Basın Konseyi Başkanı Pınar Türenç, Ergenekon davası hükümlüsü eski
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Silivri Cezaevi'nde ziyaret etti.
Ziyaretinin ardından Türenç bir yazı kaleme aldı.
Türenç'in yazısı;
"Zaman ne de çabuk geçiyor. " Orta Mahalle" ye gideli , iki yıl olmuş.
Hesap etmeli mi, etmemeli mi? Kaç bahar geçmiş üzerinden. Kaç yaz, kaç kış..
5
Ağustos'ta, müebbetle sonuçlanan davada, Silivri ceza infaz kurumunun
'Orta Mahallesi'ndeki 5 No'lu cezaevinin bir hücresine gireli iki yılı
devirmiş bile..
Genel Kurmay eski Başkanı, Orgeneral İlker
Başbuğ'la konuşmak için yollardaydık bu kez. Basın Konseyi heyeti olarak
ziyaret edeceğimiz Başbuğ'un yanına yine uzun üst ve göz taramalarından
geçip gittik.
Gardiyanların arasında aşağıdaki hücresinden üst
kattaki açık görüş salonuna geldiğinde Başbuğ, her zamanki titiz görümü
ile karşımızdaydı.
"Hoş geldiniz" dedi ve önceden hazırlanmış görüş masasına davet etti.
Açık bej pantolonunu , gömleğinin üstüne giydiği aynı renkteki süveteri tamamlıyordu.
Oysa hava iyi sıcaktı. Silivri kırsalının "orta mahallesi" ise daha da sıcaktı.
"Hoş
geldiniz. İlk kez bir gazeteci ile açık görüş yapıyorum. İlk kez siz
bir basın kurumu olarak ziyarete geldiniz." dedi ve "Nasılsınız?"
sorumuzu beklemeden, cezaevi koşullarını anlatmaya başladı:
"Neticede
burası bir cezaevi. Şartları belli. Başkasını aramak yanlış olur. Mutlu
değiliz tabii. Cezaevi koşulları kötü. Saçma sapan uyduruk bir davayla
getirildik buraya. Kaç ay oldu, kaç gün oldu saymıyorum. Şaka gibi.. İki
yıl oldu bile.. Arkadaşlarım 2011 de alınmıştı. Benden önce girenlerden
bile rahatsızlık duydum. Şimdi ise kendimi vicdanen hür hissediyorum.
Emrinizdeki arkadaşlar tutuklu iken siz dışarıdaysanız rahatsız
oluyorsunuz."
Başbuğ, hücre koşullarını anlatmaya devam ederken,
kendisiyle fotoğraf çektirmek istediğimizi söyledim. İtiraz etti.
"Hayır hayır" dedi. "Fotoğraf çekilmesini istemiyorum. Buradan geriye
hiçbir şey kalmasın. İstemiyorum."
Ve yeniden kaldığı yerden anlatmayı sürdürdü:
"Burada
önemli olan sağlığınız. Hasta olamayacaksınız. Cezaevinde en sıkıntılı
konu doktor meselesi. Şimdi revir oldu ama dikkat etmek zorundasınız.
Bunun için de fiziki ve ruhsal sağlığınızı korumanız gerek."
Masanın üstüne iki elini açtı. Baş parmakları ile işaret parmaklarını üçgen şeklinde birleştirdi.
"
İşte bu üçgen önemli. Üçgenin bir kenarı davalar, ikinci kenarı
gazeteler üçüncüsü televizyonlar. Üçünün içine hapsolursanız gidersiniz.
Bozulursunuz. Onun için kendimi okumaya ve yazmaya verdim. 2 ciltlik
Atatürk kitabımı yazdım. Bir yıl uğraştım. Terör kitabım da çok iyi
oldu. Şimdi Atatürk kitabımı İngilizceye çeviriyoruz. Çok iyi bir
referans kitabı olduğunu düşünüyorum. 2. bölümü daha analitik oldu.
Atatürk'ü doğru bilmiyoruz. Tam öğrenmemiz lazım. Ben bile kitap
araştırmalarımda çok yeni boyutlarını öğrendim."
Hücresinde
Tolon paşa ve Tuncer Kılınç paşa ile kaldığını, haftada bir saat masa
tenisi sporu yaptığını söylerken, "biraz kilo da vermişsiniz.." dedim.
"Hayır hayır vermedim. Keşke verebilsem." diye yanıtladı. Oysa solgundu, zayıflamış bir hali vardı.
Havalandırma bölümünün nasıl olduğunu sorduğumuzda ise, şöyle anlattı:
"Hücrenin
önünde bir havalandırma kısmı var. Boyutu, 6-7 metrelik bir boş havuz
kadar. bir boş beton havuz hayal edin. İşte tüm hava alma yerimiz
burası."
Özel koşulları, insani boyutları dile getirmekten hep
kaçındı. Özlemlerini, ailesini, yaşamsal isteklerini anlatmak istemedi.
Aklı fikri davadaydı, adalet sistemindeydi..
"Hiç kötümser olmadım." diye süreci anlatmaya başladı;
"Beni
tanıyanlar bilir, kötümser hiç olmadım. Çünkü ciddi suç işlediğimi hiç
düşünmedim. Düşünürseniz kötümser olursunuz. Suçlu olan kötümser olur.
Kendimize güveniyoruz. Mücadeleye devam edeceğiz. Adalet mülkün temeli
diyorsanız sokaktaki insan bir gün bana da lazım diyorsa ve bu adalet
sisteminden bugün şüphe duyuyorsa, bu iş bitmiş demektir. Bence bu
kanaat yüzde 50'nin üstünde. Bu boyutta bir güvensizlik varsa o ülkede
başka konunun konuşulması boş. Şimdi ülke bu noktada.."
5 ağustos karar duruşması sonrasında rahat uyuyup uymadığını sorduğumuzda da şöyle yanıtladı Başbuğ:
"Ben,
rahat ve normal uyudum. Acaba hakimler uyudular mı? 2 yedek üye uyuduk
diye konuşmuşlar. Böyle bir şey olabilir mi? Benim son sözümü bile
almadılar. Oysa 2-3 dakikada anlatacaktım. Bu mu adalet? Ben Genel
Kurmay Başkanıyım. Hükümetin görevini engellemekle suçlanıyorum. Hiç mi
sizin kadrolarınız niyetleri hissetmediler? Çağır, sor. Gerek bile
duymadım diyor mahkeme. Esas ve usul açısından felaket bir durum.
Tutulacak noktası yok. Bunları, bilerek mi yapıyorlar anlamıyorum. Esas
ve usul açısından adalet yok."
İlker Başbuğ'la konuşmamız
uzayınca yemek saati de geldi. Başbuğ'a " yemekleri yiyebiliyor musunuz.
On bin kişiye pişen yemeklerden şikayetler var. Yemekleri nasıl hücreye
veriyorlar?" diye sorduğumda, güldü:
" Kapıyı açıp veriyorlar.
Verilen yemeği de yemeye gayret ediyoruz. Biz cezaevi koşullarını kabul
edip yaşıyoruz. Yemekleri bazen yağdan arındırıyorum ,bazen de kantinden
alıyorum. " dedi.
Sonra ikram edilen çayları yudumlamaya devam ederken, içindeki duyguları, kafasını kemiren konuları anlatmayı sürdürdü:
"
Bir senaryo yazılıyor. Senaryoda adı geçenlere rol veriliyor. Önce
aleyhte haberler çıkmaya başlıyor. Sonra sizi ifadeye çağırıyorlar.
İfade tutanakları gazetelerde çıkıyor. Korkunç bombardımana
giriyorsunuz. İddianame çıkmadan bombardıman başlıyor.
Damgalıyorlar.Medya da bilerek bilmeyerek buna alet oluyor.
İddianameleri de kimse okumuyor.39 sayfalık iddianamenin 30 sayfası boş
laf, 9 sayfası ise abuk sabuk iddialarla dolu. İnternet andıcı dediler.
Abuk sabuk. Kara propagandayı nasıl yapmışım o zaman. 4 internet
sitesini açmadan kapatmışız. Kapatmasaydınız yapacaktınız o zaman
diyorlar. Buna da adil yargılama diyorlar. Suçum, 312'den hükümeti
devirmekmiş. Başbakan ise, biz iyi çalıştık diyor. O zaman suç nerede?
Hiyerarşik yapıda örgüt yapılanması olamaz. Devlet yok olur zira. Biz 7
yıl bu hükümetle çalıştık. Örgüte sızmakla suçlanırken, adalet bu işin
neresinde? Suçlamaların hepsi abuk-sabuk. Akıl alır gibi değil. Hem
canavarsınız,hem devlet çalışanı, hem terörist. Dr. JEKYLL ile Mr. HYDE
benzetmesi gibi. Olabilir mi?"
Ergenekon'dan yargılananların iki kategoriye ayrıldığını da söyleyen Başbuğ şöyle devam etti:
"314/
2 den suçlananlara 7-8 yıl verildi. Çoğu da Allah'a şükür çıktılar.
İkinci kategoriye konulanlar, 314/1'den yöneticiliğe sokuldular. Kalıp
bu oldu. Sonuç müebbet."
"Bundan sonra ne bekliyorsunuz" sorumuza yanıtı kısa oldu:
"Hiçbir şey. Onlar düşünsünler. Bunun altında ezilirler. Çok ciddi haksızlık var."
1995
yılında Kuzey Irak harekatında Çukurca bölgesinde O bir odada harekatı
izlerken, ben de haber peşinde, Saddam'ın yazlık sarayında konuşlanan
Türk birliklerinin yanında olayları izlemek istemiştim. O günlerden bu
günlere geldiğimizde, gelinen son durumu da paylaşmak istedim Başbuğ
ile. Günceli konuşmaktı amacım. PKK-Kandil-İmralı görüşmeleri ve
gelişmeler konusunda ne düşünüyordu acaba orta mahallede. Kısaca
yanıtladı Başbuğ:
"Öncelikle, görüşmeler kesinlikle silahların
koşulsuz bırakılması amacıyla yapılmalı. Birincisi bu. İkincisi siyasi
sorumluluk alınmalı. Üçüncüsü gizli olmalı. Dördüncüsü görüşmeler
kesilmemeli. Terörde 1993-1995 dönemi çok önemlidir.Çok zor bir dönemdi.
Şimdi PKK strateji değiştirdi. Siyasi alandaki mücadele de
zordur.94'deki başarı olmasaydı, şimdi ne olurdu? Çukurca-Yüksekova
üçgeninin koparılması engellenmiştir. Bugün farklı boyuttayız. Unutmamak
lazım, lider kadro varken örgüt de bitmez. Kandil önemli. Umarım barış
olur.."
Konuşmamızın tamamlandığını işaret eden görevlilere
"tamam" diyerek bizimle vedalaşan Başbuğ'la vedadan sonra, arkamıza
bakmadan açık görüş salonundan çıktık. Genel Kurmay eski Başkanı da
gardiyanların arasında yeniden alt hücresindeki kitaplarına döndü."