Nilgün Altınok, 24 Haziran 1980 yılında öldürüldüğünde 16 yaşındaydı.
Aynı olayda emekli yüzbaşı ve MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali
Rıza Altınok ve annesi de hayatını kaybetmişti. Nilgün, daha hayatının
baharına bile gelmemişken kendisine kiracı süsü veren THKP-C/MLSPB
isimli bir örgütün militanları tarafından katledilmişti. Nilgün'ün, Ali
Rıza Altınok'un kızı olmasından başka hiçbir günahı yoktu. Şartlar darbe
için olgunlaştırılıyordu. Bu nedenle 'can'a ve 'kan'a ihtiyaç vardı.
Solcu kılıklı bir örgüt, şartların olgunlaştırılması için ateşinin
altına odun atıyordu.
Yine Abdi İpekçi ve Prof. Dr. Cahit Tütengil de 12 Eylül'ün şartlarının oluşturulması sırasında, sağ kılıklı bir örgüt tarafından öldürülmüştü. Hele bir isim vardı ki, onun katledilmesi, Türkiye'nin en az 30 yılını karartmış olan bir örgütün deşifre olmasını engellemişti. Savcı Doğan Öz, 12 Eylül'e giden yolun taşlarını döşeyen bir örgütün varlığını fark etmiş ancak bu fark edişi canıyla ödemişti. Doğan Öz'ün öldürülmesi bu karanlık şebekenin en az 35 sene daha ülkeyi karanlıkta bırakmasına neden oldu. O gün bu yılanın kuyruğu tutulmuş olsaydı, Türkiye bugünkü temizlenme gayretlerini o gün yapabilmiş olsaydı belki 12 Eylül, belki 1993 gizli darbesi, belki binlerce faili meçhul cinayet, belki PKK terörü, belki 28 Şubat olmayacaktı.
Türkiye, ilk defa, başarılı olmuş bir darbeyi yargılamaya başladı. Yargılamanın gerçekten olabilirliği anlaşılınca, müdahillik başvuruları bir hayli arttı. Bakanlar Kurulu'nun yanı sıra referanduma hayır oyu vermiş olsalar bile CHP ve MHP de 12 Eylül davasına müdahil olarak darbelerden hesap soranlar arasına girdi. Müdahillik başvurusu yapanlar sadece bunlar değil tabiî ki. Yurdun dört bir yanında, 12 Eylül darbesinden sonra işkence gören, idam edilen, hakları elinden alınanlar da cuntadan hesap sormak için sırada.
Ancak kanaatim o ki; 12 Eylül sonrasında mağdur olanlar değil, darbeye giden süreçte canlarını kaybedenlerin yakınlarının davaya müdahil olması çok daha önemli. Çünkü darbenin en temel gerekçesi olarak, "Ortalık kan gölüne dönmüştü, kardeş kardeşi vuruyordu, Alevi-Sünni çatışması had safhaya ulaşmıştı. Biz darbe yapmaya mecbur kaldık.'' diyorlardı.
O dönemi yaşayanlar hatırlayacaktır. Gerçekten de öyle bir ülkede yaşıyorduk ki, her gün ortalama 30-40 kişi saldırılarda öldürülüyordu. Her gün olay, her gün bir katliam... Her yerde grev var. En temel ihtiyaçlar çay, yağ, şeker karaborsada. Ülkede kuyruklar, kargaşa almış başını gitmişti. Herkes bir kurtarıcı arıyordu ve ülkenin büyük bir bölümü bu kargaşayı ortadan kaldıracak her çözüme razıydı.
Olayın püf noktası da işte burasıydı! Topluma askerî bir darbeyi ikna ettiren bir süreç vardı ve bu sürecin failleriyle, darbeyi yapanlar çok yakından tanışıyordu. Bugün baktığımızda onların yakınlığını çok daha net görüyoruz. Cahit Tütengil gibi solcu bir aydının ailesi, Abdi İpekçi gibi ortanın solunda bir gazetecinin ailesi ve Savcı Doğan Öz'ün ailesi de böyle düşünüyor olacak ki, davaya müdahil olmak istediler. Hakeza, ülkücü Ali Rıza Altınok'un kızı yani Nilgün'ün ablası da katillerle darbecilerin arasındaki ilişkiyi görmüş olacak ki, o da mahkemeye başvuranların arasına katıldı.
Diyorlar ki, bizim babamız, annemiz, körpecik kardeşlerimiz, 12 Eylül darbesi olsun diye bilerek, iraden katledildiler. Gerçekten de 12 Eylül darbesi uğruna binlerce kişi öldürüldü, on binlerce kişi ruhsal ve bedensel sakat kaldı. Topluma korku salınsın diye gencecik çocuklar idam edildi. Türkiye yıllarca iki dudak arasında yönetildi. Bütün hayatını insanlığa vakfetmiş insanlar bir şaki gibi arattırıldı. Bu ortamda generaller, mallarına mal devşirdi. Cuntacılar içinde bazıları dünyanın en zengin generalleri arasına girdi.
Aradan yıllar geçti, güçler ve kudretler elden gitti. Bugün Kenan Evren, sağlık problemleriyle uğraşan ihtiyar, biçare bir adam! Bu durumların geleceğini o zaman da söylüyorduk şimdi de söylüyoruz. Hatta bütün zalimlere söylüyoruz: "Bir gün zalimliklerinizin hesap verme günü gelecek. Ya bir mahkeme kapısında mübaşirin sesiyle uyanacaksınız bu zulüm uykusundan ya da mahkeme-i kübra'nın kapısında..."
Yine Abdi İpekçi ve Prof. Dr. Cahit Tütengil de 12 Eylül'ün şartlarının oluşturulması sırasında, sağ kılıklı bir örgüt tarafından öldürülmüştü. Hele bir isim vardı ki, onun katledilmesi, Türkiye'nin en az 30 yılını karartmış olan bir örgütün deşifre olmasını engellemişti. Savcı Doğan Öz, 12 Eylül'e giden yolun taşlarını döşeyen bir örgütün varlığını fark etmiş ancak bu fark edişi canıyla ödemişti. Doğan Öz'ün öldürülmesi bu karanlık şebekenin en az 35 sene daha ülkeyi karanlıkta bırakmasına neden oldu. O gün bu yılanın kuyruğu tutulmuş olsaydı, Türkiye bugünkü temizlenme gayretlerini o gün yapabilmiş olsaydı belki 12 Eylül, belki 1993 gizli darbesi, belki binlerce faili meçhul cinayet, belki PKK terörü, belki 28 Şubat olmayacaktı.
Türkiye, ilk defa, başarılı olmuş bir darbeyi yargılamaya başladı. Yargılamanın gerçekten olabilirliği anlaşılınca, müdahillik başvuruları bir hayli arttı. Bakanlar Kurulu'nun yanı sıra referanduma hayır oyu vermiş olsalar bile CHP ve MHP de 12 Eylül davasına müdahil olarak darbelerden hesap soranlar arasına girdi. Müdahillik başvurusu yapanlar sadece bunlar değil tabiî ki. Yurdun dört bir yanında, 12 Eylül darbesinden sonra işkence gören, idam edilen, hakları elinden alınanlar da cuntadan hesap sormak için sırada.
Ancak kanaatim o ki; 12 Eylül sonrasında mağdur olanlar değil, darbeye giden süreçte canlarını kaybedenlerin yakınlarının davaya müdahil olması çok daha önemli. Çünkü darbenin en temel gerekçesi olarak, "Ortalık kan gölüne dönmüştü, kardeş kardeşi vuruyordu, Alevi-Sünni çatışması had safhaya ulaşmıştı. Biz darbe yapmaya mecbur kaldık.'' diyorlardı.
O dönemi yaşayanlar hatırlayacaktır. Gerçekten de öyle bir ülkede yaşıyorduk ki, her gün ortalama 30-40 kişi saldırılarda öldürülüyordu. Her gün olay, her gün bir katliam... Her yerde grev var. En temel ihtiyaçlar çay, yağ, şeker karaborsada. Ülkede kuyruklar, kargaşa almış başını gitmişti. Herkes bir kurtarıcı arıyordu ve ülkenin büyük bir bölümü bu kargaşayı ortadan kaldıracak her çözüme razıydı.
Olayın püf noktası da işte burasıydı! Topluma askerî bir darbeyi ikna ettiren bir süreç vardı ve bu sürecin failleriyle, darbeyi yapanlar çok yakından tanışıyordu. Bugün baktığımızda onların yakınlığını çok daha net görüyoruz. Cahit Tütengil gibi solcu bir aydının ailesi, Abdi İpekçi gibi ortanın solunda bir gazetecinin ailesi ve Savcı Doğan Öz'ün ailesi de böyle düşünüyor olacak ki, davaya müdahil olmak istediler. Hakeza, ülkücü Ali Rıza Altınok'un kızı yani Nilgün'ün ablası da katillerle darbecilerin arasındaki ilişkiyi görmüş olacak ki, o da mahkemeye başvuranların arasına katıldı.
Diyorlar ki, bizim babamız, annemiz, körpecik kardeşlerimiz, 12 Eylül darbesi olsun diye bilerek, iraden katledildiler. Gerçekten de 12 Eylül darbesi uğruna binlerce kişi öldürüldü, on binlerce kişi ruhsal ve bedensel sakat kaldı. Topluma korku salınsın diye gencecik çocuklar idam edildi. Türkiye yıllarca iki dudak arasında yönetildi. Bütün hayatını insanlığa vakfetmiş insanlar bir şaki gibi arattırıldı. Bu ortamda generaller, mallarına mal devşirdi. Cuntacılar içinde bazıları dünyanın en zengin generalleri arasına girdi.
Aradan yıllar geçti, güçler ve kudretler elden gitti. Bugün Kenan Evren, sağlık problemleriyle uğraşan ihtiyar, biçare bir adam! Bu durumların geleceğini o zaman da söylüyorduk şimdi de söylüyoruz. Hatta bütün zalimlere söylüyoruz: "Bir gün zalimliklerinizin hesap verme günü gelecek. Ya bir mahkeme kapısında mübaşirin sesiyle uyanacaksınız bu zulüm uykusundan ya da mahkeme-i kübra'nın kapısında..."