Harbiye, askerlik, askeriye, savunma ile ilgili tüm gelişmeler, eleştiriler, asker-siyaset ilişkisi, askeri operasyonlar, gibi ve benzeri haberler, köşe yazıları, dosyalar buradan aktarılmaya çalışılacak.
21 Nisan 2009 Salı
12 Mart benzetmesi / Derya Sazak
Direk Ve Kıymık / Ahmet Altan
BARIŞ KARTALI BRİFİNGİ...
Hayrola? / Türker Alkan
Son durum analizi: Ergenekon, Türkan Hanım ve asker…/ Ali Bayramoğlu
Bu gelişmeler kimi kartların yeniden karılmasına, kimi soruların yeniden sorulmasına, tutumlar arasında yeni yırtılmaların oluşmasına yol açtı.
İlk gelişme şüphe yok ki, seçim sonuçlarıdır.
Siyasi iktidarın uğradığı yüzde 8'lik oy kaybı siyasi istikrarı, çıplak siyasi dengeleri doğrudan etkilemedi. Ancak siyasi istikrarın etkilenmemesi siyasi algıların etkilenmemesi anlamına gelmez, nitekim seçimler algıları, analizleri ve beklentileri önemli ölçüde etkiledi.
Siyasi iktidarın beklenmedik oy kaybı, siyasi partilerden askere ve merkez medyadan kanaat önderleri ve sokağa siyasi ve ekonomik aktörlerin hareket planlarını gözden geçirmelerine yol açmıştır.
AK Parti'yle ilgili tanımlar, güç ve gelecek tahminleri de bunlar arasında yer almaktadır.
AK Parti inişe mi geçmiştir, AK Parti reformcu yolda ilerleyebilecek midir, çatışmacı dili sürdürecek midir, bu imkanlara sahip midir gibi sorular sorulmaktadır.
Ve henüz hiç biri yanıt bulmamıştır…
Bu bir anlamda devam etmekte olan bir algılama ve “tavır düzeltme” sürecidir.
İkinci gelişme Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un ordunun konumu ve duruşunu ifade eden konuşmasının bu ortama denk gelmesidir.
Ordunun 22 Temmuz sonrası içine düştüğü, Ergenekon davasıyla derinleşen “toplumsal meşruiyet sıkıntıları”nı merkez alan bu konuşma, bir tür “imaj tazelemesi girişimi” olarak tanımlanabilir. Bu çerçevede hukuk devleti kavramlarını tercih eden, ancak askerin siyasi rolünden usulünce taviz vermeyen imaj tazeleme girişimi kamuoyu oluşumu açısından kimi ciddi sayılabilecek unsurlar içermiştir.
Her şeyden önce Türk siyasi gündeminin Ergenekon davası ve AK Parti'nin politikaları da dahil olmak üzere asker-sivil meselesiyle bağlantılı olmadığına dair bir kanaat hızla yayılmaya başlamıştır.
Nitekim konuşmayı askerin iktidarla sorunu olmadığının kanıtı olarak görmek isteyen anlayışla, askerin “modern ve demokrasiye” kapalı olmayan bir yapı olarak Ergenekon ve benzeri meselelerde sistemi temsil etmediğini varsayan anlayış aynı noktada buluşmuşdur.
Askerin rolü, Ergenekon davasındaki tutumu, hatta bu davanın niteliğiyle ilgili olarak kafaların karıştığına, en azından ortalığın karıştırıldığına şüphe yoktur.
Üçüncü gelişme, Ergenekon soruşturmasındaki 12. dalgadır. Bu dalgada özellikle Türkan Saylan'ın, saygınlığıyla ve önemli kamusal çabalarıyla tanınan bir öğretim üyesinin evinin aranmış olması “sembolik bir taşma”ya yol açmıştır.
Bu taşmayı arttıran diğer gelişme ise, Saylan'ın evinin aranmasına ilişkin hukuki gerekçeler bu denli muğlakken, durum kişi haklarıyla ilgili ciddi sorunlar yaratıp, şüpheler uyandırırken, Samanyolu TV'de yapılan kimi yayınların bu gerekçe boşluğunu adeta doldurur bir görüntü taşıması olmuştur. Bu yayınlardaki ÇYDD'ye yönelik misyonerlik suçlamaları, PKK'ya burs verme iddiaları yanında bu derneğin Gülen cemaatiyle rekabet ve sorunları suyu daha da bulandırmıştır.
Ve bu koşullarda Ergenekon soruşturmasının başından beri sorulan, “darbe yapmak isteyenlerden oluşan bir örgüt mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarının muhalifleri mi tasfiye ediliyor, AK Parti'nin de ötesinde İslami alan genişlemesi mi yaşanıyor”, ya da “hepsi birden mi oluyor” sorusu yeniden meşruiyet kazanmıştır…
Günlerdir tüm yorumlar bu görüşlerden birisini öne çıkarmak, diğerini yanlışlamak üzere yapılıyor, tüm yazarlar baktıkları yerden durumu açıklamaya çalışıyorlar.
Görüntü budur…
Gerçekler aynıdır, ama su bulanmış, sokaktaki adamın kafası karışmıştır.
Mesafeli bakış açısından durum bu…
Yakın açı, sıcak bakış yarına…
Ama birkaç ipucu:
1. Ergenekon bir darbe davasıdır ve öyle kalacaktır, işin içine karışan hak ihlalleri ve alan kavgaları ne olursa olsun, ana gerçek değişmeyecektir…
2. Askeri vesayet meselesi Türkiye'nin en önemli sorunu olmayı sürdürmektedir.
3. Türk siyasal sisteminin karar alma esnekliği askeri de kuşatacak bir şekilde, dünya koşullarının baskısıyla artmıştır.. Özellikle AK Parti, büyüse de küçülse de, ray değiştirme imkanına sahip değildir.
‘O bizim adamımızdır’ / Ahmet Kekeç
Siyasi sorunları askerler çözemez / Şahin Alpay
Bu ve gelecek yazılarda Başbuğ'un görüşlerinde yanıltıcı ve eleştirilmeye muhtaç bulduğum yönlere değineceğim.
Sayın Başbuğ, demokrasilerde askerin sivil otoriteye bağlı olması gereğini kabul etmekle birlikte, "sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendilerine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir" diyor. Hiç kuşku yok ki, sivil-asker ilişkileri ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Ne var ki, Başbuğ'un esas aldığı anlaşılan liberal demokrasilerde bu ilişkinin, ülkelerin kendine özgü koşullarının üzerinde duran "olmazsa olmaz"ları var. Bunların ne olduğu, siyaset bilim öğrencileri için dahi çok açık ve nettir.
Sayın Başbuğ, konuşmasında akademik yazına atıfta bulundu. Ben de öyle yapayım. Önce Andrew Heywood'un Türkçeye çevrildiği için Türkiye üniversitelerinde de yaygın bir şekilde yararlanılan "Politics / Siyaset" adlı kitabına gönderme yapayım. Heywood, demokrasilerde sivil-asker ilişkilerinin silahlı kuvvetler üzerinde objektif ya da liberal sivil demokratik denetim esasına dayandığını belirttikten sonra, bunun temel ilkelerini şöyle açıklıyor: "Bu denetim biçiminin temel özelliği, siyasi ve askeri roller ve sorumluluklar arasında kesin bir ayrım yapılmasıdır, ki bu askerin tamamen siyasetin dışında kalması anlamına gelir. Bu çeşitli şekillerde sağlanır. Her şeyden önce askerler, parlamentoya ve halka karşı hesap vermek durumunda olan sivil liderlere tabidir. İkinci olarak, savunma ve askerlik dahil bütün alanlarda politika belirleme sorumluluğu sivil siyasilere aittir. Bu alanlarda dahi askerler sadece tavsiyelerde bulunabilir ve uygulamanın sorumluluğunu üstlenir. Askerler uygulamada oldukça büyük bir etki yapsalar da, bunda etkili olan çıkar gruplarından sadece birini oluşturur ve sivil yöneticilerin aldıkları kararları sorgulama yetkisine sahip değildir. Bu husus beraberinde üçüncü bir şartı getirir: İktidarda hangi parti ya da hükümet olursa olsun, silahlı kuvvetlerin siyasi bakımdan tam anlamıyla tarafsız olması gerekir." (Politics, s. 384-385.)
Bu bağlamda, otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş konusunda uzman siyaset bilimciler arasında özel bir yeri olan Larry Diamond'a da atıfta bulunabilirim: "Tanım gereği, silahlı kuvvetler sivil denetime ve demokratik anayasal düzene sıkı sıkıya bağlanmadan demokrasi yerleşemez... Sivil otoritenin üstünlüğü, demokratik yoldan seçilmiş hükümetlerin, ulusal savunmanın hedeflerinin tanımlanması yanı sıra örgütlenmesinin ve uygulanmasının denetimi dahil bütün alanlarda izlenecek politikalarda tartışılmaz otoriteye sahip olması anlamına gelir. Askerin rolü, ulusal savunma ve uluslararası güvenlik ile sınırlıdır ve sivillerin, -iç güvenlikle ilgili bütün sorumluluklardan arındırılmış olan- ordu (ve istihbarat örgütleri) üzerinde etkin gözetim ve denetim kurmaları (sivil savunma bakanlığı gibi) yönetim organları tarafından sağlanır." (Consolidating the Third Wave Democracies, Johns Hopkins, 1997, s. xxvii.")
Asker üzerinde sivil demokratik denetim sağlanamazsa ne olur? Rejim liberal demokrasi olmadığı gibi, siyasi sorunlara çözüm de bulunamaz. Çünkü siyasi sorunları ancak siyasiler çözebilir. Siyasi sorunların çözümünü kısmen veya tamamen askerlere havale etmek, hastayı tedavi için doktora değil de mesela jeologa göndermeye benzer. Zira askerler siyasi sorunları çözmek için değil, gerektiğinde savaşmak için eğitilirler. Siyasiler de elbette sorunları çözmekte başarısız olabilirler. Ama demokrasi, sorunları çözemeyen siyasileri değiştirmek için vardır.
Eğer Türkiye siyasi sorunlarını çözme konusunda sürekli patinaj yapıyor ise, bunun temel nedeni siyasi konulara kısmen veya tamamen askerlerin müdahil olmalarından bir türlü kurtulamamış, asker üzerinde sivil demokratik denetim kuramamış olmamızdır.
İtalya-Gladyo; Türkiye-Ergenekon / Nazlı Ilıcak
Her şeyden önce, İtalya'da, silâhlı kuvvetler siyasetin denetiminde; özel ve özerk bir konumda değil. Ayrıca, İtalya'da Gladyo, kuruluş amacıyla sınırlı kaldı. Komünist düşüncenin gelişip yayılmasını, komünist partinin iktidara gelmesini engellemeyi hedef aldı; mafya ile ve Mason Locası'yla işbirliği yapan sağdaki politik güçlere yaslandı. Komünizm tehdidi, terör eylemleriyle canlı tutuldu. Bizim ülkemizde ise, dava, -laik, antilaik gerginliğinin beslediği- ideolojik bir zemin üzerinde ilerliyor. Dikkat ederseniz, Kürt kökenli vatandaşlarımızın faili meçhul cinayetlere kurban edilmesine yol açanların hesap vermesine kimse ses çıkarmıyor. Tabii bir şartla: Sorumluların, küçük rütbeli subaylar olması kaydıyla. Ama sözgelimi, JİTEM Diyarbakır Grup Komutanı Abdülkerim Kırca'ya uzanırsanız, ona önce, tam takım komutanlar sahip çıkıyor, ardından da, "Ordumuzu yıpratmayalım" korosu harekete geçiyor. Şemdinli davasında, sadece, iki astsubay, bir de itirafçı gözden çıkarıldı. Savcı Ferhat Sarıkaya, meslekten ihraç edildi; mahkeme de dağıtıldı. Aynı himayeyi, Tuncer Kılınç Paşa'nın gözaltına alınması sırasında müşahede etmedik mi?
İtalya ile aradaki birinci fark, başta da belirttiğimiz gibi silâhlı kuvvetlerin konumu. Zaten bu özel konum, meseleyi ideolojik bir çekişme ortamına sürüklüyor. "Ordu kasten yıpratılıyor" iddiası, "cumhuriyetimizi koruma kollama görevini üstlenen TSK zaafa düşürülerek irticanın önü açılıyor" noktasına kadar uzanıyor.Türkiye'de işimizin İtalya'dan daha zor olmasının bir sebebi de, "Ergenekon" denilen yapının, kimi çevrelerce, siyasal İslâm'ı temsil ettiği varsayılan AK Parti iktidarına karşı darbeye kalkışması; darbenin Türkiye'de olağan kabul edilmesi; her dönemde darbeye fikirleriyle destek veren, yol gösteren sivillerin hiçbir zaman suçlanmamış olması; keza, bugüne kadar darbeye teşebbüs edenlerden kimsenin Talat Aydemir gibi silâha sarılanlar hariçyargı önüne çıkarılmaması. "Laik cumhuriyeti tehdit ettiği" düşünülen AK Parti karşısında, "laik cumhuriyeti savunanlar", bilerek ya da bilmeyerek, Ergenekon yönetimi ile aynı safta yer almış. Bu tablo yüzünden, Ergenekon davası laikelit sınıfın bir bölümünü kazanamadı.
Mustafa Kemal'in 'askerleri' / Mehveş Evin
GÜNAY'IN BAKANLIĞI TEHLİKEDE Mİ?
PKK ve Hizbullah'a silah Jandarma'dan
TÜRKiYE’NiN puslu yıllarına ait tüyler ürperten olay, 2000 yılında Hizbullah'ın askeri kanat sorumlusu Abdullah Gül'ün Cizre'deki evine düzenlenen operasyonla başladı. Evde Bixi, Diktiriyof, Kanas ve Kaleşnikof marka 99 adet uzun namlulu silah bulundu.
Danıştay saldırısı 'prostatlılar'ın operasyonuydu / Emre Aköz
İlhami Erdil olayını günümüzün tartışmalarına bağlamak gerek: Bir biçimde Ergenekon soruşturmasına takılan insanlar var.Bunlar hakkında bazen sessiz kalınıyor, bazen koca bir yaygara koparılıyor.Destek görenler, aşağıdaki özelliklerin tümüne ya da bir kısmına sahip kişiler:
Mesela savcılar Bedrettin Dalan'ın peşine düştü. Dalan, tutuklanma korkusuyla olsa gerek, ABD'den dönemedi.Bu arada Dalan lehine sürüyle laf üretildi: Gözleri nasıl da maviymiş, Atatürk'ten örnekler verirken nasıl da hislenirmiş. İstanbul'a ne de güzel belediye başkanlığı yapmış, iyi ki Yeditepe Üniversitesi'ni ülkeye kazandırmış.Halbuki mevzu bu değil! Kritik soru: Dalan, kenarından ya da göbeğinden Ergenekon şebekesine dahil mi, değil mi? Diyorlar ki: "Efendim, o seviyelere gelmiş insanlar, nasıl darbeci olabilir?" Cevap basit ve iki yönlü: 1) Yukarıda saydığım özelliklere sahip bir İlhami Erdil nasıl suç işlediyse, onun gibi olumlu niteliklere sahip başkaları da suç işleyebilir. 2) Bazı suçları işleyebilmek için zaten 'o seviyede' (yani yüksek mevkide) olmak gerekir.Sokaktaki gariban, cinayet işleyebilir, hırsızlık yapabilir ama darbe örgütünün yöneticisi olamaz. 'Darbeci' ya askerdir ya da askere yakın bir kişi.Yani 'darbe çalışmalarını soruşturmak' demek, siyasetteki ve toplumdaki kalburüstü insanları soruşturmak demektir.
Nihayet Danıştay saldırısı davası ile Ergenekon davasının birleştirilmesine karar verildi.Bir kez daha altını çizeyim: Benim için en önemli, en temel nokta işte bu: Danıştay Saldırısının arkasında Ergenekon şebekesinin olduğunun ispatlanması...Hani, 'Prostatlılar bastonlarıyla mı darbe yapacaktı' diyorlar ya... Evet, bastonlarıyla! O baston, Danıştay saldırısıdır! Alparslan Arslan'ın ardındaki prostatlılara ulaşıldığında, bu iş tamamdır.' Bazı Kemalistlerin, bazı Kemalistleri, Kemalizm adına öldürdüğü' ortaya çıktığında seyredin şamatayı!
Cemaat cumhuriyetin sonucudur ve sorunlarının da çözümüdür / Serdar Turgut
Profesörler, bakanlar ve Ergenekon / Mümtaz'er Türköne
Yakılan Çiller belgeleri jandarma kriminalde
Küçük çaplı bir devrim / Ruşen Çakır
20 Nisan 2009 Pazartesi
Başbuğ demokrasiye inanıyorsa sorun yok… / Mehmet Gündem
Gündemden Genelkurmay ne anlamalı? / Mehmet Kıvanç
Toplantıda gündemdeki konuların yer aldığı açıklandı. Peki gündemde ne var.
Hepsine teker teker bakalım ve Genelkurmay başkanı acaba bunlar hakkında ne diyebilir araştıralım....
Türkiye’nin gündemindeki en önemli konuyla başlayalım.
Ekonomik Kriz.Beklenti; Karargahta hazırlanmış yeni ekonomik istikrar programı, Kobilere faizsiz kredi desteği protokolü veya otomotivde hurda indiriminin kapsamının genişletilmesi.
Muhtemel açıklama: Hiçbirşey.
Ergenekon Operasyonu..Beklenti: Operasyonların artık sonlanması. Dava sürecinin adalet içinde sürmesi, suçluların ortaya çıkması. Darbe hazırlıklarının son bulması.
Muhtemel açıklama: “Anayasanın 38`inci maddesinde yer alan `suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimsenin suçlu sayılamayacağı` hükmü, `masuniyet karinesi`, `adil yargılanma hakkı` gibi en temel hukuk ilkelerinin ihlal edildiği görülmektedir. Sorumlu olması beklenen kesimlerin yarattığı bu hassas ortam, kişilere, kurumlara, yargıya ve nihayetinde devlete de büyük zararlar vermektedir”
İşsizlik..Beklenti: İşsizlik artışının önlenmesi için yeni önlemler. Yeni istihdam paketi. SSK pirim borçları ertelenmesi, pirimlerin düşürülmesi.
Muhtemel açıklama: Hiçbirşey...
Yeni Anayasa Çalışmaları.Beklenti: Özgürlükleri kısıtlayan maddelerin değiştirilmesi. Siyasi partiler kapatılmasının zorlaştırılması. Demokratik ve özgür bir açılım sağlayacak yeni sivil bir içerik.
Muhtemel açıklama: Özgürlükler ve demokrasi tabi ki geliştirilmeli AMA.....
Evet bunlar “gündemdeki” en önemli başlıklar.
Beklentiler ve askerin vermesi muhtemel açıklamalarda yanında.
Sadece onlar değil. medya toplantısında “her zamanki gibi” TSK’nın laiklik koruyuculuğundan, Anayasanın değişmez ilkelerinin tahrip edilmeye çalışıldığına dair şeylerde duyulacak.
Bunların yanında TSK’nın gizli ellerce yıpratılmaya çalışıldığı vurgulanacak.
Hatta bir cemaatin asker içine sızma girişimleri ve buna karşı verilen mücadeleden söz edilecek...
Ancak şunlar “gündemde” olacak mı?
TSK’nın yeni savaş uçakları ve helikopterleri.
Askerimizin yeni silahları.
Denizaltılar, gemiler, askeri techizatlar, füzeler, teknolojiler.
Terörle mücadele de askeri yenilikler.
Çelik yelekler.
Afganistan’a gönderilmesi muhtemel birlikle ilgili fikirler.
YAŞ kararlarına yargı yolunun açılarak daha demokratik hale getirilmesi.
Diğer demokratik ve çağdaş ülkelerde olduğu gibi Genelkurmay’ın neden Savunma Bakanlığına bağlanamadığının açıklanması..
GATA ile ilgili bir soruşturma var mı varsa sonucu nedir?
Vs.vs..
Kısaca asker tabi ki kendini ilgilendiren konularda konuşacak, bilgi verecek, fikir üretecek.
Artık Genelkurmay, Türkiye’yi sadece kendisinin kurduğuna, sadece kendisine emanet edildiğine ve sadece kendisinin koruyabileceğine inanmak gibi bir yanlışı terketmesi gerekiyor.
Sayın Genelkurmay başkanı Org. İlker Başbuğ’un önünde önemli bir fırsat var.
Başbuğ, bu fırsatı iyi değerlendirmeli ve Atatürk’ün işaret ettiği o muasır medeniyet çizgisine ulaşmayı amaç edinmiş bir ülkeye yakışır, demokratik ve gerçek çağdaş bir ordunun komutanı olduğunu bir kez daha kanıtlamalı.
Ya da...
Veli Küçük'te Büyük Panik...
"Ergenekon" davası sanığı emekli Tuğgeneral Veli Küçük, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesine sunduğu dilekçede, Danıştay 2. Dairesi üyelerine ve Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırılarla ilgili davada, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin verdiği bozma kararına uyulmamasını talep etti. Küçük, avukatı Zeynep Küçük aracılığıyla sunduğu dilekçede, Yargıtay kararının, ortaya çıkan yeni delil ve olaylar dikkate alınarak değerlendirilmesi ve bozma kararına uyulmaması gerektiğini kaydetti. "Her iki dava arasında irtibat kurulmasını teminen var edilen tek gerekçenin, Osman Yıldırım'ın gerek tanık ve gerekse gizli tanık olarak alınan beyanları olduğunu" belirten Veli Küçük, "Yıldırım'ın ifadelerinin yalan olduğu İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapılan yargılama esnasında kanıtlanmıştır" dedi. Dilekçede, "Yıldırım'ın, menfaati söz konusu olduğunda her türlü yalanı söyleyebilecek ve her türlü iş birliğine açık, her türlü illegal ilişkinin rahatlıkla kurulabilecek bir kişi olduğu" ileri sürüldü. Yıldırım'ın, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davada hüküm giymesinin ardından, "Ergenekon" soruşturmasını yürüten savcılarca cezaevinde ziyaret edildiği iddia edildi. Osman Yıldırım'ın bu görüşmede, bir takım iddialarda bulunduğu ifade edilen dilekçede, "Osman Yıldırım'ın, Ataşehir'de gerçekleştirildiğini iddia ettiği toplantının olmadığının, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılama sırasında dosyaya getirtilen ilgili kişilerin cep telefonu baz istasyon kayıtları ile ispatlandığı" kaydedildi. Dilekçede, "Dosyada, her iki dava arasında irtibat bulunduğu yönünde Osman Yıldırım'ın bu beyanları haricinde hiçbir bilgi, kanıt, beyan bulunmamaktadır" denildi.
ETÖ DAVASI NASIL SABOTE EDİLİR? / Nevzat Tarhan
Elleri, burunları kopmuş, sigara yanığı acısını bile duymayan Lepralı hastaları o gün bize anlattı ve hastaların elinden tuttu. “Korkmayın bulaşmaz, gerçi ‘Kur’an’da cüzzamlılardan aslandan kaçar gibi kaçınız’ denir ama maalesef bilimsel olarak bu görüş yanlıştır” demişti.
O tarihte konuyu araştırdım. Bahsedilen konu hadis olarak geçiyordu ve bulaşıcı hastalıklarla ilgili asırlar sonra anlaşılacak ‘Karantina’ tavsiyesi ile ilgili bir peygamber sözü idi. Türkan Hoca o sözü alıp bugüne getirip, çarptırıp sonra da genelleme yapıp insanların kutsalına dokunmaktan çekinmemişti.
Din karşıtı çalışan bir dava kadını olduğu o tarihlerde belli idi. Sağcı geçinen hocalarımızın o tarihte muayanehane ve para peşinde koştuğunu gördükçe Türkan hocaya hep saygı duydum.
Türkan Saylan hem idealist hem aktivisttir. Hastalığı ciddi ve kendi rahatını düşünmek için çok sebebi varken bir savaşçı gibi pencereden verdiği o görüntü kendi doğrularına sadık ve davasına inanmış bir insanın görüntüsü idi.
Fakat onun savaşcı idealistliği ile toplumun kutsalına ve değerlerine açtığı savaşı ayırt etmek gerekir.
Duygu sömürüsü var mı?Gece evine yapılan ani arama, hastalığı ile göz önünde olan bir hoca için çok özensiz bir davranış idi. Usülde yapılan bu dikkatsizlik ve hoyratlık esastaki konuyu unutturmamalıydı.
Psikolojide ‘Distorsiyon’ olarak tanımlanan bir savunma mekanizması vardır. Bazen antisosyallerce bilerek, bazen de narsisistlerce bilmeden uygulanır. Kendi egolarını rahatsız eden veya çıkarlarına uymayan bir konuda ana temayı yok sayıp şekil hatasına abartılı tepki verip konuyu çarpıtırlar.
Karısının kendisini eleştirmesini önlemek için ‘Yemek niye böyle sıcak’ diye bağıran kocaların yöntemidir.
Şimdi Sayın Saylan’ın hoca olarak ve eğitimci olarak yaptığı birçok hizmet var. Ancak 27 Mayıs’ta ve 12 Eylül’de hep saygın hocalar darbeye zemin hazırlamışlardı ve darbeden sonrada çeşitli makamları paylaşmışlardı.
Sayın Saylan’ın evinin aranma şeklinin özensizliği gibi bir uygunsuzluğa aşırı tepki vererek özdeki darbeye zemin hazırlayıcılığı eylemleri gizleniyor.
Ordu Göreve!
Konjonktür ise müsait değil ama küresel kriz iç siyaseti destabilize ederse veya herhangi bir nedenle iç siyaset kaosa girerse orduyu göreve çağırmak için hocalara ihtiyaç vardır. Kasım 2003’te ‘Ordu göreve’ pankartları altında yürüyen saygın hocalarımız darbe olsaydı şimdi cezaevi yerine siyasetin yükseklerinde olacaklardı.
Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir tümgeneralin Türkan Saylan’ı ziyareti, Başkent Üniversitesi öğretim üyelerinin Anıtkabir’de askerleri alkışlaması moral arayışı çabaları idi.
Eğer saygın hocalarımız böyle yasa dışı bir siyasi organizasyon şeması içinde yer almışlarsa kaybetme riskini de göz önüne almışlar demektir.
Türkan Saylan gibi hocalarımızın kullanıldıklarını anlamalarını ümit ediyoruz.
Ergenekon davası nasıl sabote edilir?
Hocalara sahip çıkma adına darbe planları ile ilgili hukuki süreci sabote etmek kötü niyet göstergesidir.
‘Makul şüphe’ler olmadan savcıların böyle bir kararı vermeleri Ergenekon davasına gölge düşürür. Davayı siyasi tartışma içine çekerek sabote etmek isteyenlerin oyununa gelmek anlamına gelir.
Rektörleri tutuklayan mahkeme 14. Ağır Ceza idi, güçlü deliller olmadan 4’ü rektör 8 profesörü tutuklamak çok zordur.
Diğer taraftan seçim öncesi Sayın Erdoğan, Sayın Baykal’ın oyununa gelerek ses tonunu yükseltti ve hukuku siyasallaştırıp sabote etmek isteyenlerce etki altında kaldı. Şimdi dava ile ilgisi olmayan bakanların gereksiz açıklamaları hukuki süreci sabote etmek isteyenlere malzeme taşımak anlamına geliyor.
Şeytanın avukatları yüksek sesle devletin tepesini konuşmaya ve polemiğe davet ederken bu niyeti taşıyor.
ETÖ davası siyasi bir davadır ama yargılama siyasi olmamalı ki sonuç kamu vicdanını tatmin etsin.
Duygu sömürüsüne dikkat
Sayın Saylan’ı ‘Azize ve Kurtarıcı Melek’ gibi sunanların yaptıkları tam bir duygu sömürüsü şeklindeki psikolojik harekattır.
Sanıklara yargılama bitmeden suçlu demek nasıl yanlış ise ‘Onlar suçsuzdur siyasi etki ile tutuklandılar’ demek de yanlıştır.
İtalya basını ve kamuoyu kadar olamıyoruz. Şarklılık Ergenekon yandaşı çevrelerin demek ki damarlarında halen dolaşıyor.
Lütfen herkes mayınlı araziye dikkat etsin. Türkiye içini temizliyor, eli kolu bağlanmış Ankara siyaseti normalleşiyor. Türkiye iyi ve güzel günlere doğru ilerliyor, bahar geldi fırtınalardan korkmayalım.
Sırtında yumurta küfesi taşıyanlar, laf atanları önemsemezler, yumurta küfesini düşünerek yolunda ilerler.
Tarihin yeniden yazıldığını görmek çok güzel.
LAHİKA'YA SADAKAT ŞEREFİMİZDİR / Yıldıray Oğur
Her şey planlandığı gibi
Türkiye bundan bir yıldan az bir zaman önce Taraf’tan arkadaşımız Mehmet Baransu’nun bir haberini konuşmaktaydı.
Haberi “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme planı” manşetiyle vermişti Taraf.
“Lahika” desem belki bu kafa karışıklığında bir yerlerden çıkarırsınız. Lahika ya da “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı” Genelkurmay Başkanlığı tarafından Eylül 2007’de yürürlüğe koyulan bir plandı. Planın yürürlüğe konulduğu tarih çok önemliydi. 27 Nisan’da e-muhtıra vererek yeniden kışladan sahaya inen asker 22 Temmuz’da halktan büyük bir ders almıştı. Ordu için işlerin iyi gitmediği, askerin imajının kamuoyu nezdinde sarsıldığı günlerdi. Anlaşılan ordu bir imaj düzeltme ihtiyacı duymuştu ve bu plan hazırlanmıştı. Lahikanın amacı giriş bölümünde anlatılırken “Kamuoyunu TSK’nin hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmek”, “TSK hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmak ” gibi maddeler sıralanıyordu. Ve bu amaçlara ulaşılırken “diğer kurumlarla çatışmaya girilmemesi ve günlük siyasete müdahale ediyor görüntüsü verilmemesi” gerektiğinin altı özellikle çiziliyordu.
Bu haberle ilgili olarak Genelkurmay’dan önce “Komuta katında onaylanmış böyle bir plan yoktur” açıklaması geldi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Taraf’ı kastedip “O gazetenin arkasında kim var bakmak lazım” diyerek havayı bulandırmaya çalıştı. Tepkiler artınca ve orduya yakın merkez medyadan bile “Nedir bu” sesleri yükselince “Böyle bir plan hiç yoktur ve söz konusu gazeteye de dava açılacaktır” açıklamasını yaptı Genelkurmay. Benim takip edebildiğim kadarıyla “Söz konusu gazeteye” Genelkurmay’dan Lahika haberiyle ilgili henüz bir dava açılmadı.
Aslında Mehmet Baransu hatırlatmasa benim de tümüyle aklımdan çıkmıştı Lahika. Paşaların darbe teşebbüslerinin “Aa ne ayıpmış” denilip geçildiği, şık olmayan bir gözaltının ise “sivil darbe” denilerek en mühim mevzu yapılabildiği bir ülkede bu unutkanlıklar doğal. Sahiden de Lahika’ya bugün olan bitenler çerçevesinde yeniden bakınca TSK’nın askerî vesayeti güncelleme planının adım adım ve başarıyla uygulandığını görüyorsunuz. Mesela Eylül 2007 tarihli Lahika’da “Medyada amacı gerçekleştirecek şekilde yer alınmasını sağlamak için profesyonel destek alınmalıdır. Bu bağlamda TSK’nin temel değerlerini savunan ve koruyan niteliklere sahip sivil personelden oluşan bir kadro ile sözleşme yapılmalıdır” deniyordu. İlker Başbuğ göreve gelir gelmez sivil halkla ilişkilerci danışmanlarla çalışmaya başladı. Lahika’da “Basını bilgilendirme toplantıları gibi iletişim vasıtaları etkin olarak kullanılacaktır” yazıyordu. Genelkurmay haftalık basın toplantıları düzenleme kararı aldı.
Peki, Başbuğ’un “Memlekete demokrasi lazımsa onu da biz getiririz” diye özetlenebilecek son konuşması da Lahika’da muştulanmış mıydı? “İcra Edilecek Faaliyetler” bölümünde bu konuşma tarif edilmiş adeta: “Kamuoyu oluşturma gücüne sahip üniversiteler, sivil toplum örgütleri, sanatçılar ve basın mensupları ile temasın muhafaza edilmesi. Seminer, tatbikat gibi etkinliklerden istifade ederek bahse konu kişi ve kuruluşlarla iletişim kurulacak.” Konuşmadaki pek çok mesaj da Lahika ile paralellik gösteriyor.
Hatta Başbuğ’un konuşmasındaki sıra ile Lahika’nın esaslar bölümündeki maddelerin sırası bile aynı. Mesela Lahika’da sırasıyla “İç dış mihraklar tarafından TSK’nın nasıl mağdur edildiği anlatılacak”, “TSK’nın din karşıtı olmadığı hedef kitlelere hissettirilecek” ve “TSK’nın çağdaş Batı demokrasilerinde yer alan sivil-asker ilişkilerini benimsediği vurgulanacak” deniyor. Başbuğ’un konuşmasında da bu sıra bozulmuyor. Konuşmanın başında “Demokratlık kisvesi altına TSK’yı yıpratanlardan” bahsettikten sonra Başbuğ, hemen bu paragrafın ardından “Ordunun din düşmanı olmadığından” dem vuruyor, onun hemen ardından da Huntington referanslarıyla Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinin Batı standartlarında olduğunu anlatıyor.
“Asıl düşman cemaatler” vurgusunun da Lahika’da benzer tınılarla yer aldığını söylemek gerek. Lahika’da bir bölüm var ki Başbuğ’un Kürt sorunu ve demokrasi ile ilgili görece ılımlı mesajlar verdiği konuşmasını ve o konuşmayı dinlemek üzere bugüne kadar orduya yönelik eleştirel tutumlarıyla bilinen isimlerin davet edilmesinin anlamı hakkında ciddi ipuçları veriyor. Şöyle deniyor Lahika’da “TSK’yı hedef alan gruplar içindeki bazı kişilerin desteklenmesi:
Hedef kitle olarak tanımlanan siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı desteklemek ve birliği bozmak maksadıyla bu grup içindeki bazı kişilerle iletişim kurulacak, hedef kitlenin gücü azaltılarak TSK’yı yıpratma çabaları etkisiz kılınacaktır.” Karşımızda iktidarını korumak için ciddi ve usta planlar yapan bir güç var. Bakın bu kişilerle ilişkiler kurulurken dikkat edilecek hususlar nasıl anlatılmış: “Gelişkin kişilikler olması nedeniyle bu tip kişiler genelde kendi gündemlerini kendileri belirlemekte ve yönlendirilmeye müsait olmayan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle, faaliyet, amacını aşabilecektir. Kamuoyu ilgisinin bu kişilerin üzerinde olması nedeniyle faaliyet, daha ilk adımda karşı propagandaların hedefi olacaktır. İcrasına karar verilmesi halinde çok ayrıntılı bir hazırlık yapılmasına ihtiyaç vardır” “Davet ettiler, gittik” diyenlere önemle duyurulur.
Sayın Başkanım ben anlayamadım! / Yiğit Bulut
Başlığa sığmadığı için tekrar yazayım; Sayın Genelkurmay Başkanım, kusura bakmayın ama “kullandığınız” referansların “hikmetini” ve çok geniş bir perspektiften gelip, sonucu üç kelime ile özetlemenizi inanın ben anlayamadım...
Birçok yazar arkadaşım “müthiş entellektüel” bulmuşlar ama benim yetersiz bilgim ve eksik aklım ile vardığım sonuç maalesef onlar gibi değil!
Neden mi?
Huntington “nasıl Türk Devleti için referans” oldu detayına koyduğum “anlayamama” şerhi devam etmekle birlikte, “terör-irtica-cemaat” olarak tarif ettiğiniz “sonuç”, çok açık söyleyeyim beni ikna etmedi!
Peki “büyük resim”! Onla yüzleşmeye isteğimiz ve “gücümüz” yok mu! Yoksa o resmin “imzacılarından biri olan Huntington’u referans” alarak, bilerek-bilmeyerek “büyük resmi” ıskalıyor muyuz!
İzninizle ben de bir açılım yapmayı deneyeyim...
1- Hıristiyan dünyanın karşıtı artık komünizm değil, “İslam ve Müslümanlar” 1945 sonrası ABD-Rusya çizgisinde oluşan “diyalektik yapı”, 11 Eylül saldırısı ile “yeni bir hal” aldı. Küresel güçler ve karşılarında “Ortadoğu kaynaklı İslami terör”! Obama “geldi, bu iş bitti” demeyin! Bitseydi; bu “diyalektik yapının has oğlanı” Rasmussen, NATO Genel Sekreteri olamazdı!
2- Ayrıca sormak istiyorum: Obama seçildi ve “2001 Eylül saldırısından” bugüne Amerika’yı yöneten “askeri-endüstriyel” yapı yok mu oldu? Kennedy de aynı “algılama” içinde seçilmişti. Hatta asker başkan Eisonhower görevi kendisine devrederken 1961’de şu sözleri söylemişti: “... Askeri-endüstriyel kompleks Amerika’yı ele geçirmeye başladı, bu gelişim yönetim için büyük tehlikedir”... Sonra ne oldu? Malesef altını çizerek söylüyorum maalesef; kaleme aldıkları yazılarda “Demokrasi geldi” diyenler, “Vietnam’dan çekilelim, askeri harcamayı kısalım” diyen Kennedy’nin sonunu, gördüklerine inanamadan seyrettiler! Obama da “desteklediğimiz” iyi bir referans ama işi hiç ama hiç kolay değil!
3- İşin bir de “mali” tarafı var... Bugün ekonomik kriz diye “gösterilen” küresel şirketlerin devletlerin “içini boşaltma” operasyonu! Amerikan halkının birikimleri “emperyal olacak” küresel oyunculara “aktarıldı”... Aynı kural AB için de geçerli... Dikkat edin trilyon dolar para “verildi”... Ulusal devletleri tasfiye etme sürecinin hemen öncesinde “büyük devletlerin başına küçük adamlar” stratejisi gereği kilit bütün ülkelerde “basiretsiz yöneticiler” iş başına getirildi. Almanya’da “Doğu Alman Merkel”. İtalya’da “40 yıllık işe yaramaz Berlusconi” Fransa’da “ne Fransız ne de onlarla dindaş olan” Sarkozy! Ulus devletler, “ilginç adamlar” ve kasaları “kurtarma operasyonları” adı altında “şirketlere” aktarılan ülkeler... Bu tehdit değil mi!
Sayın Başkanım, çok mu karamsarım? İnanın değilim, gerçekçiyim ve en önemlisi “büyük resmi” görmeye çalışıyorum! Kendi kapasitem ile görebildiğim resim en azından şimdilik ucundan da tarif edebilsem, böyle!
Sonuç 1: Müslüman-Hıristiyan çizgisinde “medeniyetler çatışması” yaratıp, kaos içinde “ulus devletlerin” kasalarını boşaltıp son hamlede tasfiye etmek isteyenler “hâlâ iş başındalar”! Ve sadece Obama “geldi” diye bırakıp, gitmezler!
Sonuç 2: Ulus devletlerin hatta imparatorlukların tavsiye edilmesi gereği “büyük devletlerin” başına “yönetilebilir adamlar” tezi tıkır tıkır işliyor... Yönetilebilir adamlar, yönetilebilir devletler!
Sonuç 3: Küresel güçler için 11 Eylül sonrası başlayan süreç daha onyıllar sürebilir. Nereden mi biliyorum? “Huntington” tadında bir referans vereyim: Brzezinski ve Scowcroft aralarında konuşuyorlar ve bakın ne diyorlar; “...1991 yılında Sovyetler Birliği’nin sona ermesi Birinci Dünya Savaşı’nın da sona ermesi oldu”! Konuşmaya lütfen dikkat! Birinci Dünya Savaşını nasıl algılıyorlar ve nasıl bir süreç geliştiriyorlar! Bu “tezi geliştirenler” için belki II. Dünya Savaşı bile hâlâ bitmedi, bırakın “11 Eylül sonrasını”!
Son söz: Ben konuşmanızı çok beğendim ama “bazı yerleri” anlamadım ve birkaç “referans şahsın” Türk Devleti için “kabul edilebilirliğini” kavrayamadım! Sayın Başkanım! Türkiye “çok kritik” bir bölgede, çok kritik bir zaman sürecinden geçiyor ve umarım siz haklı çıkarsınız! Türkiye’nin bütün derdi; “terör-irtica” denecek kadar basittir! Benim gördüğüm “küresel tehdit” yoktur! Siz haklı çıkın, lütfen haklı çıkın!
THK'DAN ''HALK UÇUŞU''
Türk Hava Kurumu'nun (THK) tanıtım faaliyetleri kapsamında, ''Halk Uçuşu'' etkinliği düzenlendi. Kurumun faaliyetlerinin halka tanıtılmasının amaçlandığı etkinlikte, ilk olarak Çanakkale Valisi Abdülkadir Atalık, Çanakkale Boğaz ve Garnizon Komutanı Tümamiral Serdar Dülger, İl Emniyet Müdür Vekili İbrahim Tokça, İl Jandarma Alay Komutanı Albay Metin Yerlikaya için protokol uçuşu gerçekleştirildi. Daha sonra da vatandaşlar ve basın mensupları, Çanakkale Havaalanı'nda bulunan kuruma ait ''Cessna 208'' tipi uçakla Çanakkale Boğazı'nın üzerinde 15 dakika gezdirildi. THK Çanakkale Şubesi yetkilileri, ücretsiz olarak gerçekleştirilen uçak turlarına 112 kişinin katılacağını bildirdi. Halk uçuşları yarın da devam edecek.
AMASYA'DA JANDARMA KOMUTANLIĞI PERSONELİNE TAKDİRNAME
'Karmaşa'yı arz ediyorum komutanım! / Ahmet Turan Alkan
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un, Harp Akademileri'nde verdiği entelektüel tebliğde, kavram karmaşasından yakınması dikkatten kaçtı. Günün birinde askerlerin bile kavram anarşisinden sızlanacağını hiç hesab etmiş miydik? Org. Başbuğ şöyle diyor: "Bir yandan, sorunun karmaşıklığı ve kavramların henüz yeterince oturmamış olması, öte yandan da konunun kasıtlı olarak saptırılması, kavram karmaşasına neden olmaktadır. Bunu önlemek için (...) kavramlarına açıklık getirmeye çalışacağım."
Peki, uzun konuşmasında bahsedilen "karmaşa"ya bir düzen getirilmiş midir? Yoo! Nitekim birkaç gün önce Genelkurmay sitesinde, Atatürk'ün "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir" cümlesinin, bazı çevreler tarafından saptırıldığını belirtilen kısa bir açıklama notu yayınlandı. Bu açıklamayla birlikte kavram karmaşasının nihayete erdiğini söyleyemiyoruz; söyleyemiyoruz çünkü kavram karmaşası, sadece bazı çevrelerin artniyetli yorumlarından kaynaklanmakla kalmıyor, aslında lugâtsizliğimizden neş'et ediyor.
Unutulanlara yeniden ve esefle hatırlatırız ki Türkler 30'lu yıllarda çılgınca bir kültür devrimine kalkışarak mevcut Türk lugâtini işe yaramaz ve fesûde saymış, yeni bir dil icat etmeye kalkışmışlardı. O günden beridir, bir topluluğa hitaben bir şeyler anlatmaya kalkışan herkes, Org. Başbuğ'un yapmak zorunda kaldığı gibi evvela "kavramlara açıklık getirmeye" çalışıyor ve başaramıyor. Nedense hep yanlış anlaşılıyor veya mevzu saptırılıp anafikrinden uzaklaştırılıyor. Genelkurmay, Atatürk'ün el yazısı ile kaleme alınmış bir metnin klişesini yayınlayarak "işte belgesi" demeye getiriyor. O kadarına bile hâcet yoktu, çünkü o cümle, 1924 Tarihli Esas Teşkilat Kanunu'nun 88. maddesinde "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur" vardı zaten. Anayasa maddesidir, kapı gibi belgedir. Biz bu belgenin evvela 1945'te dilini değiştirdik, "1960 askerî darbesi"nde ise tamamını mülga sayıp yenisini yaptık. Bu arada "Nutuk"u da öztürkçeleştirdik meselâ; Atatürk okusa vallahi anlayamazdı. Uzun hikâyedir bunlar, geçiyoruz. Kavram anarşisinin dahi evveliyatı vardır ve entelektüel çözümlemeler yapmakla kendilerini muvazzaf sayanların ol nükteleri dahi bilmeleri gerekirdi. Ben meselenin rûhuna geçmek istiyorum: Niyetiniz bozuksa, Atatürk'ün "Türkiye halkı" sözünden yola çıkarak lâfı vaadedilmiş Kürt muhtariyetine getirip bağlayabilirsiniz; üstelik tarihi belgeleri de vardır ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivleri'nde kuzu gibi yatmaktadır (Gazi'nin 1923 başlarında Adapazarı'nda İstanbul matbuatının önde gelen isimlerine verdiği mülakat). Çıkın bakalım işin içinden nasıl çıkabiliyorsanız; lâkin niyetiniz hâlis ise tâbirdeki hüsnüniyetin mânâsına dokunur ve farklı bir yol takib edersiniz. Meselâ şöyle: Bu anayasa hükmünde (1924; 88 m.) murad edilen, "birlik" değildir, bil'akis beraberliktir. Birlik ve beraberlik lâfları daima yanyana kullanılmaktan ötürü anlam kaybına uğramıştır: Birlik, ulus devlet inşâsına mâtuftur, beraberlik ise birliğe göre daha kolay erişilen, mutabakata açık ve çok daha sürdürülebilir bir mânâ taşır. Akrabalık ve hısımlık arasında buna benzer bir ilişki var; akrabalık kan bağıyla, hısımlık ise medenî münâsebetle tesis olunur. Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü siyâsî organizasyonlar, birlikten ziyade "beraberlik" fikrini esas almıştır. İşte kendi kavramlarımı izah ettim; cihet-i askeriye ile kendimi bu noktada mutabık sayabilir miyim şimdi?
Zannetmiyorum; ben, dağ başında tipiye tutulup da askerî helikoptere alınmayan gürûhun mensubuyum. Fikirlerim, literal mânâda isabetli olsa bile kesinlikle mahzurludur.
"Kavram karmaşası" böyle çıkıyor işte; kısaca arzettim efendim!
Eruygur'dan ÇYDD Talimatı
Ergenekon davasının tutuklu sanığı eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur'un Jandarma birimlerine Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Çağdaş Eğitim Vakfı'nın (ÇEV) vereceği burslar için lise ve üniversite seviyesinde öğrencilerin belirlenerek bildirilmesini talep ettiği ortaya çıktı.
Ergenekon'un ikinci iddianamesinde yer alan belgelere göre Şener Eruygur, Jandarma genel komutanı olduğu dönemde illegal şekilde Ergenekon'a bağlı olarak kurulan Cumhuriyet Çalışma Grubu'nun faaliyetleri kapsamında Jandarma birimlerinden ÇYDD ve ÇEV'in burs vereceği öğrencilerin bulunması için talimat verdi.
Ancak bu emir üzerine Jandarma, ÇEV ve ÇYDD hakkında misyonerlik faaliyeti yürütmelerini gerekçe göstererek destek olunmasının uygun olmadığı yönünde istihbarat raporu düzenledi. Eruygur'un bu rapor sebebiyle uygulamadan vazgeçtiği öğrenildi. Orgeneral Şener Eruygur PKK'lı militanlara burs verdiği ve misyonerlik faaliyeti yaptığı belirtilen Çağdaş Eğitim Vakfı'nın 2. başkanlığını yapmıştı.