”
 nasıl “Oscar”ın habercisi ise, bilmem ki bizim havârîler de ilk seçimlerde AKP listelerine konacak kadar itibar kazanmışlar mıdır?
Bir de şu var:
Askerî kavramlarla yazdıklarımdan yola çıkarak, beni savaştan yana imişim gibi görenler var. Söylediklerimi, bugüne kadarki anlattıklarımın bütünlüğü içerisindeki bir sürdürüm olarak mütalâa edemeyenlere diyeceğim yok.
Savaşçı olan ben değilim.
Savaşçı olan Öcalan, Karayılan ve diğerleri.
Benim yaptığım, onların askerî mantığını irdelemek ve size aktarmaya çalışmak.
Bir keresinde Karayılan, “Askerî taktik ve stratejide biz sizin generallerinizden daha iyiyiz”demişti. Bu son ilişkilerde, devletin askerî unsuru pasif kaldığı hâlde, kendi savaş unsurlarını görüşmelerin aktif kanadı yapmalarına bakılırsa, galiba politikada da daha iyiler.
Unutmayın, onlar sağ gösterip sol vuran birer özel harp lordudur; barış meleği değil.
Sorunlara sizin gibi gönül gözüyle baksalardı, koskoca devlete otuz sene kök söktürmez, hayatta da kalmazlardı.