Eski Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı İsmail Hakkı Pekin, TSK’ya yönelik eleştirilerini bir kitapta topladı. Pekin’e göre, eğer TSK bazı olayları önleyebilseydi, en azından sadece kendi işiyle uğraşabilseydi, Ergenekon–Balyoz gibi olaylar yaşanmayabilirdi.
Eski
Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı İsmail Hakkı Pekin, Ergenekon
davasından hapis yatarken TSK'ya yönelik eleştirilerini kendisi gibi
asker olan Ahmet Yavuz ile birlikte "Asker ve Siyaset" adlı kitapta
topladı. Tahliye olduktan sonra siyasete girdi. Halen Vatan Partisi'nde
Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Pekin ile Türkiye'nin neden
yıllardır bir füze savunma sistemi olmadığından darbe girişimlerine,
Ergenekon sürecinin nasıl önlenebileceğinden ordunun şeffaflaşma
sorununa kadar pek çok konuyu Al Jazeera'den Semin Gümüşel Güner konuştu.
Neden böyle bir kitap yazdınız?
Kitabı Hadımköy Cezaevi’nde yazmaya karar verdik. O sırada muvazzaf subaylığımız sürerken böyle bir kitabı yazamazdık. Daha sonra Silivri Cezaevi’ne gittiğimizde, kitabı beraber yazdığım arkadaşım Ahmet Yavuz ile aynı koğuşa düştük. Silahlı kuvvetler nasıl olmalı, neler görüyoruz, tarihsel gelişim nasıldı diye kafamızda bir düşünce vardı. Aramızda zaman zaman çok eleştiri yapıyorduk.
Ergenekon davası sürecinde hapse girmeseydiniz, bu kitabı yazar mıydınız?
Hayır, yazamazdım. Ama emin olun, kitapta yazdıklarımdan çok daha fazlasını görev yaptığım dönemlerde komutanlarıma arz ettim.
Gerçekten mi? Genelde askerler eleştirilerini ancak emekli olduktan sonra yapıyor.
Kesinlikle evet. Mesela 1997’de Kara Kuvvetleri Plan Prensipler Başkanlığı Savunma Araştırma Şube Müdürü olarak göreve geldiğimde, Kara Kuvvetleri’nin yeniden yapılanmasıyla görevlendirildim. Bu görev sırasında, tüm bu konuları komutanlara arz ettik. Cesaret edemediler çok fazla böyle bir değişime. Daha sonra 2002’de Kara Kuvvetleri’ne Personel Başkanı olarak tayin oldum. O dönem de askerlik sürelerinin kısaltılması, karma bir sistem kurulması, ordunun modernizasyonu, daha mobil hale getirilmesi dahil pek çok konuyu içeren bir çalışma yaptık. Ama TSK’da değişiklik yapmak çok zor. Daha doğrusu zor geliyor.
Neden?
Büyük bir teşkilat. İnsanlar bir yerden bir şey çektikleri zaman, başka şeylerin de etkilenebileceğini düşünüyor. Silahlı Kuvvetler’in (SK) modernizasyonu gerekiyor bu iş için. Modernizasyon konusunda da çok geç kalıyoruz. Özellikle de Savunma Sanayi Müsteşarlığı’yla alınan malzemelerde... Mesela tank alımı, füze savunma sistemi gibi prosedürler çok gecikiyor. 15-20 seneyi buluyor. Bunlar gecikince de, onların yerine daha farklı şeyler çıkıyor. Eğer ülkenizin bekasını savunacak bir hava ve füze savunma sisteminiz yoksa yerde tankınızın, havada uçağınızın olması çok fazla bir şey ifade etmiyor.
Türkiye ilk kez 1991’de Saddam döneminde füze tehdidini yaşadı. Komşumuz İran’ın, İsrail’in füzeleri var. Şimdi de Suriye’nin füzeleri yanı başımızda tehdit.
Şu an Suriye’nin 217 tane füzesi, Scud’u var ve bunlarla İstanbul’u vurabilecek kabiliyette.
Peki neden TSK 24 senedir bir füze savunma sistemi kuramadı?
Yapmamız gerekiyordu, yapamadık.
TSK bunu devletten talep etti mi?
Evet, söyledi, söylüyor. Bunlar her dönemde konuşuldu. Sorun, belki biraz bizde, SK’da. Çünkü SK’nın önce ne istediğini bilmesi gerekiyor. Füze savunma sistemine mi yoksa tanka mı helikoptere mi ihtiyacımız var? Mesela Yunanistan’ın elindeki tankların ilk atımda vuruş kabiliyetleri çok yüksek. Biz de ona göre tank projesi yapıyor, parayı oraya harcıyoruz. SK’nın Soğuk Savaş döneminden kalma, uçağın uçakla karşılanmasına dayalı bir hava savunma sistemi var. Bu yanlış. Ama asıl Türkiye’de caydırıcılığı sağlayacak olan sisteme para harcanmadı. Bu konuda tabii SK’nın suçu var.
Bu nasıl mümkün olabildi?
Bu bizim biraz düşünce sistemimizden, eğitimimizden kaynaklanıyor. TSK’nın hatası. Ben Savunma Araştırma Şube Müdürlüğü yaparken şunu gördüm: Bize daha evvel Amerikalılar malzemeleri vermiş. Bir kısmı hibe... Biz istediğimiz silahı değil, onların bize vermek istediklerini almışız. Ve biz Türkiye’ye hangi silah lazım, Türkiye’nin savunmasıyla ilgili nasıl sorunlarımız var, bu konularda biraz cahil kalmışız. Sonra Soğuk Savaş dönemi bitmiş, cebimizde biraz paramız olmuş. Kendi silahımızı alma olanağı ortaya çıkmış. Mesela 1996’da rahmetli Doğu Aktulga ve Çevik Bir’in ortaklaşa hazırladıkları 150 milyar dolarlık bir milli savunma sanayi planı vardı. Onu gerçekleştiremediler. Hava savunma sistemi için kendi sanayi sistemlerinizi kuracaksınız. Şimdi cebimizde para var, alamıyoruz. Birisi roket, birisi başka bir şey istiyor. Ama en önemli konularda neye ihtiyacımız olduğunu bilmiyoruz. En kötüsü bu. Amerika’da kullanıcı ve üretici birlikte çalışıyor. Ama bizde bu tabu gibi...
Ama bu konuda çalışmalar da var, değil mi?
Evet, füze savunma sistemi lazım. Ama bunları Amerika bize satıyor ve bunların yazılımlarını vermiyor, teknoloji transferi yapmıyor. Bu füzeleri alıyorsunuz ama bu füzeler her gün, her dakika geliştiriliyor. Ve bunlara bir mühendislik hizmeti olarak yıllık bir para ödemek zorundasınız. İkincisi, bunlar ömürlü. 10-15 sene sonra yenilemelisiniz. Belli zamanlarda bunlar modernize edilir. Bu işin için de, yazılım olmazsa, gene Amerika’ya ihtiyacınız var. Dolayısıyla TSK bunu ortak yapma çalışmalarını başlattı. İsrail ile ortak füze yapacaktık, o proje de yarım kaldı.
Başka girişim yok mu?
1998’de Çin’den teknoloji transferi yapıldı. Şu anda 200 km. menzilli füze yapıyoruz Roketsan’da. Şimdi Türkiye bu teknolojiyi alacağı başka teknolojilerle geliştirmek istiyor. O yüzden Çin füzelerini almaya çalıştık. Ama bu konuda da maalesef çok ciddi bir siyasi baskı var. Amerika bize ‘patriot’ları alın’ diyor. Patriot’lar 1980’de de, 1991’de de vardı. Çok eski silahlar. NATO’yu kendi silahlarını satmak için bir araç gibi görüyor. Bir de NATO birlikte çalışabilirlik diye bir sistem getirdi. Tabii Türkiye o sisteme uymuyor, çok yeterli değil. Kürecik’teki olay, NATO ve İsrail’i korumak için yapılmıştı. Kürecik Malatya’da ama İran’dan ya da Rusya’dan füze atıldığı zaman, Kürecik devreye girip şimdi Akdeniz’deki ABD gemilerinden, daha sonra da Romanya – Polonya’ya konulacak füzelerle vurulduğunda bile Türkiye’nin yaklaşık üçte biri tehdit altında savunmasız kalıyor.
TSK ihtiyaçları konusunda ‘milli’ düşünemedi
Bu durumun sebebi, Türkiye’nin NATO’ya katılması mı?
Evet. Biz Akademi’deyken de, Genelkurmay’dayken de, Soğuk Savaş döneminde de istihbaratı hep Amerika’dan aldık. Peki Türkiye’nin neye ihtiyacı var? Neyle karşılaşacak? Milli planlarımız vardı ama o planlar tamamen savunmaya yönelik. Tüm planlar üç aşağı beş yukarı aynı. Maalesef bu konuda milli düşünmedik.
Kitapta bu anlayışa örnek olarak bölgenin en büyük hava kuvvetlerinden biri olunmasına rağmen, yıllarca bir yangın söndürme filosu kurulamadığını anlatıyorsunuz.
Tabii, başka şöyle şeyler de var. Hava kuvvetleri için aldığınız uçakların elektronik harp kabiliyetleri yok. Alınan F-16’ların elektronik karşı tehditlere karşı bir yeteneği yok. Yani sizin radarınızı karıştırabilirler. Bunları önleyecek bir sisteminiz yok. Sadece uçan bir uçak almışsınız ama dost-düşman tanıma sisteminiz yok. Yukarıda ve aşağıdaki hava savunma sisteminde de olacak ki birbirimizi vurmayalım. Bunlar hep sonradan yapıldı.
24 senede füze savunma sistemi kurulamıyor ama bu sürede 28 Şubat, 27 Nisan olabiliyor. Ordunun hedefleri konusunda bir sapma var mı?
TSK’nın bu ülke için yapması gereken tek faydalı şey, kendi işini yapmak. Bunlarla uğraşacağına kendi işini yapsaydı, çoktan bunları hallederdik. Ama Türkiye’yi kurtarmaya kalktığınızda, diğer öncelikleri bir tarafa bırakmış oluyorsunuz.
Ergenekon – Balyoz süreçleri belki de ilk kez TSK mensuplarının kendilerine farklı bir açıdan bakmalarına sebep oldu, denebilir mi?
Tabii... Bir defa yeni baştan düşünme olanağı elde ettik. “Nerede hata yaptık, neler yaptık?” diye sorduk. 2002’de Personel Başkanı olduğumda, TSK’nın iki konuda sorunu vardı: toplumla iletişim kopukluğu ve kendi içimizdeki iletişim sorunları. Astın üstle, üstün astla hemen her rütbede büyük bir kopukluk vardı. Bunları nasıl önleyebiliriz diye çalıştık. Ama karar mekanizmalarımız farklı çalışıyor. Herkes komutana karar verdirmek için hazırlık yapıyor ama her şey komutanın bir sözüne bağlı. Bu özeleştiriyi yaptık. Bunun dışında TSK içerisinde, pek çok bu tür olay oldu. İntiharlar, bazı başarısızlıklar var. Bunların bir kısmı maalesef kapatıldı. 2007’nin Eylül ayında, istihbarat başkanlığına geldiğimde, bir komutanıma gidip gördüğüm her şeyi anlattım. ‘Bakın, bütün bunları halının altına süpürüyoruz. Yarın bir gün bu halı patlayacak, hepimiz bunun altında kalacağız.’ dedim.
Olacakları öngördünüz yani?
Öngörmek değil ama gerçekten böyle bir şey vardı. Bizim almadığımız tedbirleri, bazı açıklarımızı ortaya çıkartmak suretiyle maalesef bizleri “Komutanlara suikast, Ergenekon” gibi çok kötü şeylere bulaştırdılar. Aslında kendi içimizdekileri temizleyebilseydik, daha dikkatli olabilseydik ya da bu gördüğümüz olayları önleyebilseydik veya en azından sadece kendi işimizle uğraşabilseydik, belki farklı olurdu.
Ne yapılsaydı, Ergenekon – Balyoz süreçleri yaşanmazdı?
Mesela 2002’den sonra yapılan komutan konuşmaları var. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Ordu komutanı, kuvvet komutanı, Genelkurmay Başkanı hepsi farklı bir şey diyor. Bunları yapmamalıydık. 2003 – 2004’te birlikleri dolaştığımda, genç arkadaşların bana söyledikleri şuydu: “Komutanım, komutanlara söyleyin de bir kişi konuşsun, hepsi konuşmasın!” Genç subaylar çok seslilikten rahatsızdı.
Benim gibi özeleştiri yapan çok asker var
Bu özeleştirileri sadece siz mi yapıyorsunuz? Yoksa bu süreçlerden geçen askerler de benzer düşüncelerde mi?
Benim gibi çok arkadaşım var ama aidiyet duygusundan dolayı TSK’ya söz söyletmiyorlar. Ben de o aidiyeti hissediyorum ama bu, benim hatalarımız konusunda özeleştiri yapmamı engellemiyor. Kıbrıs Harekatı, Hudut Alay komutanlığı, bölük komutanlığı, Güneydoğu görevleri yaptım. Sonuçta mutlaka değişmemiz gerektiğini anladım.
Gördüğünüz hangi olaylar sizi bu değişim fikrine getirdi?
Mesela 1992’de, Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı, Muhittin Fisunoğlu da Kara Kuvvetleri Komutanı. Bir anda verilen kararla tümen kuruluşundan tabur, tugay, kolordu kuruluşuna geçildi. Bütün tümenler lağvedildi, birlikler küçültüldü. 92’deki iç güvenlik harekatı hiç dikkate alınmadı. Bazı karakollar kaldırıldı, hudutta karakollar arasında boşluklar oluştu. 93’te Sultantop baskını oldu, üsteğmen dahil 20 küsur kişi şehit oldu. Böyle hatalar yapıldı. Bir başka olayda, 365 kilometrelik Ermenistan, Nahçivan, İran sınırına 5.Hudut Alayı’nı kurmakla görevlendirildim. Küçük Ağrı Dağı’nın önünde bir taburumuz var. Su yok. İçme suyunu parayla alıyoruz. Ama banyo, vs. için kullanma suyu lazım. Hududun sıfır noktası. Mayın var. 1996’da oraya su getirmeye çalıştım, beceremedim. 97’de ayrıldım. 2006’da Elazığ’da görev aldığımda, hâlâ su yoktu. Daha sonra köye destek projesi kapsamında, 2007’de oraya su getirebildik. 50-60 km su borusu döşendi. O bölgeye su 11 yılda gelirken, Ankara’da çimler bilgisayarlı sistemle sulanıyordu.
TSK’da en büyük sorunun generaller düzeyinde yaşandığını yazıyorsunuz kitapta. Bu aşamada kimler neye göre yükseliyor? Değerlendirmelerde sorunlar ne?
Albaylıktan tuğgeneralliğe terfilerde çok büyük haksızlık olmaz. Asıl, generallikteki terfilerde yani biraz daha komuta kademelerinde olanlarda, kendini farklı gösterenlerde sorun oluyor. İnsanları tanımak çok zor. İnsanlar kendini farklı gösteriyor. “Benim birliğimde zayiat olmadı” diyor. Halbuki birlikteki olayın performansla ölçülmesi lazım. Performans ölçülmesi yapılmadığı için, siz komutana ne gösterirseniz ya da sizinle ilgili komutana ne haber giderse, komutan ona göre davranıyor. O kişiyle ilgili sübjektif bir bakış açısı oluyor. O zaman da çok basit, küçük olaylardan dolayı bazı insanlar terfi edemeyebiliyor. Bunu özellikle generallikten itibaren söyleyebilirim. Albaylıktan general olmak en zor işlerden biridir. Ama generallikten sonra iş daha farklı. Çok küçük sorunlar, kişisel kaprisler bile etkili olabiliyor.
Hanımlar gibi mi?
Evet öyle. Olduğu olmuştur. Hanımlar arasında yanlış bir uygulama var. Maalesef böyle.
Sizce TSK’nın en büyük hatası neydi?
TSK’da bence iki büyük hata var. Biri, SK öncelikle kendi görevine odaklanmalıydı. İkincisi, TSK’da hiç kimse kendi kafasının içindekini söylemiyor. Komutanın kafasındakini söylemeye çalışıyor. Komutanlar değiştikçe, fikirler de değişiyor. Mesela bir durum muhakemesi hazırlatıyorsunuz, sonuç ‘uygundur’. Komutan değişiyor, aynı adamlar tekrar aynı durum muhakemesine ‘uygun değildir’ diyor. Aslında komutanlar da birbirlerine fikirlerini gerçek anlamda söylemiyor. Sağlıklı, devamlı işleyen bir sistem oluşamıyor.
Kitapta, “Orduda aslında herkese fikri sorulur ama herkesin komutanla aynı fikirde olması beklenir” yazmışsınız. Komutanla aynı fikirde olmayanlara ne oluyor?
Farklı görüş genelde bloklanıyor, mecburen diğerlerine uymak zorunda kalıyor. Çünkü farklılıkları söylemeye başladığınız andan itibaren, istenmeyen adam ilan ediliyorsunuz. O zaman da diğerleri önünüze geçiyor. Gençler de bunun iyi bir şey olmadığını düşünüyor. Tabii riyakarlık ortaya çıkıyor.
TSK Türk toplumunu tanımıyor
TSK’nın yıllarca toplumsal sorunlara da duyarsız kaldığını da söylüyorsunuz.
Deprem, sel olur, TSK her yere koşar. Ama bu olaylar karşısında hiç gerçekten “İnsanların acısını paylaşıyoruz” gibi bir yaklaşım görmedim. Mesela köy destek projeleriyle köylere gittik, makarna dağıttık, okulları tamir ettik. Ama yaptığımız işin hiçbir tutarlı tarafı yoktu. Adamın umurunda bile değil. Bunlar toplumda karşılığı olmayan şeyler. Toplumun daha farklı bir beklentisi var; mesela bir komutanının bir eve gelip onlarla çay içip sohbet etmesini, bir hasta varsa, nasılsın diye hatır sorulmasını bekliyor. Biz TSK personeli olarak biraz fazla aristokrat mı davranıyoruz ya da toplumla aramıza bir mesafe mi koyuyoruz, bilemiyorum. Ama bunların görev gereği yapıldığı, içten ve samimi olmadığı hissediliyor.
TSK Türk toplumunu tanıyor mu?
Hayır. Türk subayları belki Türk toplumu gibi yaşamıyor, biraz farklı yaşıyor. Biraz Batı, biraz burjuva özentisi var. Ama benim babam balıkçıydı. Evimde kitap falan yoktu. Bir sürü insan benim gibi kütüphanesi olmayan evlerden çıkma. Ama toplumdan yabancılaşıyoruz. Sanıyoruz ki bizde birtakım değişimler olurken, toplum da aynı değişimleri yaşıyor. Toplum biraz daha gelenek göreneklerin etkisiyle gelişiyor. Belki bir süre sonra biz o gelenek görenekleri unutuyoruz. Kimimiz Avrupalarda, kimimiz başka yerde çalışıyor. Orduevlerinde, kendi içimize yönelik yaşıyoruz. Toplumun bir askerden ne beklediği konusunda sorunlarımız var. O toplumu tanıyamıyoruz, o yüzden de iletişim kuramıyoruz. Bir de herhalde gittiğimiz bazı yerlerde toplumu bazen potansiyel tehdit bazen dost olarak ya da tedbir alınması gereken insanlar olarak görüyoruz. Böyle kategorize ediyoruz. Bu yanlış. Askerlik ve toplumla kaynaşmak farklı şeyler. Sanırım empati yapma konusunda da sorun var. Toplumla SK arasında iletişim kopmuş vaziyetteydi.
AK Parti 13 yıldır iktidarda. TSK AK Parti’ye oy verenleri, toplumdaki bu kesimi genelde “dinci” diye kategorize etti. Hiç anlamaya çalıştı mı?
Hayır, çalışmadı. Hâlâ da çalıştığını sanmıyorum.
“TSK’nın Sayıştay’ın denetimine tabi olmaması için hiçbir neden yok”
Orduda şeffaflık da ciddi bir sorun. TSK, neden Sayıştay denetimine tabi değil?
Aslında TSK’nın Sayıştay’ın denetimine tabi olmaması için hiçbir neden yok. Ama sanki Sayıştay tarafından kontrol edildiğinde, hükümet ya da yukarıdakiler TSK’yı etkisi altına alacak gibi bir korku var. Kendine güvenen bir SK’da harcamalarımız da düzgünse, korkacak bir şey yok. Sayıştay millet adına yapıyor bu işi, milletin de vergilerinden TSK’ya giden parayla ne yapıldığını bilmek hakkı. Bu şeffaflıktan korkmamalıyız.
Görev sürenizde, TSK’nın Sayıştay’ın denetimine açılması hiç tartışıldı mı?
Çok konuşuldu. Ama bırakın halka şeffaf olmayı, iç iletişimdeki sorunlar bile çözülemedi ki. Mesela 6-7 aylık görevler için yurtdışına çıkışlarla ilgili insanların merak ettiği kriterler, seçim usulleri var. Veya birlik komutanı seçme usulleri var. Bunları yayınlayalım diye kaç kez komutana gittim. Elimiz daralmasın diye yayınlamıyoruz. Kimseye hesap vermek istenmiyor.
Asker ölümleri, kazalar, intiharlar... Bu konularda da şeffaflık hiç yok.
Bunları saklamanın bir anlamı yok. Neden oluyor açıklamalıyız. Bir defa ihmal olduğunda, “benden kaynaklanmadı” diye suçu başkasına atma olayı var. En büyük sorunumuz bu. Halbuki birlik komutanı böyle bir şey olduğunda, hiç utanmadan, hatasını örtmeye çalışmadan olanları tüm açıklığıyla anlamaya çalışmalı. Anne baba çocuğunu askere emanet ediyor, o birlik komutanı da çocuğa gerekli ihtimamı göstermek zorunda. İkincisi, ölen insanın üzerine “şundan dolayı intihar etti” diye suç atmak daha kolay. Bu, tabii çok utanç verici. TSK bu intihar ya da askerde ölüm olaylarında olayın nedenini, nasıl olduğunu halka açık açık anlatmalı. Eğer birlik komutanının ihmali varsa, kendisini kurtarmak için bir şey söyler. Yukarı doğru da “Biz her türlü tedbiri almıştık ama bu adam intihar etti” diye suçtan kaçma ya da kolaycı bir açıklamayla bu iş bitirilmek istenir.
TSK’da işleyen mekanizmanın da çok şekilci olduğunu söylüyorsunuz.
Çok şekilci. Çok katı bir hiyerarşiyle bağlı. Bazen zarf içeriğin önüne geçiyor. Ve herkes o şekille bir şey kazanmaya çalışıyor. Ama diğer tarafta, TSK’nin muharebe gücü konusunda çok ciddi endişeler oluşuyor. Her şey badanalı, boyalı. Benim oğlum acemilik eğitimini er olarak İskenderun’da yaptı. Orada bir gün, teftiş olacak diye erleri çıkartıp her yeri boyuyor, tuvaletleri kapatıyorlar. 2000 erin olduğu yerde tuvaletler kapalı olur mu?
Harp Okulu’ndaki eğitim nasıl peki?
Şabloncu bir eğitim anlayışımız var. Bir türlü o şablondan dışarı çıkamıyoruz. Çıkamadığımız için de yeni şeyler geliştiremiyoruz. Farklı bir şey söylediğinizde, toplum sizi dışlıyor. Bazı şeyler çocuklara saçma geliyor. Kendi kendine soruyor, “Ben bunu neden yapıyorum?” diye. Cevap, askeri mantık… Her şeyin bir izahı olmalı. Böylece çocuklar mesleklerine yabancılaşıyorlar, askerlikten uzaklaşıyor.
Kitapta “Eğer milli anlayış TSK’da yerleşmezse, birileri tarafından kullanılırsınız. Halen olduğu gibi…” diye yazmışsınız. TSK’yı kim kullandı, şimdi kim kullanıyor?
TSK’yı daha önce kendi müttefiklerimiz, ABD kullandı. Burada sadece siyasi olayları kastetmedim. Diğer konular da var. Mesela Türkiye’nin NATO’da savunmaya katkısı konusunda, Amerikalılar nereden mevzi geçirmişse, oraları savunduk, oralara birlik koyduk. Birçok şey sorgulanmıyor. Devamlı mühimmat almışız. Mühimmat depoları ağzına kadar dolmuş. Peki bu mühimmatın ömrü var. Belli bir süre sonra bunları atacağız. Mesela 90 mm. tank mühimmatı almışız. Tankları bir değiştirdik, 105 mm. tank topu oldu. O geri kalan tank mühimmatını ayırmanız lazım. Siyasetle ilgili bir şey söylemedim. O konuda da kullanılmış olabilir. O ayrı konu. Ama kullanılmamak için milli sorunlarınızı iyi bilmelisiniz. İlla NATO’dayız diye her şeyi kabul etmek zorunda değiliz.
Genelde bütün sorun, ikbal sorunu
Orduda West Pointciler ve Kuvvacılar denen iki grup olduğu söylenir. Doğru mu?
Zaman zaman o tip şeyler oluyor. ABD’de, İngiltere’de, Akademi’de okumuş, uzun süre görev yapmış insanlar olabiliyor. Mesela Genelkurmay Başkanı İlker Paşa, Ergun Saygun Paşa vardı uzun süre kalanlardan. Böyle bir algı var. NATO’cular yani NATO’da çalışmış, Batı’da okumuşlar. Bir de milli görevlerde kalan, yurtdışına çıkamayan, gidemeyenler, daha çok birlik komutanlığı yapanlar. Bu tip ayrımlar var. Sonuçta komutanlar çalışabilecekleri insanlarla çalışıyor. Bir komutan karargaha geldiğinde, ekibini kendi seçiyor. Tabii harekat başkanı olan birinin terfi etme şansı daha fazla. Aynı devreden farklı bir general, diyelim birlikte, diğeri de karargah başkanı olmuş. Harekat başkanı olmak için de lisan bilmek, NATO ve birkaç yerde görev yapmak gerekiyor. O zaman diğerinin terfi şansı daha fazla olduğundan, diğerinde arkadaşına tepki oluşuyor. Gruplaşmalar bundan kaynaklanıyor. Bütün gruplaşmaların hedefi, ya yurtdışı göreve gitme, terfi ya da uygun mevkie gelme konusudur.
Orduyu da aslında bu gruplar yönetiyor, denir.
Bunlara inanmıyorum. Hiç görmedim. Ama bazı insanlar birilerinin fikirlerini beğenmeyip “Bu daha Batıcı, bu daha NATOcu” diyebilir. Genelde bütün sorun, ikbal sorunudur.
TSK’da halen 345 general var. Sizce bu sayı fazla mı?
Evet. Bu zaman içinde kadro arttırmayla oluyor. Kadro arttırınca insanların yükselme imkanı daha çok olur. Şöyle bir sistem var: Herkes albaylığa kadar, albaylık dahil terfi ediyor. Başka ordularda yarbay olmak, hele albay olmak çok zor. Şimdi 200-300 albayı birden yukarı çıkartıyorsunuz, onlardan 20 tanesini general yapıyorsunuz. Çok büyük bir küskünlük meydana geliyor. Halbuki eleme daha aşağılarda yapılmalı. Bu yüzden general kadrosunu biraz fazla tutuyorlar. Bence de general ve amiral kadrosu çok fazla. Mutlaka azaltılmalı. Şimdi komutanlarım kızarlar bana ama kara kuvvetlerinde 10 tane orgeneral çok fazla.
Başka ordularda bu durum nasıl?
Hepsi liyakate dayalı. Binbaşılığa kadar normal, sonrası liyakate dayalı. Pakistan ordusunda bile yarbay, albay olmak zordur. Mutlaka binbaşılıktan sonra elimine edilir.
TSK’ya ait orduevleri, OPET, OYAK gibi yapılar mevcut. Orduevleri gerekli mi?
Yeterli maaşı sağlayamadığınızda, bazı haklar vermek durumundasınız. İngilizlerde aynı kapsamda Officer Club vardır. Ama biz işi biraz lüks yaptık. Orada sadece yatacak yer ve yiyecek birkaç şey vardır. Fransa’da, Paris’in göbeğinde de orduevi var ama bizimkisi gibi 15 - 20 katlı değil. Biz fazla abarttık işi. İngiliz ordusunda albaysanız, size orduevinde süit oda verirler. Binbaşı, yarbay daha farklıdır. Lojman orada da var. Üsteğmene 2, albaya 5 odalı lojman verirler. İngiltere’de de subayların ve astsubayların pub’ı, dekorasyonları bile ayrıydı. Bu farklar her yerde var ama biz biraz abartmayı, kendi beyliğimizi kurmayı seviyoruz.
Cumhuriyet mitingleri, 367 kararı, vs… Askerlerin bu olaylarla ilişkili olduğu konuşuldu. Bunlar doğru şeyler miydi?
Cumhuriyet mitingleriyle ilgili konuda mutlaka emekli askerler işe dahil olmuştur. TSK’dan muvazzaf askerler de katılmıştır. Tabii, doğru değildi. SK bu işlere karışmamalıydı. 367 için de aynı şeyi düşünüyorum. Çünkü karıştığı zaman işleri daha berbat ediyor. Sonuçta bu hukuksal bir sorunsa, bırakın hukukçular halletsin. Bize ne? Hukukçu kendi verdiği kararın arkasında durmuyor, onun arkasına SK’yı koymaya çalışıyor. Asıl sorun bu.
Silahlı Kuvvetleri darbeye teşvik eden insanlar var
Ama 367 kararının alınması sürecinde askerlerin hukukçulara bu yönde karar almaları için baskı yaptıkları anlatılıyor.
Hayır. Darbelere baktığımızda da öyle. O darbelerde asker kadar siviller de suçlu. SK’yı darbeye teşvik eden insanlar var. Her gün gelip insanların kafasını şişiren bir sürü insan var. Zamanında komutanların odalarından çıkmayan gazeteciler, işadamları vardı. Bunlar ne konuşuyorlardı? Şu an bildiğimiz gazetecilerin arasında da var. Oradan bilgi alıp kitap yazanlar da var. TÜSİAD’dan gelip komutanlarla görüşüyordu bir zamanlar insanlar. Ben de şahit oldum. Genelkurmay Başkanı’nı, ordu komutanını ziyaret eden insanlar, işadamları var. Ben merak ederim, bir işadamı bir ordu komutanını niye ziyaret eder?
27 Nisan hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence hatalı bir konu. 27 Nisan’da genel sekreter ya da ikinci başkan Yaşar Büyükanıt’a “Bu yanlış olur” demeliydi. Ayrıca bunu yazdınız, bundan sonra hükümetten Cemil Çiçek çıkıp “Siz bizim memurumuzsunuz” dedi. İkinci adım ne olacak? Silah alıp hükümeti mi basacaklar? İkinci adımı düşünmezseniz, olmaz. Ayrıca hiçbir desteği de yoktu bu davranışın.
Peki, neden yaptı bunu Yaşar Büyükanıt?
Bilmiyorum, büyük ihtimalle emekli komutanlarımızın teşvikiyle, telkiniyle yaptığını değerlendiriyorum. Bizim emekli komutanlarımız çok karışırlar böyle işlere. İkide birde ararlar genelkurmay başkanlarını, “şunu, bunu yapın” diye, “memleket elden gidiyor” diye…
Ergenekon – Balyoz davalarıyla ilgili belli kesimlerde şöyle bir algı var: Birkaç kişi darbe yapmak istedi ama kurunun yanında yaş da yandı. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Hayır, darbe niyeti olduğunu düşünmüyorum. Ben de 1 sene evvel 1.Ordu’da tugay komutanıydım. Söz konusu seminerdeki konuşmalara yani irticanın, iç güvenliğin incelenmesi, vs. bakıldığında, kastını aşan konuşmalar var. O bir darbe falan değil. Bir gözdağı vermek olabilir. Hem TSK’ya yani üst komutanlara hem de Hükümet’e. Çünkü o zamanlar büyük ihtimalle, kimin kuvvet komutanı olacağı gibi konular da vardı. Ayrıca isteseler bile darbe yapamazlardı. Ben Personel Başkanı’ydım, bütün birlikleri dolaştım. Hiçbir birlik komutanı, hiçbir genç subay bunu istemiyordu. Ve genç subaylar artık bu konuşmalardan da bıkmıştı. Nasıl yapacaklardı? Komutan tek başına darbe mi yaparmış?
Askerin genetiğinde “vatanı koruma, darbecilik” var mı?
Vatanı koruma var tabii. Ve devamlı işleniyor. Harp Okulu’nu bitirip yıldız taktığınızda, kendinizi dünyanın en büyük adamı gibi görürsünüz. Ülkeyi kurtaracak insan gibi görürsünüz.
Peki bu değişti mi yeni nesilde?
Bence yeni nesil yasalara uyma, ülkenin demokratikleşmesi, ülkeyi, toplumu okuma, analiz etme, bilgi, görgü, toplumla ilişkiler konularında bize göre daha iyi. Bence tek hataları, bireysel düşünme konusu, bu da çağımızın getirdiği bir şey.
İstihbarat çalışmaları yetersiz
Türkiye’deki istihbarat çalışmaları yeterli mi?
Hayır. Uzun süre MİT müsteşarı korgeneral rütbesinde biriydi. 1992’de Sönmez Köksal ile bu değişmeye başladı. O sırada MİT Kanunu çıktı ama SK istihbaratıyla ilgili bir kanun çıkartılmadı ve SK istihbaratı güdük kaldı. Elinde bir tek GES (Genelkurmay Elektronik Sistemler) Komutanlığı vardı. 2006’da yeni malzemeler alınmaya başlandı. Arkasından GES Komutanlığı’yla ilgili birtakım iddialar ortaya atıldı, şunu, bunu dinliyor diye. Sonuçta Başbakan MİT’e katılmasına karar verdi. Ve zaten budanmış olan şey iyice budandı.
Şimdi Genelkurmay istihbaratı nereden alıyor?
Stratejik istihbaratı MİT’ten alıyoruz. Dışarıdaki ataşelerimizden alıyoruz. Buradaki yabancı ataşelerle, başka istihbarat örgütleriyle irtibattayız. İstihbaratın yüzde 80 – 85’i açık kaynak istihbaratıdır. Yüzde 10’u belki sinyal istihbaratı, yüzde 5’i de insan istihbaratıdır. En zor ve en gerekli olan, insan istihbaratıdır. MİT’in de emniyetin de insan kaynağı zayıf. Dinleme çok basit. İsrail’in sattığı cihazları baz istasyonlarının yanına koyunca bütün bilgileri alırsınız. Ama bu istihbaratçılık değil. İstihbaratçılık, muhalifleri dinlemekten çok, olayları önleme amaçlı ve stratejik olmalı. Böyle bir istihbaratçılık yok Türkiye’de.
Ne eksik?
Analiz yeteneğimiz yetersiz. İngiltere’de Amerikalılara ait Joint Analysis Center diye bir analiz merkezi var. Tüm Avrupa istihbaratı bilgileri oraya gider. Orada PKK ile ilgili bir birim vardı. O bölümde benim terörle ilgili iç istihbarata bakan 2.dairemde çalışandan daha fazla adam vardı. Bölümün başındaki uzmanın analizlerini biz yapamıyoruz. Maalesef Türkiye’de stratejik, taktik ve operatif istihbaratın yeterli olduğunu sanmıyorum. Mesela uydumuz yok. İsrail’in ise bölgede en az 8-10 uydusu var.
Niye uydumuz yok?
Atacağız güya. Biz bu eksikliği dile getirdik. Uydu ihalesi de yapıldı. Dinleme sistemlerinde de eksiğimiz var. MİT GES’i aldı. Hakan Fidan’ın Türkiye’de büyük bir istihbarat çiftliği yaratmak gibi bir projesi vardı. Ama askeri istihbarat farklı bir şey. Dünyanın her yerinde askeri istihbarat var. Bir tek Almanya’da BND ile askeri istihbarat 2009’da birleşti. BND’nin karargahında bir tümgeneral var, ona bağlı 600 – 700 asker çalışıyor. MİT’te şu an 30 asker çalışıyor. Ortak analiz gerekli. İstihbaratçılar çok fazla bilgi sahibi olursa, bize karşı kullanabilirler diye bir korku var. O darbeleri düşününce, haklı da olabilirler, bir şey demiyorum. Kontrol altında tutulmaya çalışılıyor, çok fazla gelişmiyor. Genelde iç ve dış istihbaratın ayrı olması gerekirken, ayrı değil. Bizde de mutlaka ayrılmalı.
Siyasete alıştınız mı?
Alışamadım. Eylül’den beri bir çok milletvekili, siyasetçiyle görüşmeler yapıyoruz. Bir akşam söz veriyorlar, ertesi öğlen o sözden dönüyorlar. Milim milim hesap yapıyorlar. Şimdi de bu aday adayı olma meselesi var. Ben şahsen aday olmak istemiyorum. 25- 26 yaşlarındaki iyi yetişmiş gençler siyasete girmeli. Ama şu an Türkiye’deki siyaset tam menfaat üzerine kurulu. Herkes hesap içerisinde. Mesela birileri diyor ki, ‘CHP seçime girsin, nasılsa az oy alır, o zaman da yönetim gider, biz geliriz yönetime.’
Süleyman Şah operasyonu konusunda mensubu olduğunuz Vatan Partisi’yle tamamen zıt bir tutum izlediniz. Onlar çok yanlış bulurken, siz operasyonun askeri olarak doğru olduğunu söylediniz. Bu birliktelik uzun sürer mi?
Bilemiyorum ama burada olmamın nedeni, bir, AKP iktidarına karşı bir alternatif olma niyeti. İkincisi, ülkenin bütünlüğünün savunulması, cumhuriyet felsefesinin devam ettirilmesi. Atatürk’le, Altı Ok’la birleşmek için buradayım. Bunlar olmazsa, burada işim yok zaten.
CHP de AKP’leşmeye, dini kullanmaya başladı
CHP’li bir aileden geliyorsunuz. Neden CHP’ye katılmadınız?
CHP AKP’leşmeye başladı, o da dini kullanmaya başladı. CHP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adayını (Ekmeleddin İhsanoğlu’nu kast ediyor) yanlış buluyorum, CHP’ye uygun değildi. Ayrıca iyice Amerikancılaşmaya başladı. Mesela partiye yeni katılanlardan Murat Özçelik tam Amerikancı biri. Bağdat’ta büyükelçiyken çalışmalarını biliyorum, Amerika ne derse onu yapar. Sonra “Altı ok”a, Atatürk’e sahip çıkmıyor CHP. Ben “Dersimli Kemal”im diyor. Tamam Dersimlisin, ben de Bursalıyım. Artık CHP’yi desteklemekten vazgeçmemin nedeni, tamamen cumhuriyet felsefesini terk etmesi.
Peki neden Vatan Partisi?
Çünkü biz cezaevine girdiğimizde, İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal dışında hiçbir şey bizi desteklemedi. Sadece onlar vardı. Girdiğim zaman da kimseyi tanımıyordum, orada tanıdım. Cezaevinde Cumhuriyet gazetesine yazı yazdım, gönderdim, basmadılar. Cumhuriyet gazetesi askeri sevmiyor. CHP de sevmiyor.
Siyasete girmeden önce Doğu Perinçek hakkında ne düşünüyordunuz?
Tanıyıncaya kadar iyi şeyler düşünmüyordum. Ben de her TSK mensubu gibi “Bu adam gidip Abdullah Öcalan’la görüştü, şunu, bunu yaptı” gibi düşüncelerim vardı. Ama konuştuğumda fikrim değişti. Bir kere işin samimiyeti çok önemli. İnsanlar kendi ceplerinden para harcayarak bu işi yapıyor. Çok enteresan bir olay. O çalışmayı görünce daha farklı bakmaya başladım. Bir de gerçekten minnet borcum var.
Perinçek fikirleri o kadar farklı biri değil miymiş?
Hayır. Öcalan’la görüşmesinin nedeni, Öcalan’ı yabancı istihbarat örgütlerine kaptırmamak.
Neden böyle bir kitap yazdınız?
Kitabı Hadımköy Cezaevi’nde yazmaya karar verdik. O sırada muvazzaf subaylığımız sürerken böyle bir kitabı yazamazdık. Daha sonra Silivri Cezaevi’ne gittiğimizde, kitabı beraber yazdığım arkadaşım Ahmet Yavuz ile aynı koğuşa düştük. Silahlı kuvvetler nasıl olmalı, neler görüyoruz, tarihsel gelişim nasıldı diye kafamızda bir düşünce vardı. Aramızda zaman zaman çok eleştiri yapıyorduk.
Ergenekon davası sürecinde hapse girmeseydiniz, bu kitabı yazar mıydınız?
Hayır, yazamazdım. Ama emin olun, kitapta yazdıklarımdan çok daha fazlasını görev yaptığım dönemlerde komutanlarıma arz ettim.
Gerçekten mi? Genelde askerler eleştirilerini ancak emekli olduktan sonra yapıyor.
Kesinlikle evet. Mesela 1997’de Kara Kuvvetleri Plan Prensipler Başkanlığı Savunma Araştırma Şube Müdürü olarak göreve geldiğimde, Kara Kuvvetleri’nin yeniden yapılanmasıyla görevlendirildim. Bu görev sırasında, tüm bu konuları komutanlara arz ettik. Cesaret edemediler çok fazla böyle bir değişime. Daha sonra 2002’de Kara Kuvvetleri’ne Personel Başkanı olarak tayin oldum. O dönem de askerlik sürelerinin kısaltılması, karma bir sistem kurulması, ordunun modernizasyonu, daha mobil hale getirilmesi dahil pek çok konuyu içeren bir çalışma yaptık. Ama TSK’da değişiklik yapmak çok zor. Daha doğrusu zor geliyor.
Neden?
Büyük bir teşkilat. İnsanlar bir yerden bir şey çektikleri zaman, başka şeylerin de etkilenebileceğini düşünüyor. Silahlı Kuvvetler’in (SK) modernizasyonu gerekiyor bu iş için. Modernizasyon konusunda da çok geç kalıyoruz. Özellikle de Savunma Sanayi Müsteşarlığı’yla alınan malzemelerde... Mesela tank alımı, füze savunma sistemi gibi prosedürler çok gecikiyor. 15-20 seneyi buluyor. Bunlar gecikince de, onların yerine daha farklı şeyler çıkıyor. Eğer ülkenizin bekasını savunacak bir hava ve füze savunma sisteminiz yoksa yerde tankınızın, havada uçağınızın olması çok fazla bir şey ifade etmiyor.
Türkiye ilk kez 1991’de Saddam döneminde füze tehdidini yaşadı. Komşumuz İran’ın, İsrail’in füzeleri var. Şimdi de Suriye’nin füzeleri yanı başımızda tehdit.
Şu an Suriye’nin 217 tane füzesi, Scud’u var ve bunlarla İstanbul’u vurabilecek kabiliyette.
Peki neden TSK 24 senedir bir füze savunma sistemi kuramadı?
Yapmamız gerekiyordu, yapamadık.
TSK bunu devletten talep etti mi?
Evet, söyledi, söylüyor. Bunlar her dönemde konuşuldu. Sorun, belki biraz bizde, SK’da. Çünkü SK’nın önce ne istediğini bilmesi gerekiyor. Füze savunma sistemine mi yoksa tanka mı helikoptere mi ihtiyacımız var? Mesela Yunanistan’ın elindeki tankların ilk atımda vuruş kabiliyetleri çok yüksek. Biz de ona göre tank projesi yapıyor, parayı oraya harcıyoruz. SK’nın Soğuk Savaş döneminden kalma, uçağın uçakla karşılanmasına dayalı bir hava savunma sistemi var. Bu yanlış. Ama asıl Türkiye’de caydırıcılığı sağlayacak olan sisteme para harcanmadı. Bu konuda tabii SK’nın suçu var.
Bu nasıl mümkün olabildi?
Bu bizim biraz düşünce sistemimizden, eğitimimizden kaynaklanıyor. TSK’nın hatası. Ben Savunma Araştırma Şube Müdürlüğü yaparken şunu gördüm: Bize daha evvel Amerikalılar malzemeleri vermiş. Bir kısmı hibe... Biz istediğimiz silahı değil, onların bize vermek istediklerini almışız. Ve biz Türkiye’ye hangi silah lazım, Türkiye’nin savunmasıyla ilgili nasıl sorunlarımız var, bu konularda biraz cahil kalmışız. Sonra Soğuk Savaş dönemi bitmiş, cebimizde biraz paramız olmuş. Kendi silahımızı alma olanağı ortaya çıkmış. Mesela 1996’da rahmetli Doğu Aktulga ve Çevik Bir’in ortaklaşa hazırladıkları 150 milyar dolarlık bir milli savunma sanayi planı vardı. Onu gerçekleştiremediler. Hava savunma sistemi için kendi sanayi sistemlerinizi kuracaksınız. Şimdi cebimizde para var, alamıyoruz. Birisi roket, birisi başka bir şey istiyor. Ama en önemli konularda neye ihtiyacımız olduğunu bilmiyoruz. En kötüsü bu. Amerika’da kullanıcı ve üretici birlikte çalışıyor. Ama bizde bu tabu gibi...
Ama bu konuda çalışmalar da var, değil mi?
Evet, füze savunma sistemi lazım. Ama bunları Amerika bize satıyor ve bunların yazılımlarını vermiyor, teknoloji transferi yapmıyor. Bu füzeleri alıyorsunuz ama bu füzeler her gün, her dakika geliştiriliyor. Ve bunlara bir mühendislik hizmeti olarak yıllık bir para ödemek zorundasınız. İkincisi, bunlar ömürlü. 10-15 sene sonra yenilemelisiniz. Belli zamanlarda bunlar modernize edilir. Bu işin için de, yazılım olmazsa, gene Amerika’ya ihtiyacınız var. Dolayısıyla TSK bunu ortak yapma çalışmalarını başlattı. İsrail ile ortak füze yapacaktık, o proje de yarım kaldı.
Başka girişim yok mu?
1998’de Çin’den teknoloji transferi yapıldı. Şu anda 200 km. menzilli füze yapıyoruz Roketsan’da. Şimdi Türkiye bu teknolojiyi alacağı başka teknolojilerle geliştirmek istiyor. O yüzden Çin füzelerini almaya çalıştık. Ama bu konuda da maalesef çok ciddi bir siyasi baskı var. Amerika bize ‘patriot’ları alın’ diyor. Patriot’lar 1980’de de, 1991’de de vardı. Çok eski silahlar. NATO’yu kendi silahlarını satmak için bir araç gibi görüyor. Bir de NATO birlikte çalışabilirlik diye bir sistem getirdi. Tabii Türkiye o sisteme uymuyor, çok yeterli değil. Kürecik’teki olay, NATO ve İsrail’i korumak için yapılmıştı. Kürecik Malatya’da ama İran’dan ya da Rusya’dan füze atıldığı zaman, Kürecik devreye girip şimdi Akdeniz’deki ABD gemilerinden, daha sonra da Romanya – Polonya’ya konulacak füzelerle vurulduğunda bile Türkiye’nin yaklaşık üçte biri tehdit altında savunmasız kalıyor.
TSK ihtiyaçları konusunda ‘milli’ düşünemedi
Bu durumun sebebi, Türkiye’nin NATO’ya katılması mı?
Evet. Biz Akademi’deyken de, Genelkurmay’dayken de, Soğuk Savaş döneminde de istihbaratı hep Amerika’dan aldık. Peki Türkiye’nin neye ihtiyacı var? Neyle karşılaşacak? Milli planlarımız vardı ama o planlar tamamen savunmaya yönelik. Tüm planlar üç aşağı beş yukarı aynı. Maalesef bu konuda milli düşünmedik.
Kitapta bu anlayışa örnek olarak bölgenin en büyük hava kuvvetlerinden biri olunmasına rağmen, yıllarca bir yangın söndürme filosu kurulamadığını anlatıyorsunuz.
Tabii, başka şöyle şeyler de var. Hava kuvvetleri için aldığınız uçakların elektronik harp kabiliyetleri yok. Alınan F-16’ların elektronik karşı tehditlere karşı bir yeteneği yok. Yani sizin radarınızı karıştırabilirler. Bunları önleyecek bir sisteminiz yok. Sadece uçan bir uçak almışsınız ama dost-düşman tanıma sisteminiz yok. Yukarıda ve aşağıdaki hava savunma sisteminde de olacak ki birbirimizi vurmayalım. Bunlar hep sonradan yapıldı.
24 senede füze savunma sistemi kurulamıyor ama bu sürede 28 Şubat, 27 Nisan olabiliyor. Ordunun hedefleri konusunda bir sapma var mı?
TSK’nın bu ülke için yapması gereken tek faydalı şey, kendi işini yapmak. Bunlarla uğraşacağına kendi işini yapsaydı, çoktan bunları hallederdik. Ama Türkiye’yi kurtarmaya kalktığınızda, diğer öncelikleri bir tarafa bırakmış oluyorsunuz.
Ergenekon – Balyoz süreçleri belki de ilk kez TSK mensuplarının kendilerine farklı bir açıdan bakmalarına sebep oldu, denebilir mi?
Tabii... Bir defa yeni baştan düşünme olanağı elde ettik. “Nerede hata yaptık, neler yaptık?” diye sorduk. 2002’de Personel Başkanı olduğumda, TSK’nın iki konuda sorunu vardı: toplumla iletişim kopukluğu ve kendi içimizdeki iletişim sorunları. Astın üstle, üstün astla hemen her rütbede büyük bir kopukluk vardı. Bunları nasıl önleyebiliriz diye çalıştık. Ama karar mekanizmalarımız farklı çalışıyor. Herkes komutana karar verdirmek için hazırlık yapıyor ama her şey komutanın bir sözüne bağlı. Bu özeleştiriyi yaptık. Bunun dışında TSK içerisinde, pek çok bu tür olay oldu. İntiharlar, bazı başarısızlıklar var. Bunların bir kısmı maalesef kapatıldı. 2007’nin Eylül ayında, istihbarat başkanlığına geldiğimde, bir komutanıma gidip gördüğüm her şeyi anlattım. ‘Bakın, bütün bunları halının altına süpürüyoruz. Yarın bir gün bu halı patlayacak, hepimiz bunun altında kalacağız.’ dedim.
Olacakları öngördünüz yani?
Öngörmek değil ama gerçekten böyle bir şey vardı. Bizim almadığımız tedbirleri, bazı açıklarımızı ortaya çıkartmak suretiyle maalesef bizleri “Komutanlara suikast, Ergenekon” gibi çok kötü şeylere bulaştırdılar. Aslında kendi içimizdekileri temizleyebilseydik, daha dikkatli olabilseydik ya da bu gördüğümüz olayları önleyebilseydik veya en azından sadece kendi işimizle uğraşabilseydik, belki farklı olurdu.
Ne yapılsaydı, Ergenekon – Balyoz süreçleri yaşanmazdı?
Mesela 2002’den sonra yapılan komutan konuşmaları var. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Ordu komutanı, kuvvet komutanı, Genelkurmay Başkanı hepsi farklı bir şey diyor. Bunları yapmamalıydık. 2003 – 2004’te birlikleri dolaştığımda, genç arkadaşların bana söyledikleri şuydu: “Komutanım, komutanlara söyleyin de bir kişi konuşsun, hepsi konuşmasın!” Genç subaylar çok seslilikten rahatsızdı.
Benim gibi özeleştiri yapan çok asker var
Bu özeleştirileri sadece siz mi yapıyorsunuz? Yoksa bu süreçlerden geçen askerler de benzer düşüncelerde mi?
Benim gibi çok arkadaşım var ama aidiyet duygusundan dolayı TSK’ya söz söyletmiyorlar. Ben de o aidiyeti hissediyorum ama bu, benim hatalarımız konusunda özeleştiri yapmamı engellemiyor. Kıbrıs Harekatı, Hudut Alay komutanlığı, bölük komutanlığı, Güneydoğu görevleri yaptım. Sonuçta mutlaka değişmemiz gerektiğini anladım.
Gördüğünüz hangi olaylar sizi bu değişim fikrine getirdi?
Mesela 1992’de, Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı, Muhittin Fisunoğlu da Kara Kuvvetleri Komutanı. Bir anda verilen kararla tümen kuruluşundan tabur, tugay, kolordu kuruluşuna geçildi. Bütün tümenler lağvedildi, birlikler küçültüldü. 92’deki iç güvenlik harekatı hiç dikkate alınmadı. Bazı karakollar kaldırıldı, hudutta karakollar arasında boşluklar oluştu. 93’te Sultantop baskını oldu, üsteğmen dahil 20 küsur kişi şehit oldu. Böyle hatalar yapıldı. Bir başka olayda, 365 kilometrelik Ermenistan, Nahçivan, İran sınırına 5.Hudut Alayı’nı kurmakla görevlendirildim. Küçük Ağrı Dağı’nın önünde bir taburumuz var. Su yok. İçme suyunu parayla alıyoruz. Ama banyo, vs. için kullanma suyu lazım. Hududun sıfır noktası. Mayın var. 1996’da oraya su getirmeye çalıştım, beceremedim. 97’de ayrıldım. 2006’da Elazığ’da görev aldığımda, hâlâ su yoktu. Daha sonra köye destek projesi kapsamında, 2007’de oraya su getirebildik. 50-60 km su borusu döşendi. O bölgeye su 11 yılda gelirken, Ankara’da çimler bilgisayarlı sistemle sulanıyordu.
TSK’da en büyük sorunun generaller düzeyinde yaşandığını yazıyorsunuz kitapta. Bu aşamada kimler neye göre yükseliyor? Değerlendirmelerde sorunlar ne?
Albaylıktan tuğgeneralliğe terfilerde çok büyük haksızlık olmaz. Asıl, generallikteki terfilerde yani biraz daha komuta kademelerinde olanlarda, kendini farklı gösterenlerde sorun oluyor. İnsanları tanımak çok zor. İnsanlar kendini farklı gösteriyor. “Benim birliğimde zayiat olmadı” diyor. Halbuki birlikteki olayın performansla ölçülmesi lazım. Performans ölçülmesi yapılmadığı için, siz komutana ne gösterirseniz ya da sizinle ilgili komutana ne haber giderse, komutan ona göre davranıyor. O kişiyle ilgili sübjektif bir bakış açısı oluyor. O zaman da çok basit, küçük olaylardan dolayı bazı insanlar terfi edemeyebiliyor. Bunu özellikle generallikten itibaren söyleyebilirim. Albaylıktan general olmak en zor işlerden biridir. Ama generallikten sonra iş daha farklı. Çok küçük sorunlar, kişisel kaprisler bile etkili olabiliyor.
Hanımlar gibi mi?
Evet öyle. Olduğu olmuştur. Hanımlar arasında yanlış bir uygulama var. Maalesef böyle.
Sizce TSK’nın en büyük hatası neydi?
TSK’da bence iki büyük hata var. Biri, SK öncelikle kendi görevine odaklanmalıydı. İkincisi, TSK’da hiç kimse kendi kafasının içindekini söylemiyor. Komutanın kafasındakini söylemeye çalışıyor. Komutanlar değiştikçe, fikirler de değişiyor. Mesela bir durum muhakemesi hazırlatıyorsunuz, sonuç ‘uygundur’. Komutan değişiyor, aynı adamlar tekrar aynı durum muhakemesine ‘uygun değildir’ diyor. Aslında komutanlar da birbirlerine fikirlerini gerçek anlamda söylemiyor. Sağlıklı, devamlı işleyen bir sistem oluşamıyor.
Kitapta, “Orduda aslında herkese fikri sorulur ama herkesin komutanla aynı fikirde olması beklenir” yazmışsınız. Komutanla aynı fikirde olmayanlara ne oluyor?
Farklı görüş genelde bloklanıyor, mecburen diğerlerine uymak zorunda kalıyor. Çünkü farklılıkları söylemeye başladığınız andan itibaren, istenmeyen adam ilan ediliyorsunuz. O zaman da diğerleri önünüze geçiyor. Gençler de bunun iyi bir şey olmadığını düşünüyor. Tabii riyakarlık ortaya çıkıyor.
TSK Türk toplumunu tanımıyor
TSK’nın yıllarca toplumsal sorunlara da duyarsız kaldığını da söylüyorsunuz.
Deprem, sel olur, TSK her yere koşar. Ama bu olaylar karşısında hiç gerçekten “İnsanların acısını paylaşıyoruz” gibi bir yaklaşım görmedim. Mesela köy destek projeleriyle köylere gittik, makarna dağıttık, okulları tamir ettik. Ama yaptığımız işin hiçbir tutarlı tarafı yoktu. Adamın umurunda bile değil. Bunlar toplumda karşılığı olmayan şeyler. Toplumun daha farklı bir beklentisi var; mesela bir komutanının bir eve gelip onlarla çay içip sohbet etmesini, bir hasta varsa, nasılsın diye hatır sorulmasını bekliyor. Biz TSK personeli olarak biraz fazla aristokrat mı davranıyoruz ya da toplumla aramıza bir mesafe mi koyuyoruz, bilemiyorum. Ama bunların görev gereği yapıldığı, içten ve samimi olmadığı hissediliyor.
TSK Türk toplumunu tanıyor mu?
Hayır. Türk subayları belki Türk toplumu gibi yaşamıyor, biraz farklı yaşıyor. Biraz Batı, biraz burjuva özentisi var. Ama benim babam balıkçıydı. Evimde kitap falan yoktu. Bir sürü insan benim gibi kütüphanesi olmayan evlerden çıkma. Ama toplumdan yabancılaşıyoruz. Sanıyoruz ki bizde birtakım değişimler olurken, toplum da aynı değişimleri yaşıyor. Toplum biraz daha gelenek göreneklerin etkisiyle gelişiyor. Belki bir süre sonra biz o gelenek görenekleri unutuyoruz. Kimimiz Avrupalarda, kimimiz başka yerde çalışıyor. Orduevlerinde, kendi içimize yönelik yaşıyoruz. Toplumun bir askerden ne beklediği konusunda sorunlarımız var. O toplumu tanıyamıyoruz, o yüzden de iletişim kuramıyoruz. Bir de herhalde gittiğimiz bazı yerlerde toplumu bazen potansiyel tehdit bazen dost olarak ya da tedbir alınması gereken insanlar olarak görüyoruz. Böyle kategorize ediyoruz. Bu yanlış. Askerlik ve toplumla kaynaşmak farklı şeyler. Sanırım empati yapma konusunda da sorun var. Toplumla SK arasında iletişim kopmuş vaziyetteydi.
AK Parti 13 yıldır iktidarda. TSK AK Parti’ye oy verenleri, toplumdaki bu kesimi genelde “dinci” diye kategorize etti. Hiç anlamaya çalıştı mı?
Hayır, çalışmadı. Hâlâ da çalıştığını sanmıyorum.
“TSK’nın Sayıştay’ın denetimine tabi olmaması için hiçbir neden yok”
Orduda şeffaflık da ciddi bir sorun. TSK, neden Sayıştay denetimine tabi değil?
Aslında TSK’nın Sayıştay’ın denetimine tabi olmaması için hiçbir neden yok. Ama sanki Sayıştay tarafından kontrol edildiğinde, hükümet ya da yukarıdakiler TSK’yı etkisi altına alacak gibi bir korku var. Kendine güvenen bir SK’da harcamalarımız da düzgünse, korkacak bir şey yok. Sayıştay millet adına yapıyor bu işi, milletin de vergilerinden TSK’ya giden parayla ne yapıldığını bilmek hakkı. Bu şeffaflıktan korkmamalıyız.
Görev sürenizde, TSK’nın Sayıştay’ın denetimine açılması hiç tartışıldı mı?
Çok konuşuldu. Ama bırakın halka şeffaf olmayı, iç iletişimdeki sorunlar bile çözülemedi ki. Mesela 6-7 aylık görevler için yurtdışına çıkışlarla ilgili insanların merak ettiği kriterler, seçim usulleri var. Veya birlik komutanı seçme usulleri var. Bunları yayınlayalım diye kaç kez komutana gittim. Elimiz daralmasın diye yayınlamıyoruz. Kimseye hesap vermek istenmiyor.
Asker ölümleri, kazalar, intiharlar... Bu konularda da şeffaflık hiç yok.
Bunları saklamanın bir anlamı yok. Neden oluyor açıklamalıyız. Bir defa ihmal olduğunda, “benden kaynaklanmadı” diye suçu başkasına atma olayı var. En büyük sorunumuz bu. Halbuki birlik komutanı böyle bir şey olduğunda, hiç utanmadan, hatasını örtmeye çalışmadan olanları tüm açıklığıyla anlamaya çalışmalı. Anne baba çocuğunu askere emanet ediyor, o birlik komutanı da çocuğa gerekli ihtimamı göstermek zorunda. İkincisi, ölen insanın üzerine “şundan dolayı intihar etti” diye suç atmak daha kolay. Bu, tabii çok utanç verici. TSK bu intihar ya da askerde ölüm olaylarında olayın nedenini, nasıl olduğunu halka açık açık anlatmalı. Eğer birlik komutanının ihmali varsa, kendisini kurtarmak için bir şey söyler. Yukarı doğru da “Biz her türlü tedbiri almıştık ama bu adam intihar etti” diye suçtan kaçma ya da kolaycı bir açıklamayla bu iş bitirilmek istenir.
TSK’da işleyen mekanizmanın da çok şekilci olduğunu söylüyorsunuz.
Çok şekilci. Çok katı bir hiyerarşiyle bağlı. Bazen zarf içeriğin önüne geçiyor. Ve herkes o şekille bir şey kazanmaya çalışıyor. Ama diğer tarafta, TSK’nin muharebe gücü konusunda çok ciddi endişeler oluşuyor. Her şey badanalı, boyalı. Benim oğlum acemilik eğitimini er olarak İskenderun’da yaptı. Orada bir gün, teftiş olacak diye erleri çıkartıp her yeri boyuyor, tuvaletleri kapatıyorlar. 2000 erin olduğu yerde tuvaletler kapalı olur mu?
Harp Okulu’ndaki eğitim nasıl peki?
Şabloncu bir eğitim anlayışımız var. Bir türlü o şablondan dışarı çıkamıyoruz. Çıkamadığımız için de yeni şeyler geliştiremiyoruz. Farklı bir şey söylediğinizde, toplum sizi dışlıyor. Bazı şeyler çocuklara saçma geliyor. Kendi kendine soruyor, “Ben bunu neden yapıyorum?” diye. Cevap, askeri mantık… Her şeyin bir izahı olmalı. Böylece çocuklar mesleklerine yabancılaşıyorlar, askerlikten uzaklaşıyor.
Kitapta “Eğer milli anlayış TSK’da yerleşmezse, birileri tarafından kullanılırsınız. Halen olduğu gibi…” diye yazmışsınız. TSK’yı kim kullandı, şimdi kim kullanıyor?
TSK’yı daha önce kendi müttefiklerimiz, ABD kullandı. Burada sadece siyasi olayları kastetmedim. Diğer konular da var. Mesela Türkiye’nin NATO’da savunmaya katkısı konusunda, Amerikalılar nereden mevzi geçirmişse, oraları savunduk, oralara birlik koyduk. Birçok şey sorgulanmıyor. Devamlı mühimmat almışız. Mühimmat depoları ağzına kadar dolmuş. Peki bu mühimmatın ömrü var. Belli bir süre sonra bunları atacağız. Mesela 90 mm. tank mühimmatı almışız. Tankları bir değiştirdik, 105 mm. tank topu oldu. O geri kalan tank mühimmatını ayırmanız lazım. Siyasetle ilgili bir şey söylemedim. O konuda da kullanılmış olabilir. O ayrı konu. Ama kullanılmamak için milli sorunlarınızı iyi bilmelisiniz. İlla NATO’dayız diye her şeyi kabul etmek zorunda değiliz.
Genelde bütün sorun, ikbal sorunu
Orduda West Pointciler ve Kuvvacılar denen iki grup olduğu söylenir. Doğru mu?
Zaman zaman o tip şeyler oluyor. ABD’de, İngiltere’de, Akademi’de okumuş, uzun süre görev yapmış insanlar olabiliyor. Mesela Genelkurmay Başkanı İlker Paşa, Ergun Saygun Paşa vardı uzun süre kalanlardan. Böyle bir algı var. NATO’cular yani NATO’da çalışmış, Batı’da okumuşlar. Bir de milli görevlerde kalan, yurtdışına çıkamayan, gidemeyenler, daha çok birlik komutanlığı yapanlar. Bu tip ayrımlar var. Sonuçta komutanlar çalışabilecekleri insanlarla çalışıyor. Bir komutan karargaha geldiğinde, ekibini kendi seçiyor. Tabii harekat başkanı olan birinin terfi etme şansı daha fazla. Aynı devreden farklı bir general, diyelim birlikte, diğeri de karargah başkanı olmuş. Harekat başkanı olmak için de lisan bilmek, NATO ve birkaç yerde görev yapmak gerekiyor. O zaman diğerinin terfi şansı daha fazla olduğundan, diğerinde arkadaşına tepki oluşuyor. Gruplaşmalar bundan kaynaklanıyor. Bütün gruplaşmaların hedefi, ya yurtdışı göreve gitme, terfi ya da uygun mevkie gelme konusudur.
Orduyu da aslında bu gruplar yönetiyor, denir.
Bunlara inanmıyorum. Hiç görmedim. Ama bazı insanlar birilerinin fikirlerini beğenmeyip “Bu daha Batıcı, bu daha NATOcu” diyebilir. Genelde bütün sorun, ikbal sorunudur.
TSK’da halen 345 general var. Sizce bu sayı fazla mı?
Evet. Bu zaman içinde kadro arttırmayla oluyor. Kadro arttırınca insanların yükselme imkanı daha çok olur. Şöyle bir sistem var: Herkes albaylığa kadar, albaylık dahil terfi ediyor. Başka ordularda yarbay olmak, hele albay olmak çok zor. Şimdi 200-300 albayı birden yukarı çıkartıyorsunuz, onlardan 20 tanesini general yapıyorsunuz. Çok büyük bir küskünlük meydana geliyor. Halbuki eleme daha aşağılarda yapılmalı. Bu yüzden general kadrosunu biraz fazla tutuyorlar. Bence de general ve amiral kadrosu çok fazla. Mutlaka azaltılmalı. Şimdi komutanlarım kızarlar bana ama kara kuvvetlerinde 10 tane orgeneral çok fazla.
Başka ordularda bu durum nasıl?
Hepsi liyakate dayalı. Binbaşılığa kadar normal, sonrası liyakate dayalı. Pakistan ordusunda bile yarbay, albay olmak zordur. Mutlaka binbaşılıktan sonra elimine edilir.
TSK’ya ait orduevleri, OPET, OYAK gibi yapılar mevcut. Orduevleri gerekli mi?
Yeterli maaşı sağlayamadığınızda, bazı haklar vermek durumundasınız. İngilizlerde aynı kapsamda Officer Club vardır. Ama biz işi biraz lüks yaptık. Orada sadece yatacak yer ve yiyecek birkaç şey vardır. Fransa’da, Paris’in göbeğinde de orduevi var ama bizimkisi gibi 15 - 20 katlı değil. Biz fazla abarttık işi. İngiliz ordusunda albaysanız, size orduevinde süit oda verirler. Binbaşı, yarbay daha farklıdır. Lojman orada da var. Üsteğmene 2, albaya 5 odalı lojman verirler. İngiltere’de de subayların ve astsubayların pub’ı, dekorasyonları bile ayrıydı. Bu farklar her yerde var ama biz biraz abartmayı, kendi beyliğimizi kurmayı seviyoruz.
Cumhuriyet mitingleri, 367 kararı, vs… Askerlerin bu olaylarla ilişkili olduğu konuşuldu. Bunlar doğru şeyler miydi?
Cumhuriyet mitingleriyle ilgili konuda mutlaka emekli askerler işe dahil olmuştur. TSK’dan muvazzaf askerler de katılmıştır. Tabii, doğru değildi. SK bu işlere karışmamalıydı. 367 için de aynı şeyi düşünüyorum. Çünkü karıştığı zaman işleri daha berbat ediyor. Sonuçta bu hukuksal bir sorunsa, bırakın hukukçular halletsin. Bize ne? Hukukçu kendi verdiği kararın arkasında durmuyor, onun arkasına SK’yı koymaya çalışıyor. Asıl sorun bu.
Silahlı Kuvvetleri darbeye teşvik eden insanlar var
Ama 367 kararının alınması sürecinde askerlerin hukukçulara bu yönde karar almaları için baskı yaptıkları anlatılıyor.
Hayır. Darbelere baktığımızda da öyle. O darbelerde asker kadar siviller de suçlu. SK’yı darbeye teşvik eden insanlar var. Her gün gelip insanların kafasını şişiren bir sürü insan var. Zamanında komutanların odalarından çıkmayan gazeteciler, işadamları vardı. Bunlar ne konuşuyorlardı? Şu an bildiğimiz gazetecilerin arasında da var. Oradan bilgi alıp kitap yazanlar da var. TÜSİAD’dan gelip komutanlarla görüşüyordu bir zamanlar insanlar. Ben de şahit oldum. Genelkurmay Başkanı’nı, ordu komutanını ziyaret eden insanlar, işadamları var. Ben merak ederim, bir işadamı bir ordu komutanını niye ziyaret eder?
27 Nisan hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence hatalı bir konu. 27 Nisan’da genel sekreter ya da ikinci başkan Yaşar Büyükanıt’a “Bu yanlış olur” demeliydi. Ayrıca bunu yazdınız, bundan sonra hükümetten Cemil Çiçek çıkıp “Siz bizim memurumuzsunuz” dedi. İkinci adım ne olacak? Silah alıp hükümeti mi basacaklar? İkinci adımı düşünmezseniz, olmaz. Ayrıca hiçbir desteği de yoktu bu davranışın.
Peki, neden yaptı bunu Yaşar Büyükanıt?
Bilmiyorum, büyük ihtimalle emekli komutanlarımızın teşvikiyle, telkiniyle yaptığını değerlendiriyorum. Bizim emekli komutanlarımız çok karışırlar böyle işlere. İkide birde ararlar genelkurmay başkanlarını, “şunu, bunu yapın” diye, “memleket elden gidiyor” diye…
Ergenekon – Balyoz davalarıyla ilgili belli kesimlerde şöyle bir algı var: Birkaç kişi darbe yapmak istedi ama kurunun yanında yaş da yandı. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Hayır, darbe niyeti olduğunu düşünmüyorum. Ben de 1 sene evvel 1.Ordu’da tugay komutanıydım. Söz konusu seminerdeki konuşmalara yani irticanın, iç güvenliğin incelenmesi, vs. bakıldığında, kastını aşan konuşmalar var. O bir darbe falan değil. Bir gözdağı vermek olabilir. Hem TSK’ya yani üst komutanlara hem de Hükümet’e. Çünkü o zamanlar büyük ihtimalle, kimin kuvvet komutanı olacağı gibi konular da vardı. Ayrıca isteseler bile darbe yapamazlardı. Ben Personel Başkanı’ydım, bütün birlikleri dolaştım. Hiçbir birlik komutanı, hiçbir genç subay bunu istemiyordu. Ve genç subaylar artık bu konuşmalardan da bıkmıştı. Nasıl yapacaklardı? Komutan tek başına darbe mi yaparmış?
Askerin genetiğinde “vatanı koruma, darbecilik” var mı?
Vatanı koruma var tabii. Ve devamlı işleniyor. Harp Okulu’nu bitirip yıldız taktığınızda, kendinizi dünyanın en büyük adamı gibi görürsünüz. Ülkeyi kurtaracak insan gibi görürsünüz.
Peki bu değişti mi yeni nesilde?
Bence yeni nesil yasalara uyma, ülkenin demokratikleşmesi, ülkeyi, toplumu okuma, analiz etme, bilgi, görgü, toplumla ilişkiler konularında bize göre daha iyi. Bence tek hataları, bireysel düşünme konusu, bu da çağımızın getirdiği bir şey.
İstihbarat çalışmaları yetersiz
Türkiye’deki istihbarat çalışmaları yeterli mi?
Hayır. Uzun süre MİT müsteşarı korgeneral rütbesinde biriydi. 1992’de Sönmez Köksal ile bu değişmeye başladı. O sırada MİT Kanunu çıktı ama SK istihbaratıyla ilgili bir kanun çıkartılmadı ve SK istihbaratı güdük kaldı. Elinde bir tek GES (Genelkurmay Elektronik Sistemler) Komutanlığı vardı. 2006’da yeni malzemeler alınmaya başlandı. Arkasından GES Komutanlığı’yla ilgili birtakım iddialar ortaya atıldı, şunu, bunu dinliyor diye. Sonuçta Başbakan MİT’e katılmasına karar verdi. Ve zaten budanmış olan şey iyice budandı.
Şimdi Genelkurmay istihbaratı nereden alıyor?
Stratejik istihbaratı MİT’ten alıyoruz. Dışarıdaki ataşelerimizden alıyoruz. Buradaki yabancı ataşelerle, başka istihbarat örgütleriyle irtibattayız. İstihbaratın yüzde 80 – 85’i açık kaynak istihbaratıdır. Yüzde 10’u belki sinyal istihbaratı, yüzde 5’i de insan istihbaratıdır. En zor ve en gerekli olan, insan istihbaratıdır. MİT’in de emniyetin de insan kaynağı zayıf. Dinleme çok basit. İsrail’in sattığı cihazları baz istasyonlarının yanına koyunca bütün bilgileri alırsınız. Ama bu istihbaratçılık değil. İstihbaratçılık, muhalifleri dinlemekten çok, olayları önleme amaçlı ve stratejik olmalı. Böyle bir istihbaratçılık yok Türkiye’de.
Ne eksik?
Analiz yeteneğimiz yetersiz. İngiltere’de Amerikalılara ait Joint Analysis Center diye bir analiz merkezi var. Tüm Avrupa istihbaratı bilgileri oraya gider. Orada PKK ile ilgili bir birim vardı. O bölümde benim terörle ilgili iç istihbarata bakan 2.dairemde çalışandan daha fazla adam vardı. Bölümün başındaki uzmanın analizlerini biz yapamıyoruz. Maalesef Türkiye’de stratejik, taktik ve operatif istihbaratın yeterli olduğunu sanmıyorum. Mesela uydumuz yok. İsrail’in ise bölgede en az 8-10 uydusu var.
Niye uydumuz yok?
Atacağız güya. Biz bu eksikliği dile getirdik. Uydu ihalesi de yapıldı. Dinleme sistemlerinde de eksiğimiz var. MİT GES’i aldı. Hakan Fidan’ın Türkiye’de büyük bir istihbarat çiftliği yaratmak gibi bir projesi vardı. Ama askeri istihbarat farklı bir şey. Dünyanın her yerinde askeri istihbarat var. Bir tek Almanya’da BND ile askeri istihbarat 2009’da birleşti. BND’nin karargahında bir tümgeneral var, ona bağlı 600 – 700 asker çalışıyor. MİT’te şu an 30 asker çalışıyor. Ortak analiz gerekli. İstihbaratçılar çok fazla bilgi sahibi olursa, bize karşı kullanabilirler diye bir korku var. O darbeleri düşününce, haklı da olabilirler, bir şey demiyorum. Kontrol altında tutulmaya çalışılıyor, çok fazla gelişmiyor. Genelde iç ve dış istihbaratın ayrı olması gerekirken, ayrı değil. Bizde de mutlaka ayrılmalı.
Siyasete alıştınız mı?
Alışamadım. Eylül’den beri bir çok milletvekili, siyasetçiyle görüşmeler yapıyoruz. Bir akşam söz veriyorlar, ertesi öğlen o sözden dönüyorlar. Milim milim hesap yapıyorlar. Şimdi de bu aday adayı olma meselesi var. Ben şahsen aday olmak istemiyorum. 25- 26 yaşlarındaki iyi yetişmiş gençler siyasete girmeli. Ama şu an Türkiye’deki siyaset tam menfaat üzerine kurulu. Herkes hesap içerisinde. Mesela birileri diyor ki, ‘CHP seçime girsin, nasılsa az oy alır, o zaman da yönetim gider, biz geliriz yönetime.’
Süleyman Şah operasyonu konusunda mensubu olduğunuz Vatan Partisi’yle tamamen zıt bir tutum izlediniz. Onlar çok yanlış bulurken, siz operasyonun askeri olarak doğru olduğunu söylediniz. Bu birliktelik uzun sürer mi?
Bilemiyorum ama burada olmamın nedeni, bir, AKP iktidarına karşı bir alternatif olma niyeti. İkincisi, ülkenin bütünlüğünün savunulması, cumhuriyet felsefesinin devam ettirilmesi. Atatürk’le, Altı Ok’la birleşmek için buradayım. Bunlar olmazsa, burada işim yok zaten.
CHP de AKP’leşmeye, dini kullanmaya başladı
CHP’li bir aileden geliyorsunuz. Neden CHP’ye katılmadınız?
CHP AKP’leşmeye başladı, o da dini kullanmaya başladı. CHP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adayını (Ekmeleddin İhsanoğlu’nu kast ediyor) yanlış buluyorum, CHP’ye uygun değildi. Ayrıca iyice Amerikancılaşmaya başladı. Mesela partiye yeni katılanlardan Murat Özçelik tam Amerikancı biri. Bağdat’ta büyükelçiyken çalışmalarını biliyorum, Amerika ne derse onu yapar. Sonra “Altı ok”a, Atatürk’e sahip çıkmıyor CHP. Ben “Dersimli Kemal”im diyor. Tamam Dersimlisin, ben de Bursalıyım. Artık CHP’yi desteklemekten vazgeçmemin nedeni, tamamen cumhuriyet felsefesini terk etmesi.
Peki neden Vatan Partisi?
Çünkü biz cezaevine girdiğimizde, İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal dışında hiçbir şey bizi desteklemedi. Sadece onlar vardı. Girdiğim zaman da kimseyi tanımıyordum, orada tanıdım. Cezaevinde Cumhuriyet gazetesine yazı yazdım, gönderdim, basmadılar. Cumhuriyet gazetesi askeri sevmiyor. CHP de sevmiyor.
Siyasete girmeden önce Doğu Perinçek hakkında ne düşünüyordunuz?
Tanıyıncaya kadar iyi şeyler düşünmüyordum. Ben de her TSK mensubu gibi “Bu adam gidip Abdullah Öcalan’la görüştü, şunu, bunu yaptı” gibi düşüncelerim vardı. Ama konuştuğumda fikrim değişti. Bir kere işin samimiyeti çok önemli. İnsanlar kendi ceplerinden para harcayarak bu işi yapıyor. Çok enteresan bir olay. O çalışmayı görünce daha farklı bakmaya başladım. Bir de gerçekten minnet borcum var.
Perinçek fikirleri o kadar farklı biri değil miymiş?
Hayır. Öcalan’la görüşmesinin nedeni, Öcalan’ı yabancı istihbarat örgütlerine kaptırmamak.