Milletvekili Zakar Tarver, 27 Mayıs’ta
tutuklanarak, Yassıada’ya götürüldü. Kısa bir süre sonra da ölüm haberi
geldi. Tarver’in bir yakını, o günleri şöyle anlatıyor: “19 Eylül’de
haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Zakar Bey’in bütün vücudu mosmordu.
Belli ki çok dövmüşler.”
Milletvekili Zakar Tarver, 27 Mayıs Darbesi’nde tutuklanarak, pek
çok parti arkadaşı ve bürokratla birlikte, camları gazete yapıştırılarak
kapatılmış bir gemiyle Yassıada’ya götürüldü. Kısa bir süre sonra da
ölüm haberi geldi. Tarver’in bir yakını, o günlerde yaşadıklarını şu
sözlerle anlatıyor:
“19 Eylül’de haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Cenazesini Gülhane’deki Adli Tıbba götürmüşler. O tarihte Adli Tıp Gülhane’deydi. Zakar Bey’in bütün vücudu mosmordu. Belli ki çok dövmüşler. Menderes’e bile neler yaptılar, kim bilir bu gâvura neler yapmışlardır diye düşündük. Yaşlı olduğu için dayanamamış, zaten kendisi hassas bir insandı. Annesinden gazeteleri sakladık, oğlunun ölüm haberini gazeteden almasın diye. ‘Asker gazeteleri yasakladı’ dedik. Sonra duyunca annesi yıkıldı, çok acı çekti.”
EMRE ERTANİemreertani@agos.com.tr
27 Mayıs 1960’ta yaşanan askeri müdahale Demokrat Parti iktidarına son verirken, Türkiye’de on yılda bir yaşanacak darbeler döneminin de başlangıcı oldu. Ordu, 27 Mayıs darbesiyle siyasete el koydu, iktidarı gasp etti, seçimle ve çoğunluğun oyuyla iktidarda bulunan Demokrat Parti’yi devirdi. Yassıada’da görülen ‘Anayasa’yı ihlal’ davası, vatana ihanet suçlamasıyla açılmıştı.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’le birlikte, 401’i milletvekili olmak üzere, 500’den fazla Demokrat Partili, darbecilerin kurduğu mahkemelerde sanık oldu ve yargılandı. Davanın vatana ihanet suçlamasıyla açılmasının sebebi, cumhurbaşkanının ancak vatana ihanet suçu kapsamında sorumlu tutulabilmesi ve yargı önüne çıkarılabilmesiydi. O tarihte 78 yaşında olan Celal Bayar’ın idam cezasına çarptırılabilmesi için gereken ‘hukuki’ zemin, Türk Ceza Kanunu’ndaki 65 yaş sınırının kaldırılmasıyla hazırlanmıştı.
Darbeciler ve yandaşları 27 Mayıs askeri darbesini bir ‘devrim’ olarak adlandırmıştı. 27 Mayıs darbesi, 1963’te, İsmet İnönü hükümeti tarafından ‘Hürriyet ve Anayasa Bayramı’ adıyla resmi bayram ilan edilerek kutlanmaya başladı. 27 Mayıs okul kitaplarına alınarak, 1960’tan 1983’e kadar çocuklara bir ‘devrim’ olarak okutuldu.
Lideri idam edilmiş bir siyasi geleneğin devamı olan ve Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi, ne ironiktir ki, 12 Mart’ta darbecileri desteklemişti. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararına ilişkin Meclis görüşmelerinde Süleyman Demirel sıralara vurarak “Üç isteriz” diye bağırmış, 27 Mayıs’ta asılan üç siyasetçiye karşı üç gencin idam edilmesi yönünde oy kullanmıştı.
Cuntanın yaptığı 27 Mayıs darbesi çok yakın bir tarihe kadar kendine aydın-solcu diyen insanlar tarafından bile ‘devrim’ olarak kabul edilmekteydi. Ancak son yıllarda darbecilik tartışmaları 27 Mayıs’ın da yoğun bir şekilde konuşulmasını sağladı. O tarihlerde yaşananlar, acı hikâyeler anlatılmaya, yazılıp çizilmeye başladı. Genç Siviller gibi girişimler ve demokrat aydınlar 27 Mayıs konusunda bir farkındalık yaratarak, o dönem yaşanan acıları ve hukuksuzlukları gözler önüne serdiler.
27 Mayıs darbesinin kurbanları denince akla ilk olarak idam edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan gelir. Ancak bu darbenin kurbanları sadece onlar değildi. Yassıada’ya götürülenlerden 10 milletvekili ve bürokrat işkence sonucu hayatını kaybetti. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Lütfi Kırdar, duruşma sırasında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Yusuf Salman, Lütfü Şaylan, Gazi Yiğitbaşı, Emekli Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, Yümnü Üresin ve Kenan Yılmaz, Anayasa davasında yargılanırken, Yassıada’da vefat ettiler. İçişleri Bakanı Namık Gedik, Ankara’da Harp Okulu’nda hayatını kaybetti, ölüm nedeni ‘intihar’ olarak açıklandı. Herkesin ortasında askerlerden dayak yemeyi gururuna yediremeyen Cemil Keleşoğlu bileklerini keserek intihar etti. İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay da 30 Eylül 1960’da, işkence sonucu hayatını kaybetti.
27 Mayıs’ta maruz kaldığı muamele sonucu ölen politikacılardan biri de Ermeni’ydi. Demokrat Parti İstanbul Milletvekili ve Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi’nin eski başhekimlerinden ve Türkiye’nin ilk radyologlarından Zakar Tarver de 27 Mayıs’ın işkence sonucu ölen kurbanlarından biri oldu. Tarver 27 Mayıs’ta tutuklanmıştı. Yassıada’da hayatını kaybeden Tarver’in ölüm nedeni kayıtlara “kalp krizi” olarak geçti. Ancak dönemin tanıkları, milletvekilinin gerçek ölüm nedeninin farklı olduğunu söylüyor. Anlatılanlara göre, Tarver bir askerin çelme takması sonucu düştükten sonra darp edildi ve hayatını kaybetti.
Tarver’in yaşadıkları 27 Mayıs’ın bilinmeyen hikâyeleri arasında yer alıyor. Bugüne dek bu konu üzerine kayda değer ne bir haber ne de bir yazı yayımlandı. Tarver’in hikâyesini merak edip araştırmaya başladığımızda, bu talihsiz ölümün izini sürmenin çok da zor olmayacağını düşünüyorduk. Bu kadar değerli bir bilim insanı ve dönemin önemli bir siyasi aktörü hakkındaki bilgilere kolaylıkla ulaşabileceğimizi sanıyorduk. Ancak araştırmaya başlar başlamaz gördük ki küçücük bir bilgi kırıntısına ulaşmak dahi bir hayli zor olacak. Türkçe gazeteler de, Ermenice gazeteler de, Zaker Tarver’in ölüm haberini, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yayımladığı açıklamayla vermiş ve ölümün kalp krizi sonucu olduğunu yazmışlar. Tarver’in, binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen ve bir tür darbe karşıtı sessiz gösteri olduğu anlatılan cenaze töreni, gazetelerde haber dahi olmamış.
Zakar Tarver, Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda yatıyor. Bugün onun hikâyesini anlatabilecek pek kimse kalmadı. 27 Mayıs darbesi üzerine yaptıkları çalışmalarla bilinen Emine Gürsoy Naskali ve H. Emre Oktay, Yassıada’yı yaşamış olanlardan dinlediklerinden yola çıkarak Tarver’in ölümünün askerlerin kendisine reva gördüğü muameleyle ilgili olduğunu söylüyor. Emine Gürsoy Naskali, Yassıada sanıklarından, Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın torunu. H. Emre Oktay ise, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay’ın oğlu. Tarver ailesinin üyelerini bulma çabamız ne yazık ki olumlu bir sonuç vermedi. Ailenin yakınlarından birine ulaşabildik, ancak o da yaşadıklarını anlatmaktan çekindi ve yalnızca, doktorun ölümüne kadar olan süreç hakkında kısa bilgiler verdi. Tarver’in ölümü ve cenaze töreni hakkındaki sorularımızı ise, gözyaşları içinde kaldığı için, yanıtsız bıraktı. Bu durum, 27 Mayıs sonrasında yaşanan korkunun, Tarver ailesi ve genel olarak Türkiyeli Ermeniler üzerinde yarattığı travmanın bir yansıması.
Zakar Tarver kimdir
Zakar Tarver’in kabri, Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda bulunuyor. |
Zakar Tarver Bey’in babası Ohan Zakaryan, manifatura dükkânına gelip giden doktorlardan çok etkilendiği için “Oğlum okursa doktor yapacağım” diyordu. Nitekim öyle oldu. İlkokulu İstanbul Makriköy’deki (Bakırköy) Bezazyan’da, ortaokulu da Bahçecik Amerikan Koleji’nde okuyan Zakar Tarver, 1917’de, o zamanlar Haydarpaşa’da bulunan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Bölümü’nden başarıyla mezun oldu.
Zakar Zakaryan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusu’nda subay olarak görev yaptı. O dönemde Anadolu Ermenileri tehcir ve katliamlarla karşı karşıyaydı. Tarver’in nerede görev yaptığını bilmiyoruz. Osmanlı ordusundaki pek çok Ermeni er, amele taburlarında hayatını kaybetmişti. Ancak subay olanların hayatta kalma şansları nispeten yüksekti. Tarver de onlardan biri oldu.
Radyoloji alanında uzmanlaşmak için Fransa’ya giden Zakar Zakaryan, 1919-1922 yılları arasında Maria Curie’nin yanında asistanlık yaptı. Dönemin ünlü tıp profesörlerindan eğitim alan Zakar Tarver, önemli sağlık kurumlarında çalıştı. İstanbul’a ilk röntgen cihazını o getirdi. Bir süre Surp Pırgiç Hastanesi’nde radyolog olarak çalıştı. Uluslararası Radyoloji Derneği üyesi olan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa’da birçok konferansa katılan Tarver, Türkiye’de tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulundu.
Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi’nde,1923-1925 ve 1927-1933 yılları arasında Radyoloji Kliniği Şefi; 1948-1955 yılları arasında ise başhekim olarak görev yaptı. Hastanede pek çok yeniliğe imza atan Tarver, bugün de devam eden Surp Pırgiç dergisinin yayımlanmasını sağladı.
‘R. Zakaryan’ ve ‘Z. Kar’ mahlaslarıyla Ermenice öyküler ve yazılar yazdı. Ermenice ve Türkçenin yanında Fransızca, Almanca ve Rusça biliyordu. Hayatının büyük bir bölümünü okumaya vakfeden doktorun, çok büyük bir kütüphanesi vardı.
Doktor Tarver, İkinci Dünya Savaşı yıllarında gayrimüslimlerin toplu halde askere alındığı Yirmi Sınıf İhtiyat Askerliği kapsamında, 48 yaşındayken ikinci kez askere gitmek zorunda kaldı; 1942-1943 yıllarında Sivas’ta yüzbaşı rütbesiyle yedek subay olarak görev yaptı.
Böylece, her iki dünya savaşı sırasında da askerlik yapmış oldu. Tek parti iktidarı döneminde CHP’nin Varlık Vergisi ve Yirmi Sınıf İhtiyat Askerlik gibi ayrımcı uygulamalarını bizzat yaşayan Tarver’in, çok partili dönemde neden Demokrat Parti’de siyaset yapmayı tercih ettiği sorusunun yanıtını da bu deneyimlerde aramak gerekir sanırız.
Siyasete ilk olarak İstanbul Belediyesi’nde Meclis üyesi olarak girdi. İsmini vermek istemeyen bir yakınının deyimiyle, “Günümüzde milletvekili olmak için paralar saçılırken, o, çevresindekilerin yoğun ısrarları kıramayarak” aday oldu ve 1954’te milletvekili seçildi.
Milletvekili Zakar Tarver, 27 Mayıs Darbesi’nde tutuklanarak, pek çok parti arkadaşı ve bürokratla birlikte, camları gazete yapıştırılarak kapatılmış bir gemiyle Yassıada’ya götürüldü. Kısa bir süre sonra da ölüm haberi geldi. Tarver’in yakını, o günlerde yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor:
“19 Eylül’de ailesine haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Cenazesini Gülhane’deki Adli Tıbba götürmüşler. O tarihte Adli Tıp Gülhane’deydi. Zakar Bey’in bütün vücudu mosmordu. Belli ki çok dövmüşler. ‘Menderes’e bile neler yaptılar, kim bilir bu gâvura neler yapmışlardır’ diye düşündük. Yaşlı olduğu için dayanamamış... Zaten hassas bir insandı. Gazeteleri annesinden sakladık, oğlunun ölüm haberini okumasın diye. ‘Asker gazeteleri yasakladı’ dedik. Sonra duyunca annesi yıkıldı, çok acı çekti.”
Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın torunu Prof. Emine Gürsoy Naskali de, Yassıada’da yaşananları şu sözlerle anlatıyor:
“O yıl ben 10 yaşındaydım. İzmir’de annem, anneannem ve kız kardeşlerimle ev hapsindeydim. Darbeden sonra, davalar başlayana kadar hiç kimseyle temasımız olamadı, o sebeple Zakar Bey’in cenazesine katılamadım. Zakar Bey’in, Yassıada’ya götürülürken gemiye bineceği veya gemiden ineceği sırada görevli subay tarafından itilip düşürüldüğü, başını çarptığı ve darp edildiği anlatıldı. Ölümüne bu hadise sebep olmuş. Beyin kanaması olmuş, revire kaldırılmış. Bu olayı ben annemden dinledim. ‘Öyle olduğunu nasıl kanıtlarız, bunu anlatacak şahidimiz var mı?’ diye sormuştum anneme. Zakar Bey’le birlikte Yassıada’ya götürülenler hadiseyi o yıllarda bu şekilde anlatmışlar. Yani oradakilerin hepsi şahit. Aynı grup içinde bulunanlar görmüşler ve hadiseyi böyle anlatmışlar.”
Tarver’in 6-7 Eylül olaylarına ilişkin Meclis konuşması
Dr. Zakar Tarver’in 6-7 Eylül olayları sonrasında TBMM kürsüsünden yaptığı bir konuşma, onun, Cumhuriyet’in azınlıklar için çizdiği ‘sadık gayrimüslim vatandaş’ portresinin tipik bir örneği olduğunu gösteriyor. Ancak, “Memleketimizde yaşayan ufacık gayrimüslim azınlık mukadderatını bu memleketin mukadderatına bağlamış, bu memleketin iyiliğine candan sevinen ve maazallah felaketine de samimiyet üzülen insanlardan mürekkeptir” diyen Tarver’in bu duruşu bile, 27 Mayıs sonrasında Yassıada’da ‘Ermeni milletvekili’ olarak özel bir muameleye tabi tutulmasına engel olamadı.
Muhterem Arkadaşlarım, memleket büyük bir felakete maruz kalmıştır. Bu vandalizmi işleyenler teşhis edilmiştir. Milli hayatımıza kasteden kuvvetin başka kisvelere bürünerek caniyane tasavvurlarının tahakkukuna uğraştığını görüyoruz. Binaenaleyh ilk vazifemiz bu kisveleri ortadan kaldırmak olmalıdır.
Bunlar nedir? Henüz bazı geri kafalı dimağlarda mevcut Müslim-Gayrimüslim ayrılığı. Bu felakete maruz kalan azınlığa karşı Sayın Başvekilimizin sempatisine, şahsen şahidim. Delillerini de verebilirim. Örfi idare ilan edilmiştir. Eminim ki bu Vandalizm’i işleyenlere, vazifelerinde tekâsül gösterenlere kanun müstahak oldukları cezayı verecektir ve mağdur olanlara, bilhassa küçük esnafa Devlet her nevi yardımı yapacaktır.
Ancak saltanat ve halifelik devirlerinden kalma bir zihniyetin izleri mevcuttur. Bazı örümcek bağlamış kafalar, Türkiye Cumhuriyetinin laik bir devlet olduğunu henüz anlamamış bulunuyorlar. Artık bu memlekette dini faikıyetin değil ancak ve ancak istidat ve kabiliyet önünde bütün kapıların açık olduğunu daha görememiş olanlar vardır.
Din bir vicdan işidir (...) Türkiye’yi temsil eden bütün unsurlar şüphesiz ki, hepsi Türktür. Aynı eşit muameleye tabidir (...) Memleketimizde yaşayan ufacık gayrimüslim azınlık mukadderatını bu memleketin mukadderatına bağlamış, bu memleketin iyiliğine candan sevinen ve maazallah felaketine de samimiyetle üzülen insanlardan mürekkeptir.
Asırlardan beridir Türkiye’de yaşayan Ermeni azınlığın ifa edegeldikleri hizmetler cümlenin malumudur (...) Dosta ve düşmana karşı bizleri utandıracak olan son Vandalizm’i gösterileri dolayısıyla azınlıkların bu samimi duygularını bu kürsüden belirtme memleketin yüksek menfaatlerine uygun olacağı kanaatindeyim. Allah bu memleketi korusun.
‘Yassıada cehennemi’nden notlar
O
dönem herkes sinmiş vaziyette, herkes korkuyor, “Aman başıma bir şey
gelmesin” diye. Bizim akrabalarımız evimize gelmediler. Dayılar,
halalar, teyzeler korkularından bize selam bile vermediler. Çok korkunç
bir ortamdı.
Zakar Bey’den 11 gün sonra 30 Eylül’de babam Faruk Oktay öldü. Yassıada çok kötü olayların yaşandığı bir cehennem. 27 Mayıs darbesi dendiği zaman herkesin aklına üç infaz gelir, halbuki Yassıada’da on kişi öldü. Yassıada’nın bir komutanı var, Yarbay Tarık Güryay. Nazi esir kampındaki gestapolardan farkı olmayan bir adam. Gazeteci Turan Dilligil o zaman bir kitap yazmıştı Tarık Güryay hakkında, adı ‘Allahsız Gardiyan’dı.
Emekli psikolog H. Emre Oktay, 27 Mayıs darbesi öncesinde İstanbul Emniyet Müdürü olan Faruk Oktay’ın oğlu. Darbe yapıldığında, Faruk Oktay, Demokrat Parti yanlısı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Zakar Tarver’in ölümünden 11 gün sonra, 30 Eylül 1960’ta, Faruk Oktay’ın ölüm haberi ailesine ulaştırıldı.H. Emre Oktay o sırada 12 yaşındaydı. Aile, darbenin yoğun baskı ortamında, bu acı olayın yasını dahi gerektiği gibi tutamadı. H. Emre Oktay’la, babasının ölümünü, ailesinin yaşadıklarını ve Zakar Tarver’i konuştuk. Onun yaşadıkları, Tarver ailesinin anlatılamayan hikâyesi hakkında da bir fikir veriyor.
CHP döneminde gayrimüslimler tedirgindi
Demokrat Parti (DP) 1950’de iktidara geldi. DP’den önce Tek Parti dönemi vardı. Tek parti döneminde, gayrimüslimler ve iktidar, yani İnönü’nün Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasında bir gerginlik vardı. Varlık Vergisi çok sıkıntılar yaratmıştı, Yirmi Sınıf Askerlik vardı. Varlık Vergisi’ni veremeyenlerin borcuna önce faiz yükleniyor, daha sonra bu kişiler Aşkale’ye, çalışma kampına gönderiliyordu.
Bir de Sirkeci’de çalışma kampı kurmuşlardı, oraya da gönderilenler oldu. Milli Şef İnönü, Almanların uygulamalarına özenmişti. Gayrimüslimlere silahlı eğitim yaptırmıyorlar, onları yol yapım işinde çalıştırıyorlardı. Demokrat Parti iktidara gelince, gayrimüslimlerle CHP arasındaki gerginlik ortadan kalktı. Meclis’te Musevi, Rum, Ermeni milletvekilleri görmeye başladık. Zakar Tarver de bunlardan biriydi. 1950’de DP iktidara gelince azınlıklarla ilişkiler normalleşti.
Babamı almaya tankla geldiler
27 Mayıs darbesi yapıldığı zaman babam İstanbul Emniyet Müdürü’ydü. O dönem Nişantaşı Valikonağı Caddesi’ndeki Hayat Apartmanı’nda oturuyorduk. Evin önüne, üzerinde bir top olan tank ve tam teçhizatlı iki cemse (askeri kamyon) asker geldi. Cemsenin projektörleri yandı, askerler evi çevirdiler.
Evde ben, ağabeyim, annem ve babam var. Ben 12 yaşındayım, ağabeyim 14 yaşında; yani öyle tankla, topla, iki kamyon askerle gelmeyi gerektirecek bir durum yok. Sanki babamın milis kuvvetleri varmış gibi geldiler. Birden böyle bir baskın olunca çok korktuk tabii. Tankın topu evimizin camına çevrildi, o kadar çok askeri görünce şok olduk. Eve iki asker geldi, “Beyefendiyi karargâha götüreceğiz” dediler. Babam üzerini değişti, götürdüler.
İlaçlarını vermediler
Babamı Davutpaşa Kışlası’na götürmüşler. Düzenli almak zorunda olduğu ilaçlar vardı. Tansiyon ve kalp hastasıydı. İlaçlarını annem, ağabeyime verdi babama götürmesi için. Ağabeyim kışladan döndü bembeyaz bir suratla. “Ne oldu?” diye sordu annem.
Genç bir subay eline vurmuş, ilaçları yere atmış, “Burası hastane mi? Defol git!” demiş. Şimdi Balyoz’da, Ergenekon’da tutuklananlar GATA’ya gidiyorlar, çok iyi şartlar altındalar. Ondan sonra babamı Yassıada’ya götürdüler. 500’den fazla kişi götürülmüş adaya, ve Zakar Tarver, Başbakan Menderes, bakanlar, diğer milletvekilleri, bürokratlar, inanılmaz kötü bir muameleye maruz kalmışlar.
Herkesi susturdular
İlk ölen, İçişleri Bakanı Namık Gedik oldu. Darbeden üç gün sonra, henüz adaya götürülmeden, Harp Okulu’nda öldü. “İntihar etti” dendi. 19 Eylül’de Yassıada’dan haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Nasıl öldü peki? “Kalp krizi”nden öldü dendi. Rapor falan yok tabii ortada. O döneme ait kayıt, evrak yok. Olamaz da zaten, her şeyi toplayıp el koydular. Tedbirler Kanunu vardı.
O dönem herkes sinmiş vaziyette, herkes korkuyor, “Aman başıma birşey gelmesin” diye. Bizim akrabalarımız evimize gelmediler. Dayılar, halalar, teyzeler korkularından bize selam bile vermediler. Çok korkunç bir ortamdı.
Zakar Bey’den 11 gün sonra 30 Eylül’de babam Faruk Oktay öldü. Yassıada çok kötü olayların yaşandığı bir cehennem. 27 Mayıs darbesi dendiği zaman herkesin aklına üç infaz gelir, halbuki Yassıada’da on kişi öldü. Yassıada’nın bir komutanı var, Yarbay Tarık Güryay. Nazi esir kampındaki gestapolardan farkı olmayan bir adam. Gazeteci Turan Dilligil o zaman bir kitap yazmıştı Tarık Güryay hakkında, adı ‘Allahsız Gardiyan’dı.
Kim bilir neler yaptılar?
İstanbul Sıkıyönetim Komutanı darbecilerle birleşti. Ankara Sıkıyönetim Komutanı bunu yapmayı reddedince canına okudular Yassıada’da. Daha sonra babamın yanında kalan arkadaşlarından öğrendik, Yassıada’da Bizans döneminden kalma zindanlar varmış, bu zindanları kullanmışlar. Biz 2009 yılında adaya gittik. Zindanlar karşılıklı hücreler şeklinde, her hücre iki metreye iki metre genişliğinde. Ayağa kalkamazsınız, yere oturamazsınız. Yerde çamur ve su var.Bu zindanda babamı üç gün tutmuşlar.
16 Haziran 1960’ta Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Üyesi Lütfü Saylan öldü. Onun için de kalp krizi dediler. Kim bilir ne yaptılar adama. Kimse bilmiyor ki o zaman adada ne olup bitttiğini... Adanın etrafı tel örgülerle, askerle, gemilerle çevrili. O zaman hak arama diye bir şey yok. Biri gidip “Ne oluyor?” falan dese onu da tutuklarlar.
İnsan haklarının 27 Mayıs’taki kadar yok sayıldığı bir dönem olmamıştır. 27 Mayıs bir afet. Zaten bütün darbelerin temelinde o var. Çünkü 27 Mayıs çok kolay yapıldı ve yapanlar ceza görmediler. Yüz buldular, sonra darbeler başladı.1961’de Askeri Nizamname’yi kanuna çevirdiler, iç hizmet kanunu yaptılar. Nizamnamenin “Askerin görevi Cumhuriyeti kollamak, korumaktır” şeklindeki 35. maddesini kanunlaştırdılar ve buna dayanarak sürekli darbe yaptılar. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan haricinde, 15’e yakın darbe teşebbüsü var.
50 kelimelik mektuplar
Tedbirler Kanunu vardı. 27 Mayıs aleyhinde imada bile bulunsanız, DP’yi övseniz beş yıl hapis cezası alıyordunuz. Herkesi susturmayı başardılar. O dönem darbeciler aleyhinde biri bir haber yapsa öldürürlerdi hemen. Alır götürürlerdi, bir daha da haber alamazdınız. Çok zalimdiler. Askere göre Demokrat Partili olmak demek vatan haini olmak demekti. Biz evimizdeki fotoğrafları bile yırttık. Sürekli baskın yaptılar. Celal Bayar’ın bile birçok evrakı kayboldu o dönem.
Yassıada’ya yazılan mektuplar en fazla 50 kelimelik olabiliyordu, daha fazlasına izin yoktu. “Nasılsın, iyi misin, kazağa ihtiyacın var mı?” sadece bu kadar yazabiliyorduk.
Cenazeyi verirken dalga geçtiler
Babam tutuklandıktan dört ay sonra, 30 Eylül’de bir telefon geldi, annem açtı. “Kocanız öldü, cesedini Kasımpaşa Deniz Hastanesi morguna gönderdik, oradan alın” demişler. Bu kadar! Ne oldu, nasıl öldü, bir bilgi veren, açıklama yapan yok. Ağabeyim cenazeyi almak için hastaneye gitti. Hastanede iki subay gelmiş yanına, ilgili bir şekilde yaklaşmışlar.
Ağabeyim “Faruk Oktay’ın cenazesini alacağım” demiş. “Hangi Faruk?” diye sormuş subaylar. Faruk adında bir subay ölmüş o günlerde, o zannediyorlar. Yassıada’da ölen Faruk Oktay olduğunu öğrenince dalga geçerek gidiyorlar. Cenazeyi ağabeyime iki er teslim ediyor.
Babamın göğsünde kocaman bir yara varmış. Yassıada’da kalan İstanbul Eski Valisi Ethem Yetkiner, “Hamama gittik, Faruk Oktay’ın vücudundaki yaraları görünce şaşkına döndük” diyor. Dövmüşler babamı.
O dönem 28 Nisan olayları vardı. Öğrencileri sokağa döktüler. Öğrenciler her yana saldırdı. Sonra yüzlerce öğrenci öldü diye dedikodular çıkardılar. Güya öğrencilerin ölülerini kuyulara atmışlar, Et ve Balık Kurumu’nun buzluklarına atmışlar, kıyma makinalarından geçirip Konya asfaltının altına saklamışlar! Buna çocuklar bile güler fakat o zaman aydın geçinen insanlar inanıyorlardı.
Sahte hürriyet şehitleri
Babama adadaki sorgusunda “Ölüler nerde?” diye soruyorlar. Babam da “Hangi ölüler?” diyor. 28 Nisan’da Beyazıt’ta çıkan olaylarda sadece iki kişi ölmüş. Biri, tank üstünde slogan atan Nedim Özpolat; tank hareket edince, tankın altında kalarak ölüyor. Diğeri de Turan Emeksiz; nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla hayatını kaybediyor. Kurşun sekmiş, belli, çünkü Emeksiz’in vücudundan çıkan kurşun eğri. Yani kaza sonucu ölmüş. Sonra adını bir vapura verdiler Emeksiz’in.
Babama diyorlar ki, “Celal Bayar, Adnan Menderes sana ateş et emri verdi, öğrenciler öldü. Nerede ölüleri?” Babam, “Nerede bu öğrencilerin aileleri? Ölü falan yok. Bize kimse ateş emri vermedi, biz de ateş etmedik” diye cevap veriyor. Darbeden sonra ‘hürriyet şehidi’ diye beş kişiye daha merasim yaptılar.
Onlar kim biliyor musunuz? Biri, darbeci subaylardan, Radyoevi’nin önünde, darbe yapılırken ölen İhsan Kalmaz. Onun adını da bir vapura verdiler. Bir başka ‘hürriyet şehidi’ de yanına çocuğunu almış, darbe oldu diye sevinirken askerler ateş ediyor, çocuğu ölüyor. Demokrat Partililer öldürmüş gibi tören yapıyorlar. Babama yöneltilen suçlama bu. “Söyle, ölüler nerde?” diyerek dövüyorlar babamı. Zaten ilaçlarını da vermemişlerdi. Babamı kaybetmemiz böyle oldu.
Ağabeyim üzüntüden verem oldu
Babam öldükten sonra annem hayata küstü, hep yas tuttu. Sadece bizim için, çocukları için yaşadı. Ağabeyim Ömer, üzüntüden verem oldu. Bir gün bembeyaz oldu, baktık kan kusuyor. Ertesi gün doktora gittik, üçüncü dereceden verem olmuş. Bir sene yatmak zorunda kaldı. Annem çok ilgilendi, o kurtardı ağabeyimin hayatını. Ben psikolojik travma geçirdim. Yan binadaki CHP’liler babam hapiste diye alay ettiler benimle. Ben de çocuğum, susmadım; ‘Babamın bir suçu yok’ deyince beni dövdüler. (EE)
Bu yazı ve söyleşi Agos'un 10 Haziran 2011 tarihli sayısında yayımlanmıştır.