7 Temmuz 2014 Pazartesi

Kantin subaylığından Başkomutanlığa / Namık Çınar



Başbakan tam gaz, meselelere her zamanki gibi bodoslamadan girmeye devam ediyor.

Şimdi de çıkıp halka, “öyle vekil mekil falan değil, doğrudan doğruya asıllar olarak, bundan böyle Başkomutanı artık siz seçeceksiniz” demekte bir beis görmedi, meselâ.

Ağzına ne gelirse söylemek suretiyle kafa yarıp göz çıkararak, hepimize gına gelmiş şarkısının ıslak yollarında, tutku pusulasının ibresi istikametinde fütursuzca ilerleyip gidiyor.

Hâlbuki Anayasa’ya göre Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevi varlığının ayrılmaz bir parçasıymış; bir başka seçimle ihdas edildiği takdirde o bağ kopar ve Meclis’e ait bu görev ve yetki, onun olmaktan çıkarak elinden tamamen alınırmış; ne gam!

Bu dengeler Başbakan’ı zerre kadar ilgilendirmiyor.

Harp ilânının ve ona değgin bir kurum olan Başkomutanlığın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sıkı sıkıya bağlı bir kuruluş misyonu olduğunu kavrayamıyor.

Başkomutanlığın, cumhurbaşkanı bakımından yalnızca sembolik bir temsil öğesi olduğunu göremiyor.

Kaldı ki, bu dahi ancak barış şartlarında bir hükmün ifadesidir.

Zira savaş hâli sözkonusuysa, Başkomutanlık Anayasa gereğince derhâl Genelkurmay Başkanı’na geçiyor.

Yani esasında nötr bir işlev sözkonusu: Savaş yoksa Başkomutansın. Savaş varsa artık değilsin.

Hani küçükken çocuklara, zırlamasınlar diye oyuna fındık fıstık kabilinden alınır gibi yapılır ya, o hesap.

Çünkü Başkomutanlık, siyasal yetki ve sorumluluk üstlenmiş bir hükümet tasarrufu olmak zorundadır.

Türkiye’nin seçtiği son iki yüzyıllık yaşam tarzı Kara Avrupa Hukuku çizgisinde ilerlediğinden; monarşiden demokratik cumhuriyete doğru alınan mesafe...

devletin başındaki tek yetkili ama sorumsuz Sultandan...

yönetim ilişkilerinde yetkisiz ve sorumsuz ama devleti sadece sembolik temsille yükümlü bir cumhurbaşkanına... evrilmek şeklinde gelişmiştir.

Yönetimi altında tuttuğu ve sömürdüğü kitleleri canından bezdirmiş “devlet” denen bu kadim yapının...

tamamen ortadan kaldırılması yerine, tabiatından neşet eden eski zorbalıklarından arındırarak...

başına “cumhurbaşkanı” diye siyaseten güçsüz ve sembolik birinin konmasını...

bütün ağırlığın seçilmiş bir “meclis”e...

onun bağrından çıkmış “hükümet”e...

ve tamamen evrensel imbiklerden geçmiş normlarla iş gören “yargı”ya bırakılmasını...

tarihin bundan sonraki safhasında onun artık halka, demokrasi dediğimiz usûllerle hizmet etmesini sağlamak mükellefiyeti olarak anlamak gerekir.

Fakat Başbakan şimdi bunları bozmak istiyor.

1876 tarihli Kanuni Esasi’nin “Zatı Hazreti Padişahinin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mesuldür” diyen...

ve “...harp ve sulh ilânı ve kuvvei berriye ve bahriyenin kumandası ve harekâtı askeriye... hukuku mukaddesei Padişahi cümlesindendir”... şeklindeki 138 sene öncesinin küflü hükümlerine dönmenin bir matahmış gibi müjdesini veriyor.

Yani ne demek şimdi bu?

Nasıl ki dün, monarşinin tasarruflarından dolayı sorumsuz olmasına rağmen Başkomutanlık yetkisi Padişah Hazretleri’nin kutsal haklarından idi ise, bugün de Başbakan aynı gücün kendisinde olmasını istiyor.

Sultan olmak istediğini söylediğimizde de kızıyor.

Ya ne istediğini bilmiyor; ya da kentli mi köylü mü, çağın içinde mi dışında mı, yerde mi gökte mi belli olmayan, henüz sosyolojik karmaşası durulmamış, kendine öfke ve çaresizliklerle bağlı görünen geçici bir kitlenin zayıflıklarını kullanıyor.

Sanırım her ikisi birden.

Zira bilmediği şuradan belli ki, Hüseyin Avni Ulaş önderliğindeki II. Grup’la yapılan “ilk meclis”teki kavga, Mustafa Kemal’e olan askersel saygıya rağmen, Başkomutanlık müessesesini Meclis’in uhdesinden kopararak kendi şahsi tasarrufları arasına dâhil etmeyi istemesine direnmek yüzünden çıkmıştı.

Nitekim daha düne kadar biz de Kemalizm’i, demokrasiye ters düşen bu tür eylemleri nedeniyle eleştirmemiş miydik?

Bugün aynı şeyi, “siyaset olarak II. Grup’un devamıyız” diyerek yalan söyleyen Erdoğan isteyince susacak mıyız?

Onu kastederek, Kemalizm’in dinci versiyonu olduğuna dair söylemlerimiz, boşuna mıydı sanıyorsunuz?