8 Nisan 2015 Çarşamba

Sedat Ergin: Balyoz davası orduyu zayıflattı

Sedat Ergin: Balyoz davası orduyu zayıflattı

Hürriyet Daily News’ten Barçın Yinanç yıllar süren yargılama, yeniden yargılama ve en sonunda beraatla sonuçlanan Balyoz sürecini Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin’le konuştu.

Balyoz davasını bir hukuk katliamı olarak nitelendiren Sedat Ergin, hukuk katledilmek suretiyle TSK'nın general, amiral ve kurmay subay kadrolarının önemli bir bölümünün tasfiye edildiğini söylüyor: "Beşeri sermaye anlamında, yetişmiş insan gücünün israfı anlamında ordu çok büyük bir kayba uğratılmıştır."

Siz Türkiye’de Balyoz davasını mercek altına alıp, iddianameyi ek klasörleriyle birlikte satır satır okuyarak inceleyen nadir gazetecilerden birisiniz. Balyoz Türkiye yakın geçmişinin en önemli davası; doğal olarak incelemem gerekir diye mi konuyu ele almaya karar verdiniz; yoksa baştan bir gazetecilik sezgisiyle, çok sorunlu, tartışmalı olacağını öngördüğünüz için mi özel ilgi gösterdiniz?

Hiçbir peşin hükümle yola koyulmadım. Sadece merak ettiğim için bu işe girdim. Hatta haberler Taraf gazetesinde 2010 Ocak ayında ilk kez çıktığında, yayımlanan belgeleri doğru varsayarak bu işin gerisinde bir darbe planlamasının olabileceğini de yazmıştım. TSK’nın geçmişteki sicili, bu tür darbe iddiaları ortaya çıktığında bunların ciddiye alınmasını haklı kılıyor. Ama dediğim gibi bir önyargım yoktu; tümüyle gazetecilik saikleriyle dosyaya el attım.

Yola koyulduğumda iddianamede çok büyük çelişkiler ve sahteciliklerin beni beklediğini bilmiyordum. Okumaya başladığımda iddianame yavaş yavaş beni içine çekmeye başladı. İddianamenin ilk bölümü Mart 2003’te İstanbul’da 1. Ordu Komutanlığı’nda düzenlenen bir plan seminerini konu alıyor. Bu seminerin hazırlanışı ve icra edilişiyle ilgili deliller tartışmalı değil, otantik. Dolayısıyla plan seminerinin anlatıldığı bölümde her şey inandırıcıydı. Sorun iddianamede darbe planlamasıyla ilgili dijital belgelerde, özellikle sanıklarla ilgili delillerin tek tek değerlendirildiği bölümlerde karşınıza çıkıyor.


İçeriğe girmeden yazım sürecini bir anlatır mısınız.

Taraf gazetesinde 2010 yılı başında iddialar ortaya atıldı, ancak bunlar kuvvetle tekzip edildi. Ardından bazı tutuklamalar oldu, tutuklanan subayların bir bölümü serbest bırakıldı. Ortaya karmakarışık bir tablo çıkınca ben en iyisi iddianame ortaya çıksın, konuya o zaman eğilirim diye beklemeye başladım. 2010 temmuz ayının ortasında yaklaşık bin sayfalık iddianame açıklandığında okumaya koyuldum. Herhalde 4-5 yazıda toparlarım diye düşünüyordum. Ama sonra tüm ağustos ayı boyunca ve eylül ayının birinci haftasına da sarkmak üzere toplam 29 yazı yazdım. İddianameyi okurken şunu fark ettim, iddianame metni dosyayı anlamak bakımından yeterli değildi. Delillerin orijinal metinlerinin bulunduğu ve ayrıca savunmalarının da yer aldığı ek klasörleri getirttim ve onları da incelemeye başladım. İddianamede sadece savcının suçlamalarıyla karşılaşıyorsunuz. Oysa savunma dosyalarına girdiğinizde karşınıza suçlanan sanıkların karşı görüşleri ve masaya koydukları lehte deliller üzerinden tablonun diğer boyutuyla karşılaşıyorsunuz.

Suçlanan subayların savunmalarını okuyunca şu dikkatimi çekti; çok etkili, inandırıcı karşı görüşler getiriliyordu; savcılık tarafından sunulan delillerin sahteliği konusunda çok kuvvetli tezler ortaya konuyordu. Delillerde çok ciddi çelişkiler söz konusuydu. Örneğin bir darbe belgesinin hazırlandığı tarihte o görevi kabul ettiği ileri sürülen subayın İtalya’da olduğu ortaya çıkıyordu. Bu gibi o kadar çok çelişki vardı ki. Bir de hayatın akışıyla örtüşmeyen, insan mantığının kabul etmesi mümkün olmayan delillerle karşılaştım. Örneğin darbenin teorik çerçevesini sunan ve Orgeneral Çetin Doğan’a atfedilen Balyoz Harekat Planında 2002 aralık ayında muhalif basına mali yaptırımlar uygulandığı ileri sürülüyordu. Bu plan 2 Aralık 2002 tarihini taşıyor. Yani 3 Kasım 2002 seçiminden bir ay sonra hazırlanmış.

O sırada Abdullah Gül hükümetinin TBMM’de güvenoyu almasının üzerinden neredeyse henüz bir hafta geçmiş. Gül, bir hafta içinde hemen basına mali yaptırımlar uygulamış. Bu mali yaptırımlar Doğan Grubu’na uygulandı ama tam 7 yıl sonra 2009 yılında… Mantığım bunu kabul etmedi, içimden “bu iş çürük” dedim. Derinleştiğimde bunun gibi o kadar çok çelişki ve tutarsızlıkla karşılaştım ki, benim açımdan işin rengi değişmeye başladı. Giderek şüpheci bir bakış geliştirmeye başladım. 11 Eylül 2010’da ilk 29 yazılık seriyi bitirdim ve Türkiye’nin gündemindeki diğer konulara döndüm. Ancak kafamda asılı o kadar çok soru işareti vardı ki. Kasım ayında iki hafta izin alıp eve kapandım ve tekrar delilleri incelemeye başladım. İlk 29’luk yazıya ek olarak, mahkemenin başlaması, ikinci ve üçüncü iddianameler, mahkemenin kararı, Yargıtay onaması, Anayasa Mahkemesi kararı gibi muhtelif aşamalarda da üçer, dörder yazılık kısa serilerle Balyoz sürecini izlemeye devam ettim. Geçen 5 yıl içinde Balyoz’la ilgili yazdığım yazıların sayısı 70’i geçmiş olmalı.


Tüm bu yazılar aslında sizin herkese açık olan belgeleri okumanızla ortaya çıktı; yani özel-gizli haber kaynakları vasıtasıyla, ortaya çıkarılan büyük ifşaatlar değil.

Sadece ve sadece açık kaynaklardan, iddianameler ve onlara ek klasörlerden yararlandım. Zaman zaman kilitlendiğim bazı noktalarda bazı avukatlardan yardım istediğim, görüş aldığım durumlar oldu.

Peki tüm bu okumalarda karşınıza nasıl bir tablo çıktı?

Balyoz’la ilgili temel sıkıntı şu: dava dosyasında iki tür delille karşılaşıyorsunuz. Birinci gruptaki delillerin inandırıcılığıyla ilgili hiçbir sorun yok. Bunların hepsi 1. Ordu karargahında 5-7 Mart 2003 tarihlerinde icra edilen seminerin hazırlıkları ve icra edilmesiyle ilgili deliller; bunlarla ilgili ses kayıtları ve resmi yazışmalar ki kimse bunların sahiciliğini sorgulamıyor. Bu plan seminerinin darbe planının provası olduğu kabulü var iddianamede.

İkinci grupta dijital deliller karşımıza çıkıyor. Bunlar darbenin en ince ayrıntısına kadar planlanması ve icra edilmesine ilişkin belgeler. Büyük bir bölümü görevlendirme belgeleri. Darbe adına hareket etmeye kimler yetkilidir, kimleri görevlendirebilirler, bu görevlendirilen askeri personel darbe günü ve sonrasında hangi görevleri yerine getirecekler, nerelere el koyacaklar gibi. Bunların hepsi de dijital ortamda üretilmiş belgeler; hemen hemen hiçbirinde ıslak imza yoktur.

Birinci grupta yer alan sahiciliklerini sorgulamadığımız delillere baktığınızda, burada darbe provası mı yapıldığı diye sorarsak; ben plan seminerinin bir darbe hazırlığı olduğu konusunda ikna olmadım. Ama plan seminerindeki bazı konuşmalara; üsluba baktığınızda çok problemli durumlarla karşılaşıyorsunuz. Her şeyden önce kamu görevlilerinin tabi olması gereken demokratik terbiyeyle ilgili ciddi problemler var. Seçilmiş otoriteye karşı saygısızlık var, verilen talimatların uygulanmaması var, işgüzarlıklar var, görevi kötüye kullanma var.. Askeri yetkililerin seçilmiş sivil otorite konusuna son derece saygısız bir dil kullanmaları durumu var. Ayrıca bir emir komuta sorunu karşınıza çıkıyor. O plan seminerindeki iç tehdit senaryosunun görüşülmemesi konusunda Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın verdiği talimata uyulmadığını görüyorsunuz. Orgeneral düzeyinde bir disiplinsizlik sorunuyla karşılaşıyorsunuz. Fakat tüm bunlara rağmen, o plan semineri bir darbe hazırlığı mıdır derseniz; bence hayır değildir.

Birinci gruptaki deliller otantik ama darbe suçuna işaret etmiyor diyorsunuz; gelelim ikinci gruba.

Dijital delilleri okudukça çok büyük çelişkilerle karşılaştım. Ama bunların yanında şunu da eklemeliyim; bir gazeteci olarak şüpheden vazgeçmemek, karşınızdaki iddiaları mantığınızın süzgecinden geçirmek, sezgilerini dinlemek zorundasınız. Bu iddiaların hayatın akışına uygun olup olmadığını sorgulamalısınız. Ben Balyoz iddianamesini incelemeye başladığımda ağırlık noktasını karacı subayların düzenlediği bir plan semineri olarak algılarken, iddianamede ilerledikçe olayın aslında karacılardan çok deniz kuvvetlerine yöneldiğini gördüm. O zaman “bu Balyoz olayı daha çok deniz kuvvetleriyle ilgili” değerlendirmesini yaptığımı çok iyi hatırlıyorum. Örneğin sanık listesini incelediğinizde önemli bir bölümünün denizci subaylar olduğunu, sayıca önemli bir grubun kurmay albay düzeyinde subaylar olduğu ortaya çıkıyor. Savunmalarını yaptıkları klasörlere girip baktığınızda, çoğunun çok parlak sicillere sahip bahriyeliler olduğu gerçeğiyle karşılaşıyorsunuz. Çoğu kendi devrelerinin birincisi; ikincisi… Her devreden çok parlak isimler var. Bunların hepsinin topluca bir darbe planlaması içine girmiş olmaları bana çok inandırıcı gelmedi. Karşınıza çıkan insan profili; kendini çok iyi yetiştirmiş, başarılı, kariyerinde yükselmek isteyen, geleceğe odaklanmış, yüksek siciller almış parlak kurmay subaylar. Balyoz olmasaydı, Deniz Kuvvetleri’nin 2010-2020’li yıllardaki amirallerinin, komuta kademesinin önemli bir bölümünün bu insan malzemesinden çıkacağını varsayabilirsiniz. Bu nitelikteki insanların işlerini güçlerini bırakıp darbe hazırlığına planlamasına girişme ihtimali hayatın akışına uygun gözükmüyordu. Ayrıca sonraki süreçte Deniz Kuvvetleri’ndeki 50 amiralden 24’ü de hapse atıldı ve kuvvetten tasfiye edildi.

Kafamı kemiren bir soru da şuydu: Darbe daha çok karacıların icra ettiği bir iştir. Deniz kuvvetlerinin topluca darbe girişimine karışmış olması da yine pek inandırıcı gelmiyordu.
Mahkeme sürecine geçildikten sonra da yeni bilirkişilerin devreye girmesiyle, avukatların çalışmalarıyla, sanık subayların cezaevinde yaptıkları detaylı incelemelerde dijital delillerle ilgili her gün yeni çelişkiler ortaya çıkmaya başladı. Burada özellikle Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in dijital deliller ve davanın genel seyriyle ilgili yaptıkları çalışmaların da çok değerli ve göz açıcı olduğunu da teslim etmemiz gerekir. Çelişkilerden söz etmişken, bu çelişkilere yüzlerce örnek vermek mümkün, ancak ben yalnızca başyapıt niteliğinde gördüğüm ikisi üzerinde durmak istiyorum.

Darbenin provası olduğu ileri sürülen plan semineri 5 Mart 2003 günü başlamadan önce 1. Ordu Komutanlığı’nda görevli harekat kurmay başkanı kurmay albay Süha Tanyeri 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan’a Balyoz darbe planının bütün ayrıntılarının, hazırlıklarının, görevlendirme belgelerinin yer aldığı 11 nolu CD’yi verir. Bu kapatılmış bir CD’dir. TÜBİTAK raporu da bunun 5 Mart 2003 tarihinde kapatıldığını söylüyor. İddianamenin yola çıktığı ana kabul budur. Yani 11 nolu CD Orgeneral Doğan’a 5 Mart günü kapatılmış bir şekilde sunulmuştur. O zaman bu iddianamedeki hiçbir delilin, hiçbir belgenin 5 Mart 2003 tarihinden sonrasına ait olmaması gerekir. Oysa CD’den çıkan delillere baktığımızda buradaki pek çok gelişmenin, pek çok durumun 5 Mart 2003 tarihinden sonrasında meydana geldiğini görüyoruz.

Buna çarpıcı bir örnek verelim. Darbe planlamasındaki görevlendirme belgelerinin yazımında kullanılan font calibri fontudur. Microsoft’un calibri fontunu piyasaya 2007 yılında çıkartmıştır. Dolayısıyla 5 Mart 2003 tarihli bir CD’deki verilerin 2007 yılında piyasaya sürülmüş bir yazılımla hazırlanmış olmasında izaha çok muhtaç bir durum var. Buradaki karşımıza çıkan çıplak gerçek, bu belgelerin 2007 yılından sora hazırlandığıdır.

Bir başka ihtimal de şudur. ‘Back to the future’ filminde olduğu gibi bir zaman makinası vardır ve bu belgeler hazırlanırken geleceğe gidilip 2007 fontlarıyla belgeler hazırlanıp sonra yeniden 2003’e dönülmektedir.
Salt bu gerçek bile tek başına, dünyanın herhangi bir ülkesinde hukukun ciddi bir şekilde işlediği herhangi bir mahkemesinde davanın için yeterli bir nedendir.

Benim dijital delillerle ilgili ikinci başyapıtım bir ilaç şirketinin durumudur. Darbe belgelerinde, darbe yapıldığında el konulacak mekanlar, bu çerçevede ilaç depoları da var. İddianameye göre 5 Mart 2003 tarihinde kapatılan 11 nolu CD’nin içinden Recordati diye bir ilaç firması ismi geçiyor. Mahkemede savunma tarafından bütün kanıtlarıyla ortaya kondu ki, Recordati şirketi 2008’de kurulmuştur. Daha doğrusu başka isim taşıyan bir Türk şirketidir aslında ve 2008 yılında İtalyan Recordati şirketi tarafından satın alınmış ve ve isim değişikliğine gidilmiştir. Yeni şirketin kuruluşu Ticaret Sicili gazetesinde 2008 yılında yayımlanmıştır. Yani Türkiye’deki mevzuata göre Recordati firmasının hukuken doğumunun gerçekleşmesi 2008 yılında olmuştur. 2003 tarihli bu CD’de 2008 yılında kurulmuş bir şirketin ne işi var. Eğer bir zaman makinası yoksa bundan 11 nolu cd’nin 2003’te değil aslında 2008 yılında hazırlandığını anlıyoruz.

Savcıların bunları gözardı ettiği gibi sanık lehine delileri de kullanmadıklarını da yazdınız.

Kullanmamaktan da öteye vahim bir durum var. Daha işin başında savcılar soruşturmayı yürütürken, 2010 ilkbaharında iddianame henüz ortada yokken; 11 nolu CD’den çıkan görevlendirme belgelerinde Ankara’daki bazı kamu kuruluşlarında görev alan sivil personel içinde darbeye yardımcı olacak kişilerle ilgili listelerle karşılaştılar. Savcılar bu kamu kuruluşlarına yazı gönderip, bu personelin gerçekten bu kurumlarda çalışıp çalışmadığını, çalışıyorlarsa hangi tarihte kuruma intisap ettiğini sordular. TÜBİTAK, ASELSAN, Havelsan gibi kuruluşlardan savcılara gelen yanıtlarda 2003 yılında bu kurumlarda çalıştıkları ve darbeye destek verecekleri belirtilen bu personelin bir bölümünün aslında bu kurumlara 2004, 2005, 2006 ve 2007 yıllarında katıldıkları ortaya çıktı.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun çok açık bir hükmü var. Yasa, savcılara soruşturmayı yürütürken yalnızca aleyhte delilleri değil sanıkların lehine olan delilleri de toplama ve iddianamede gösterme görevini yüklüyor. Ama iddianamede bu delillere yer verilmedi. Çünkü bu deliller iddianamenin temel kabulu olan 11 nolu CD’nin 2003 yılında hazırlanmış olduğu tezini çürütüyordu. Bir başka anlatımla, binanın üzerinde yükseldiği temel çöküyordu. Peki savcılar ne yaptı? Bu delilleri adli emanete kaldırdılar; gerçeği sakladılar. Lehte delilleri iddianamenin ek klasörlerine bile koymadılar. Bu yazışmalar 2011 yılında mahkeme aşamasında avukatların mahkeme heyetine başvurusu üzerine adli emanette bulunarak gün ışığına çıktı. Savcıların burada işledikleri fiil açıkça delil karartmadır, adaletin engellenmesidir.
Ama engellemeyi yapan savcılar kadar kusurlu olan bir kurum daha var. Bu da savcıları denetlemekle görevli olan HSYK. Deliller adli emanette bulunup ortaya çıkarılınca, sanık avukatları savcıların bu fiili hakkında HSYK’ya suç duyurusunda bulundular. HSYK bu şikayeti hiçbir zaman sonuçlandırmadı. Ama bugünlerde bu soruşturmanın yeniden açılmakta olduğunu okuyoruz.


Sizce tek bir veriyle bile dava kapanmıştır denmesi gereken bir dava mahkûmiyetle sonuçlanıyor; Yargıtay da onaylıyor; tüm bunlar bize ne söylüyor? Yalçın Akdoğan’ın tem cümleyle özetlediği gibi orduya kumpas kurulduğunu mu gösteriyor?

Balyoz dosyasını derinlemesine bilenler açısından bunun kumpas olduğunun tescil edilmesi için Yalçın Akdoğan’ın o çıkışının beklenmesi gerekmiyordu. Yapılan çok ağır bir hukuk katliamıdır. Hukuk katledilmek suretiyle Türk Silahlı Kuvvetleri'nin general, amiral ve kurmay subay kadrolarının önemli bir bölümü -Deniz Kuvvetleri ağırlıklı olmak üzere- tasfiye edilmiştir.

Yani Balyoz aslında TSK’nın yıpratılarak, zayıflatılmasının amaçlandığı siyasi bir dava idi.

Bu teşhise hiçbir itirazım olmaz.

Bu nasıl olabildi; işin içinde, polis var, savcı var, hakim var, Yargıtay var...

Bütün bu kademeler işin içinde olunca oluyor. Bakın, Balyoz’un birinci ayağında bu sahte dijital delilleri hazırlayanlar var. Şu ana kadar bu dijital belgeleri kimin hazırladığını bilmiyoruz. Bazı ipuçları var sadece. Bunlar bulunmadıkça, Balyoz davası hiçbir zaman aydınlanmış olmayacak.
İkinci aşamada polis karşımıza çıkıyor. Sahte deliller üzerinden soruşturmayı yürütüp, savcılara giden ilk değerlendirme raporlarının hepsini yazan polisler. Bu raporların altındaki imzalara bakarsanız kilit bazı isimlerin bugün ‘paralelci’ diye suçlandıklarını görürsünüz. İçlerinde hapiste olanlar da var.
Üçüncü kategoride TÜBİTAK’ın da Balyoz’da çok önemli bir rol aldığını söyleyebiliriz. Bütün üniversiteler konsensüs halinde dijital delillerdeki çelişkilere, sorunlara dikkat çekerken; TÜBİTAK bilime meydan okumuş, bu sahte dijital delillerin gerçek olduğu yolunda rapor verebilmiştir.
Dördüncü ayakta savcı ve hakimleri görüyoruz. Savcılar lehte delilerin önlerine gelmesine ve çelişkilerin ortaya konmasına rağmen bunlara itibar etmemişlerdir. Hakimler de yargılama aşamasında aynı davranış kalıbını sergilediler. Matematik kesinlik içinde ortaya konan sahteciliklere, tutarsızlıklara, çelişkilere hiçbir şekilde itibar etmediler. Ve sahte deliller üzerinden hüküm kurarak sanıkların büyük bir bölümünü mahkum ettiler.
Beşinci ayakta, Yargıtay’ın da mahkumiyetlerin büyük bir bölümünü onayarak aynı kalıbı tekrarladığını görüyoruz. Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi önüne konan bütün gerçeklere yüzünü dönmüştür. Hukukun en temel evrensel ilkelerinden biri şüphe unsurunun sanık lehine yorumlanmasıdır. Bu evrensel ilke Yargıtay’da işlememiştir.
Altınca ayakta, lehte delilleri iddianameye koymayan, adli emanete kaldırarak saklayan savcılar hakkındaki suç duyurularını sonuçsuz bırakan HSYK görevlilerinin sorumluluğunu kayda geçmemiz gerekiyor.
Tabii bütün bu işler, bütün bu hukuksuzluklar hükümetin gözleri önünde cereyan etti. Hükümet , gerçekler kendilerine aktarıldığı halde bu gerçeklerle yüzleşmek istemedi ve Balyoz sürecini yürüten iradeye destek verdi, bütün bu süreci himaye etti. AK Parti-cemaat iktidar blokunun kendi içinde tam bir uyumla hareket ettiği dönemde, hükümet Balyoz sürecindeki hukuksuzluklardan bir rahatsızlık duymadı. Sonuçta yedinci ayakta hükümetin bu olaydaki sorumluluğunun altını mutlaka çizmemiz gerekiyor.

Tüm bu yedi ayakta eşgüdümlü bir yaklaşım da bize bunun arkasında organize bir grubun yani Gülen grubunun olduğunu gösteriyor...

Yanıt: Balyoz operasyonunun planlanmasından icra edilmesine kadar bütün aşamalarda -üretilen dijital delillerde yapılan hatalar dışında- kusursuz bir şekilde işleyen bir tasarımla karşılaşıyoruz. Balyoz sürecinin tüm bu kademelerde hiçbir engelle, hukuk müdahalesiyle karşılaşmadan aynı doğrultuda ilerlemiş olması, organize bir çabanın olduğunu gösteriyor. Hükümet hariç ilk altı ayakta belirleyici rol oynayan oyuncuların çoğunluğunun bugün bir şekilde Gülen organizasyonu ile irtibatlı oldukları iddiasıyla soruşturma geçirmekte, yargılanmakta olan yada pasif görevlere getirilen kamu görevlileri olduklarını biliyoruz. Hepsi de Gülen cemaatinden olmakla ya da cemaat ile birlikte hareket etmekle suçlanıyor. Dolayısıyla bütün işaretler aynı kapıya çıkıyor.
Tüm bu kademelerin dışında; basın ayağı var; kamuoyu, sivil toplum ayağı var; bu kademelerde iyi bir sınav verilmedi herhalde?
Basının iyi bir sınav verdiği söylenemez. Özellikle hükümete yakın medya kuruluşları Balyoz dosyasındaki gerçekleri ancak cemaatle hükümet arasında 2014 Aralık ayında patlak veren kavgadan sonra keşfettiler. Zararın neresinden dönülse kârdır ama beş yıllık bir gecikme de kolay izahı olan bir gecikme değil.


Bugün Mehmet Baransu ve Ahmet Altan gazetecilik yaptıklarını savunuyorlar.

Gazete ve isim tartışmasına girmek istemiyorum. Bence bütün bu süreçte gazeteciliğin çok temel bir takım gerekleri yerine getirilmedi. Balyoz dosyasındaki çelişkiler, sahtecilikler ortaya çıkmaya başlayınca –istisnalarla birlikte- basının önemli bir kesimi başını deve kuşu gibi kuma gömdü. Vicdanlı, hakkaniyetli bir duruş bunların üzerine gitmeyi gerektirirdi. Gazeteciliğin görev tanımı bunu gerektirirdi. Ne yazık ki, Balyoz’la ilgili tartışmayı yürüten, kamuoyunu yönlendiren gazeteciler ve kanaat önderlerinin, aydınların çoğunluğu Balyozla ilgili temel dokümanları okumuş bile değillerdi. Özellikle kendilerini liberal olarak konumlandıran aydınların ordu ile ilgili peşin hükümleri Balyoz iddianamesindeki sahteciliklerin önüne geçti. Son tahlilde bir ülkenin kanaat önderlerinin önemli bir bölümünün beş yıl süreyle sahte belgeler üzerinden yanlış, haksız bir tutum aldıkları, toplumu yanlış yönlendirdikleri ortada. Bu durumda pek çok insanın toplum karşısında ciddi bir özeleştiri yapma yükümlülükleri var. Bir ülkenin gazetecilerinin, aydınlarının önemli bir bölümünün bu kadar uzun bir süre böyle kritik bir dosya üzerinden andıçlanabilmiş olması o ülke için bir talihsizliktir. O ülke bizim ülkemiz. Ama siz isterseniz bu gerçekle yüzleşmeyip Hürriyet gazetesini yirmi yıl önceki manşetlerinden dolayı eleştirmeye devam edebilirsiniz.

Bu dava öncesinde kamuoyu yoklamalarında genellikle halkın en güvendiği kurum olarak çıkan orduyla ilgili bir davaya halkın da kayıtsız kalmasını aslında topumda için için Ordunun bunu yapmış olabileceği inancı ve geçmişte yapmış oldukları hak ihlalleri yatıyor diyebilir miyiz?

Balyoz sürecinde geçmişi ordunun peşini bırakmadı, onu bir gölge gibi izledi. Ordunun geçmişteki darbeci sicili Balyoz iddiaları ortaya atılınca kamuoyunun önemli bir kesiminin de “nasıl olsa yapmışlardır” gibi bir peşin hükümle hareket etmesine yol açtı. Ordunun geçmişi, toplumun bu iddiaların ciddiliği konusunda ikna edilmesini kolaylaştırdı. Bu geçmiş geldi ve 2010 yılında ve sonrasında 12 Eylül’de bir bölümü ortaokul ya da lisede öğrenci olan bugünün genç kurmay subayları vurdu.
Ordu; geçmişte yaşanan hak ihlallerinin örneğin 12 Eylül dönemindeki ihlallerin birinci derecede sorumlusuydu. 12 Eylül dönemi insan hakları ihlallerinin zirve yaptığı bir dönemdi; o dönemdeki insan hakları ihlallerinden TSK sorumludur. TSK hala bu dönemle ilgili bir özeleştiri yapmış; özür dilemiş değil. Balyoz olayına gelince; geçmişte vahim hak ihlallerine yol açan bir kurumun 2010 yılındaki temsilcileri çok ağır hak ihlallerine maruz kalmıştır. Roller değişmiştir. Ordunun geçmişteki günahları Türk toplumunun en azından bir kesiminin askerlerin mağduriyetlere kayıtsız kalmasına yol açmıştır. Bu noktada TSK’nın bugünkü kadrolarının da bir muhasebe yapması tabii gerekir.

Buradan çıkarılacak temel ders peşin hükümlerimizin ve hislerimizin hukuki olguların önüne geçmesini engellemek olsa gerek.

Evet, bu saptamaya aynen katılıyorum. Türkiye’de maalesef kuvvetli kanaatler, hisler, peşin hükümler sıkça olguların üstüne çıkıyor. Balyoz’da öyle çelişkili, tutarsız deliller var ki, aslında uyanık bir ortaokul ikinci sınıf öğrencisi bile basit mantıkla bunları reddeder. Gelgelelim yaşça çok daha büyük insanlar bu gerçekleri görmek istemedi.
2010 ağustos ayı benim için de bir iç hesaplaşmaya konu oldu. Yaptığım incelemeler sonucunda vicdanım bana ciddi bir mağduriyetin olduğunu söylüyordu. 2010 konjonktüründe, o dönemin koşulları altında bunun belli riskleri de vardı. Çünkü bu çelişkilere işaret ettiğiniz zaman hemen darbeci, askerci olmakla yaftalamıyordunuz. Ama gazeteci olarak yapmanız gereken vicdanınızın sesini dinlemek. Vicdanınız sonunda sizi yanlış bir yere götürmüyor.
Bugün eğer bu kararlar tersine çevrildiyse; bunu demokrasinin ve hukukun normal işleyişine mi borçluyuz; AKP Gülen ittifakı çatlamasaydı da süreç tersine dönebilir miydi?
Benim kanaatim şu; Gülen cemaatiyle hükümet arasındaki kavga çıkmasaydı da ben Haşim Kılıç’ın başkanlığındaki Anayasa Mahkemesi’nden o ihlal kararının çıkmasını bekledim. Ama kabul edelim ki buradaki en önemli bir kırılma hükümet ile cemaat arasındaki kavganın patlak vermesi olmuştur. Çünkü sözünü ettiğim 7 sacayağı üzerine oturan yapı o an çökmüştür. Eğer bu kavga ortaya çıkmasaydı Balyoz davası uzun yıllar sürüncemede kalabilirdi. Ben şahsen cemaat ile hükümetin aralarındaki sorunları bir şekilde halledeceklerini ve bunun sonucu Balyoz davasında beraat noktasına gelinebilmesinin daha çok uzun yıllar alabileceğini düşünüyordum. Dava temelinde haksız olmasına karşılık bu haksızlığın tescil edilmesi bana çok zaman alacak gibi gözüküyordu.

Peki şu anda mağduriyetin boyutu nedir sizce?

Mağduriyetin insani düzeyde boyutlarını hesaplayabilmek mümkün değil. Kaybettiğiniz insanları geri getiremiyorsunuz. Yüzlerce insanı 4 yıla yakın süre hapiste tutuyorsunuz; bu mağduriyeti, sanıkların ve ailelerinin çektikleri ıstırapları hangi ölçüm yöntemiyle hesaplayabilirsiniz ki?
Ama şunu söyleyebiliriz; TSK’nın çok iyi yetişmiş general ve kurmay kadrolarının bir bölümünün geleceği bu davayla karartılmıştır. Rakamlarla konuşacaksak Hava Kuvvetlerinde ezici çoğunluğu askerlikle ilişiği kesilmek üzere 16 general ve 11 kurmay albay -yarbay olmak üzere 27 kişi etkilenmiştir. Deniz Kuvvetleri’nde 24 amiral 74 kurmay albay ve yarbayın kariyeri sonlandırılmış ya da durdurulmuştur. Bu sayı Kara Kuvvetleri’nde 45, Jandarma’da 18’dir.
Bunların büyük bir bölümü geleceği olan parlak kurmay subaylar. Burada sıkıntılı durum şu; bu insanlar hapiste oldukları için terfilerini alamadılar. Ama Balyoz davası sürerken; 5 yıl boyunca Yüksek Askeri Şura’da terfiler devam etti ve albay rütbesinden generalliğe, amiralliğe terfi edenler oldu. General düzeyinde yükselmeler devam etti. Sonuçta ordudaki gerçek rekabet koşuları bozuldu. Pekala yükselme hakkına sahip olan subaylar içerde tutularken adil olmayan bir eleme sürecinde başka subaylar terfi etti. Onlar içinde de yükselmeyi hak eden çok sayıda kurmay subay ve general var, şüphesiz… Ama böyle olması, geçen 5 yıl içindeki YAŞ’taki terfilerin adil bir yarışa sahne olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.

Bunun tabii niteliksel etkisi de olsa gerek.

Nitelik anlamında, beşeri sermaye anlamında, yetişmiş insan gücünün israfı anlamında ordu çok büyük bir kayba uğratılmıştır.

Evet çok büyük mağduriyetler oldu ama en azından bir teselli bu sayede Türk ordusu geri dönülmez bir şekilde siyasetten elini çekti denebilir mi?

Tümüyle hukuksuzluk üzerinden işleyen bir sürecin hukuka, demokrasiye katkısı olacağına inanmam. Bu demokrasiye ulaşmak için hukuksuzluk yapmak, insanlara eziyet etmek, haksızlık yapmak meşrudur gibi bir kabule götürür sizi. Gerçek bir hukuk devletine ulaşmak istiyorsanız her şeyi demokrasi ve hukuk zemini üzerinde gerçekleştirmekle yükümlüsünüz. Ayrıca ben Türkiye’deki darbe geleneğinin Balyoz davasından önce kapanmış olduğunu düşünüyorum.

Peki bundan sonra ne olmalı?

Balyoz sürecinde ciddi bir hukuk katliamı olduğuna göre, bu katliamın sorumlularının bunun hesabını ödemeleri gerekir. Eğer hukuk devleti içinde yol almaya devam edeceksek başka bir çıkış göremiyorum.

Bu konuda yasal bir süreç başladı ama bunun adaletin yerini bulması amacıyla yapıldığını gönül rahatlığıyla söylemek noktasında değiliz herhalde?

Büyük bir hukuksuzluk yaşanmıştır; göz göre göre böyle büyük bir faulün yapılabilmiş olması Cumhuriyet tarihinin bir başka büyük ayıbı olarak kayda geçecektir.
Bundan sonra bu ayıbın üstesinden gelinmesinin tek yolu bu ayıba yol açanların sorumluluklarının ortaya konup bedelini hukuk kuralları içinde ödemelerini sağlamaktır. Türkiye bu sınavı verebilecek mi, ondan çok emin olamıyorum. Bu işin bir siyasi kavganın uzantısı olarak ortaya çıkmış olması insanı kaygılandırıyor. Adaletin gerçekten tecil edeceği noktayı gerçekten görebilecek miyiz, bilmiyorum. Ama Balyoz dosyasını 2010 dan beri izleyen bir gazeteci olarak bugünkü noktaya gelinebileceğini bundan iki üç yıl önce pek aklıma getirmiyordum doğrusu. Tabii bu anlamda eskisi kadar karamsar değilim. 2010 yazında böyle bir iddianamenin bu kadar sorunlu deliller üzerinden kabul edildiğini gördüğümde, bu işin nereye gittiğini az çok sezgilerimle anlamıştım o zaman. Orduda büyük bir tasfiye operasyonu yapılıyordu. Eninde sonunda sanıkların suçsuzluğunun ortaya çıkacağına inanıyordum ama bunun çok uzun yıllar alacağını düşünüyordum. Evet, bugün geldiğimiz noktada Balyoz davasında adalete daha yaklaşmış bir noktada duruyoruz..