Türkiye Suriye’ye girebilir mi. Cengiz Çandar bu sorunun cevabını
aradı. Çandar’a göre Türkiye’nin Suriye’ye girmesi oldukça zor
görünüyor. İşte bunun nedenleri:
7 Haziran’ın en çarpıcı sonucu olan “Erdoğan mağlubiyeti” ve 16
Haziran’da “Tel Abyad’daki IŞİD mağlubiyeti”nin ardından, henüz “yeni
TBMM” çalışmalarına başlamadan, “Türkiye, Suriye’ye girecek mi?”
tartışmasının içine itildik.
“Havuz medyası”na bakarsanız, “TSK’nın bu konudaki ‘Harekât Plânları”
hazır.” Genelkurmay’dan “havuz olmayan” medyaya sızdırılan “bilgiler”e
bakılırsa, askerler Erdoğan’ın, Türkiye’nin “stratejik çıkarları”nın
önüne “kendi iktidar hesapları”nı aldığı görünen “maceraperest Suriye
politikası”na ayak diriyorlar. Suriye’ye “girmemek için” bin dereden su
getiriyorlar.
Hatta, Başbakan Ahmet Davutoğlu, “yazılı direktif” vermiş olmasına
rağmen, askerlere söz geçiremedi. Bu, MGK Bildirisi’nin satır
aralarından da anlaşılıyor..
“Türkiye’nin Suriye’ye girmesi” konusunun, elbette ki, bir “iç
politika boyutu” mevcut. Bu, Tayyip Erdoğan’ın istemediği “AKP-CHP
koalisyonu” ihtimalini yok etmeyi amaçlıyor. Erdoğan’ın, kaybettiği
“kişisel iktidar gücü”nü geri almak için, Kasım ayında bir “yeniden
seçim”i arzuladığı, o vakte kadar bir “dış politika krizi” zemininde
“ulusal lider” olarak yükselmeyi tasarladığı seziliyor.
Ne var ki, “Türkiye’nin Suriye’ye girmesi” konusunun, Tayyip
Erdoğan’ın önüne set çeken bir de “dış politika boyutu” var. İşin bu
yönü, Carablus-Azaz arasında yaklaşık 100 kilometre eninde ve yaklaşık
30 kilometre derinliğinde bir hatta gerçekleştirilecek
“Türkiye müdahalesi”ni pek mümkün kılmıyor.
Erdoğan’ın derdi, Carablus’un IŞİD’in elinde olması, Azaz’ın –ki,
Halep’e yarım saat uzaklıkta- IŞİD tehdidi altında bulunması değil.
Kobani ile Afrin Kürt kantonu arasındaki bu bölgenin zamanla “PYD
kontrolü” altına girmesi ihtimali. Daha doğrusu, TSK’nın malûm
alerjisini harekete geçirebileceği bu “bahane”ye dayanmak istiyor.
Bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor.
Ne var ki, bu konu, kağıt üzerinde gözüktüğü kadar basit değil.
Suriye, herşeye rağmen, “BM üyesi” egemen bir devlet. Şam rejimi,
egemenliğini ülkenin her yanında kullanamasa da bu böyle. Türkiye’nin
Suriye toprakları içine, kaç kilometre olursa olsun, asker sokması,
bambaşka denklemleri devreye sokar.
Şam, İran ya da Rusya ile üzere, “askeri ittifak anlaşması”
imzalayarak, “topraklarının korunması” amacıyla “yabancı birlikleri”
Suriye topraklarına davet ederse, Türkiye, kendisini böyle bir gelişmeyi
“tetiklemiş” olan “yabancı güç” konumunda buluverir.
Ayrıca, Türkiye, bir “NATO ülkesi”; Türkiye’nin askeri, Tayyip Erdoğan’ın aklına estiği gibi, herhangi bir ülkenin topraklarına “NATO onayı ve desteği” olmadan giremez.
Hepsinden önemlisi, şayet, Suriye topraklarında “Kürtlere karşı savaş
cephesi” açmak anlamını taşıyacak bir adım atılırsa, bu “cephe” öyle 33
kilometre derinliğinde, Carablus-Azaz uzunluğunda bir “cephe” olarak
kalmaz; Kobani’den Türkiye’nin çok içlerine kadar genişleyebilir.
Yüzde 13 oranında oy elde etmiş ve bu oranın artabileceği şekilde
Kürt siyasetinin Türkiye’ye entegre olduğu, meşru yapılar içinde
meşruiyet elde etme perspektifi elde ettiği bir dönemde, “Kürt
sorunu”nun böyle bir “dönüşümü”nün hiçbir gereği yok.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin “Suriye politikası” çoktan “iflâs” etti.
“Maceraperest savaşçı politikalar” ile “iflâs”tan kurtulunmaz. Hele bu
“maceraperestlik” Erdoğan’ın “kişisel iktidar hesapları”yla içiçe
geçmişse.
Ona 7 Haziran noktayı koymuştu..