21 Temmuz 2014 Pazartesi

'Sarı öküzü vermeyecektin'


'Sarı öküzü vermeyecektin'

İlker Başbuğ'dan olay yaratacak açıklamalar. Gazeteport yazarı Mete Yarar herkesin dilinde doladığı ancak soramadığı soruları sordu, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ yanıtladı.
 
Hepimizin bildiği bir deyim vardır ya hani. “Ah o sarı öküzü vermeyecektik” diye. Bu deyimi çoğunlukla da olayların başlangıcında yapılan ilk hata için kullanırız. Görünen o ki, toplum olarak hatayı bulmaktan çok suçluyu bulmayı seviyoruz. Bu nedenle de feda edilen ilk kişiyi ve feda edeni bulmak magazinsel olarak daha fazla ilgimizi çekiyor. Peki, TSK’nın son yedi yılda yaşadığı derin travmanın asıl suçlusu sizce kimdi? Yazı dizimizin ilk bölümünde ben de büyük çoğunluğun isteğine uyarak, Sayın İlker Başbuğ’a daha medeni bir şekilde sorumu sordum. “Bu olayların başlamasında ve buraya doğru evrilmesinde personeli feda ettiğinizi düşünüyor musunuz” diye… Gözlerinde acı bir ifade varken dudaklarında küçük bir gülümseme ile anlatmaya başladı. O anlattıkça ben de sormaya devam ettim.

-
 Ben yalnızca kendi dönemimle ilgili sorumluluk alabilirim, ama benim dönemimde yaşanan büyük sorunların ana kaynağı benim dönemimle ilgili değildi. Bu yaşanan süreçlerin doğru anlaşılması ve birilerinin personelini feda etmesinden çok, benim yapabileceğim ne vardı, istersen ona bakalım.

- Hangi konuları kastediyorsunuz?

2005’te Şemdinli olayları oldu. Savcı tarafından hazırlanan iddianame adeta Ergenekon iddianamesinin bir prototipi gibiydi.
Sonuçta, adli mahkemeler ağır cezalara hükmetti. Emekli ve muvazzaf askeri personelin adli mahkemelerde yargılanmasına ilişkin yakın tarihteki ilk örnekler, 18 Şubat 2006’da “Sauna Çetesi” ile 31 Mayıs 2006’da “Atabeyler” adlı davalardır. Böylece belki de, ilk defa muvazzaf askerler sivil yargı karşısına çıktı ve yargılandı.

18 Eylül 2008’de, yani ben Genelkurmay Başkanlığı görevine başladıktan neredeyse iki hafta sonra; Teğmen Mehmet Ali Çelebi Ergenekon davası kapsamında gözaltına alındı. Onun durumu K.K.K.lığı tarafından incelendi, maalesef bilgi yetersizliğinden dolayı, durumu net olarak anlaşılamadı.


15 Haziran 2009’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Alb. Dursun Çiçek’i ifade vermeye çağırdı. İtiraz ettik. İstemlerini geri çektiler.
Emekli personelin gözaltına alınmalarını medyadan öğreniyorduk. Muvazzaf personelin durumu ise farklıydı. İddianameler açığa çıkmadan, onları görmeden açık tavır alınması zordu. Unutmayın iddianameleri gördükten sonra net tavır aldığımız olaylar çoktur. Örneğin, Erzincan soruşturmasında, 3.Ordu Komutanına açıkça kefil olduğumuzu söyledik.
Muhtemelen hatırlarsınız amirallere suikast diye bir dava açılmıştı. Bu dava da halkımıza bir grup genç subayın üstlerine karşı suikast planladığı şeklinde aktarılmıştı. Bu davanın iddianamesi elimize geldiğinde ben de başından sonuna kadar okumuştum. Okuduğumda hayretler içinde kaldım. İddianamenin bir yerinde amirallere suikast ile ilgili bir bölüm bulunmasına rağmen, sanıklar ile ilgili istenen ceza istemleri içinde suikast ile ilgili bir ceza istenmemişti. Bu ve buna benzer durumlarda bizler de hukukun içinde kalarak gerektiğinde konuşarak, gerektiğinde muhatapları ile görüşerek personelimizin haklarını korumaya çalıştık. Defalarca bir komplodan bahsetmiş olmamıza rağmen o dönemde maalesef muhataplarımız tarafından olayları büyütmek ve abartmakla suçlandık.

Anladığım kadarıyla görev döneminizle ilgili olarak siz elinizden geleni yaptığınızı söylüyorsunuz. Peki, bu kadar mücadele ederken bu tutuklamalar nasıl gerçekleşti? (Sayın Başbuğ uzun bir süre cevap verip vermemeyi düşündükten sonra bana dönerek anlatmaya devam etti)


İlk konuşmamda size bir şey söylemiştim. “Bütün süreçleri kronolojik bir şekilde bakarak değerlendirin” diye boşuna söylemedim. O dönemde değişen ceza hukuku ile ilgili maddeleri, bir şekilde okumanızı tavsiye ederim. Hangi kanunlar değişmiş ve ne zaman değişmiş bir baksınlar isterim. Personelin lehine her itirazımız da baktık ki çok kısa bir süre sonra bunu bertaraf eden bir kanun çıkarılmış.  Benim bu değişiklikten sonra yapabileceğim tek şey kalmıştı, onu tarihe not düşmek. Bu anlamda sık sık basın toplantıları düzenleyerek halkımızı birinci ağızdan bilgilendirmeye çalıştım.


Sanırım siz şunu söylemeye çalışıyorsunuz. Aslında sarı öküz hepimizindi. “Sahip çıkamadıysak bizler çıkamadık” diyorsunuz. Doğru mu anladım? (Sayın Başbuğ bu sorum üzerine yalnızca gülümsedi)
-Sizlere söyleyebileceğim tek şey ben görevi bıraktığımda cezaevinde çok az sayıda personelimiz tutuklu bulunuyordu. Karar halkımızın.

Ben de kendimce bir yorum yapma hakkımı kullanacağım. Dönemin Genelkurmay başkanları içinde en ağır bedeli ödeyen, 26 ay hapiste yatan ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan bir insana sizin zorunuzla bu soruyu sorduğum için kendime biraz kızıyorum. Ama Sayın Başbuğ’un yanıtlarının en azından bir kapıyı aralayacağını, bir kurumun kendini iyileştirmesini başlatacağını umuyorum.
YARIN: KOZMİK ODA’YA GİRİLMESİNE NEDEN İZİN VERDİ?