Türk
filmlerinde klişedir; kahraman, dayak yiyen adama yardıma koşar, diğer
adamı tekme tokat dövdükten sonra ‘niye kavga ediyordunuz’ diye sorar.
Dayak yiyenin büyük bir kabahat işlemiş olma ihtimali neredeyse hiç
yoktur(!) Hesap soran mutlak haksızdır. Bizim toplumda bir adam boynunu
büküp oturduğu zaman geçmişte işlediği bütün cinayetler bir anda
affedilir ve bir anda ‘kader mahkumu’ olur. Bugün Ergenekon davasının
tartışmalarını dinleyince insan ister istemez bunları düşünüyor.
24
Mart 1978 tarihinde işlenen Savcı Doğan Öz cinayetiyle, Danıştay
saldırısı, yani Mustafa Özbilgin cinayeti arasında ne benzerlik vardır?
Belki bu soruyu ‘aralarında ne fark vardır?’ diye sormak daha doğru
olur. İkisi arasında sadece bir fark var, o da Savcı Öz cinayetinin
arkasındaki ellere ulaşılmamış, Danıştay saldırısının arkasındaki ellere
ise ulaşılmış olmasıdır. Birincisinde cinayet aydınlatılamadığı için,
şartları olgunlaştırma çabaları başarılı oldu ve süreç 12 Eylül
darbesiyle sonuçlandı. Danıştay saldırısı sonrasında ise bir polis
memurunun kahramanlığı sayesinde katil yakalandı ve bütün karartmalara
rağmen arkasındaki gerçek ellere ulaşıldı. Böylece şartların
olgunlaştırılması çabaları da akamete uğratıldı.
Danıştay saldırısının hemen sonrasını hatırlamakta büyük fayda var. Saldırının ardından ortaya konan tepkiler bile, bunun tek başına bir sürecin başlama tetiği olduğunu gösteriyor. Ertesi gün Hürriyet Gazetesi ‘Kaşıya Kaşıya’ diye başlıkla çıktı. Milliyet ‘Laikliğe Kurşun’ derken, Radikal ‘Yargıya Türk-İslam sentezci saldırı’ başlığını attı. Mahkemeler kurulmuş, olay aydınlatılmış hatta yazı işleri masasında hüküm verilmişti.
Olay olur olmaz ekranlara çıkan Tansel Çölaşan, saldırganın ‘Allahu Ekber’ diyerek tetiği çektiğini söyleyecekti ama sonradan anlaşılacaktı ki, Alparslan Arslan kendisine verilen bu talimatı heyecandan yerine getirememiş, kurşun sıkarken tekbiri unutmuştu! Ama adı geçen yüksek yargı mensubu, gazetecilere konuşurken tetikçinin tekbiri unutmamış olduğunu varsayarak açıklama yapıyordu.
Cinayetten hemen sonra organize olan kalabalıklar Anıtkabir’e koşmuş, Akşam Gazetesi de olayı ‘Öfke’ başlığıyla vermişti. Daha sonra cenaze töreninde bakanlara saldırılmış, başta Cemil Çiçek ve Abdulkadir Aksu olmak üzere linç edilmekten zor kurtulmuşlardı. Bu cinayetin oluşturduğu havanın yerini daha sonra Cumhuriyet mitingleri alacaktı. Bindirilmiş kıtalar üzerinden bu ülkenin seçilmiş hükümetinin çalışamaz hale getirilmesi hedeflenmişti. Ama asıl hedef, 2007 yılında süresi dolacak olan Ahmet Necdet Sezer’den sonra cumhurbaşkanlığına AK Parti’nin seçeceği bir adayın gelmesini engellemekti. Nitekim bu süreçte yaşananları hepimiz çok iyi hatırlıyoruz.
50 yıldır ‘şartların olgunlaştırılması’ çabaları eğer zamanında fark edilip, karanlık olaylar aydınlatılmış ve zamanında bunların üzerine gidilmiş olsaydı ne 27 Mayıs darbesi, ne 12 Eylül darbesi olacak, ne de 28 Şubat süreçleri yaşanacaktı. Hatta bugün bütün ülkenin başına bela olan PKK terör örgütü de bu kadar dal budak salmayacak, özgüven patlaması yaşamayacaktı.
Bizim son elli yılımızın bütün kavgaları muvazaalıdır. Bu kayıkçı kavgasının sonunda tırnakçılar şişi her zaman masum ahaliye batırmışlardır. Bu nedenle bugün görülen Ergenekon davası en az 50 yıldır süren hokkabaz dayağının son bulması anlamına da geliyor. Kantarın topuzu çok kaçtı, elmalarla armutlar birbirine karıştı gibi son derece mesnetsiz sözleri bir tarafa bırakıp bu davayı ve bütün darbe davalarını sonuçlandırmamız gerekiyor. Yoksa çocuklarımız da torunlarımız da bu hokkabaz dayağını yiyecek ve nesillerimiz telef olmaya devam edecek.
Danıştay saldırısının hemen sonrasını hatırlamakta büyük fayda var. Saldırının ardından ortaya konan tepkiler bile, bunun tek başına bir sürecin başlama tetiği olduğunu gösteriyor. Ertesi gün Hürriyet Gazetesi ‘Kaşıya Kaşıya’ diye başlıkla çıktı. Milliyet ‘Laikliğe Kurşun’ derken, Radikal ‘Yargıya Türk-İslam sentezci saldırı’ başlığını attı. Mahkemeler kurulmuş, olay aydınlatılmış hatta yazı işleri masasında hüküm verilmişti.
Olay olur olmaz ekranlara çıkan Tansel Çölaşan, saldırganın ‘Allahu Ekber’ diyerek tetiği çektiğini söyleyecekti ama sonradan anlaşılacaktı ki, Alparslan Arslan kendisine verilen bu talimatı heyecandan yerine getirememiş, kurşun sıkarken tekbiri unutmuştu! Ama adı geçen yüksek yargı mensubu, gazetecilere konuşurken tetikçinin tekbiri unutmamış olduğunu varsayarak açıklama yapıyordu.
Cinayetten hemen sonra organize olan kalabalıklar Anıtkabir’e koşmuş, Akşam Gazetesi de olayı ‘Öfke’ başlığıyla vermişti. Daha sonra cenaze töreninde bakanlara saldırılmış, başta Cemil Çiçek ve Abdulkadir Aksu olmak üzere linç edilmekten zor kurtulmuşlardı. Bu cinayetin oluşturduğu havanın yerini daha sonra Cumhuriyet mitingleri alacaktı. Bindirilmiş kıtalar üzerinden bu ülkenin seçilmiş hükümetinin çalışamaz hale getirilmesi hedeflenmişti. Ama asıl hedef, 2007 yılında süresi dolacak olan Ahmet Necdet Sezer’den sonra cumhurbaşkanlığına AK Parti’nin seçeceği bir adayın gelmesini engellemekti. Nitekim bu süreçte yaşananları hepimiz çok iyi hatırlıyoruz.
50 yıldır ‘şartların olgunlaştırılması’ çabaları eğer zamanında fark edilip, karanlık olaylar aydınlatılmış ve zamanında bunların üzerine gidilmiş olsaydı ne 27 Mayıs darbesi, ne 12 Eylül darbesi olacak, ne de 28 Şubat süreçleri yaşanacaktı. Hatta bugün bütün ülkenin başına bela olan PKK terör örgütü de bu kadar dal budak salmayacak, özgüven patlaması yaşamayacaktı.
Bizim son elli yılımızın bütün kavgaları muvazaalıdır. Bu kayıkçı kavgasının sonunda tırnakçılar şişi her zaman masum ahaliye batırmışlardır. Bu nedenle bugün görülen Ergenekon davası en az 50 yıldır süren hokkabaz dayağının son bulması anlamına da geliyor. Kantarın topuzu çok kaçtı, elmalarla armutlar birbirine karıştı gibi son derece mesnetsiz sözleri bir tarafa bırakıp bu davayı ve bütün darbe davalarını sonuçlandırmamız gerekiyor. Yoksa çocuklarımız da torunlarımız da bu hokkabaz dayağını yiyecek ve nesillerimiz telef olmaya devam edecek.