15 Eylül 2011 Perşembe

Genelkurmay zaten Milli Savunma Bakanlığına bağlanmıştı üstelik daha 1949 yılında! / Cemil Koçak

Genelkurmay Başkanlığı’nı Millî Savunma Bakanlığı’na bağlama düşüncesi yeni değil; fakat bu sırada yeniden gündemde. Eğer gerçekleşirse, bu ikinci deneme olacak.

Altmış iki yıl önce kabul edilen yasayla o zamana dek Başbakanlığa bağlı olan Genelkurmay, Amerikan modeline uygun olarak Milli Savunma Bakanlığı’na (MSB) bağlandı. Soğuk savaş bütün ağırlığıyla çökerken Türkiye de batı ittifakının bir sonucu olarak askerî yapılanmasında Amerikan modelini örnek alıyor, Alman modeline artık son veriyordu. Daha 1948 yılında CHP Seyhan milletvekili Sinan Tekelioğlu, Hasan Saka Hükûmeti’nin programının görüşülmesi sırasında, mecliste yaptığı bir konuşmada, MSB’den de söz etmiş ve bakanlığın adının değiştirilmesi gerektiğine işaret etmişti. Bakanlığa Genelkurmay Bakanlığı adı verilmeliydi ya da Genelkurmay Başkanlığı MSB’ye bağlanmalıydı. “Hiçbir devlette böyle bir teşkilât yoktu. (...) Parayı sarf eden MSB, bütün mesuliyet onun omuzları üzerinde [idi]. Öteki yapacağını yapar[dı] ve hiçbir mesuliyeti yoktu.” Tekelioğlu, “Genelkurmay [Başkanlığı] kumandaya salâhiyetli midir?” diye soruyor ve ardından hemen  yanıtını veriyordu: “Evet, anayasa böyle yazıyor. Tabiî bu yazı ile olmaz. Genelkurmay [Başkanlığı], yalnız eğitim vazifesi gören bir  müessesedir [ve] o yalnız mütâlaa dermeyan eder. Fakat kumandayı ve icrayı yapan Millet Meclisi dolayısıyla MSB’dir. (...) Biz de dostumuz olan Amerika devletine benzeyelim.”

Genelkurmay MSB’ye bağlanırken
Vatan gazetesi, daha 1948 yılının sonbahar aylarında Genelkurmay Başkanlığı’nın MSB’ye bağlanacağını haber vermişti bile. Aynı gazete, yılın son günlerine doğru haberini yineleyecek ve Başbakanın aynı zamanda MSB’yi de üzerine alacağından söz edecektir. Herhalde Genelkurmay Başkanlığı’nın MSB’ye  bağlanması sürecinde ortaya atılan fikirlerden bir tanesi de, Başbakanın fiilen MSB’yi de üzerine alması ve bu formülle aslında Genelkurmay Başkanlığı’nın MSB  görüntüsü altında fiilen Başbakanlığa bağlanmasıydı.

Şemsettin Günaltay Hükûmeti’nin programı mecliste görüşülürken de, 1949 yılının ilk günlerinde, Sinan Tekelioğlu, Genelkurmay Başkanlığı’nın MSB’ye bağlanmasını istemişti. Vatan gazetesinde yayınlanan bir yazıda, yeni hükûmetin programında millî savunmanın yeniden düzenlenmesinin öngörüldüğü belirtiliyor ve Silahlı Kuvvetler Komutanlığı kurulacağı ileri sürülüyordu. Yazıda, Amerikan ordu modelinin kabul edildiği ve hazırlıkların ve projelerin bu temele dayanılarak gerçekleştirildiği açıkça belirtiliyordu: “Bütün teşkilât ve teçhizat itibariyle Ordumuz ve millî savunmamız Amerika örneğine göre ayarlanınca, teşkilâtın da bu tarzda kurulması düşünülmüştü.” Buna göre, Kara, Deniz ve Hava Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı adı ile bir ya da üç ayrı komutanlık kurulabilirdi. Bu durumda Genelkurmay Başkanı, Silâhlı Kuvvetler Başkomutanı olacak ya da bir başka formül bulunacaktı.

Nitekim MSB Hüsnü Çakır, sadece bir gün sonra basına yaptığı bir açıklamada, MSB ile Genelkurmay Başkanlığı’nın birleştirileceğinden söz edecektir. Basındaki haberlere göre, MSB Amerikan savunma teşkilâtına benzeyecekti. Başbakan Şemsettin Günaltay, Genelkurmay Başkanlığı’nın MSB’ye bağlanacağını açıklıyordu. Buna göre, Kara, Deniz ve Hava Komutanlıkları, Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olarak kurulacaktı. Bütün bu teşkilât da MSB’ye bağlı olacaktı. Ayrıca Millî Savunma Konseyi oluşturulacaktı. Konsey, Başbakanın başkanlığında olacak ve ilgili bakanlardan oluşacaktı. Genelkurmay Başkanı da konseyde bulunacaktı. Günaltay, bütün bu değişikliğin nedenini “gayri mesul makam bırakmamak” şeklinde özetliyordu. Genelkurmay Başkanlığı’nın eski uygulamalarda “müstakil” olması ve daha sonra Başbakanlığa bağlanması, Günaltay’a göre “gayri tabiî” bir durumdu. Zafer gazetesi, bu gelişmeyi şöyle duyuruyordu: “Bu memlekette bundan sonra lâyüsel [sorumsuz] bir makama yer yoktur. Herkes Büyük Millet Meclisi’ne hesap vermeye mecbur olacaktır.”

“İkinci Nizâm-ı Cedit”
MSB’nin Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun, sadece birkaç ay sonra, 30 Mayıs 1949 tarihinde kabul edilecektir. Günaltay’a göre, “Gayrimesul durumlar insan zeka ve iradesini felce uğratan bir âmildi.(...) Bu kanunun sevkinde müessir olan sebeplerden birisi de bu olmuştu.” Bir zamanlar, Genelkurmay Başkanlığı, “devlet teşkilâtının haricinde adeta lâyüsel [sorumsuz] bir durumda idi.” Genelkurmay Başkanlığı daha sonra Başbakanlığa bağlanmıştı. “Fakat bu durumda da Genelkurmay Başkanlığı ve onun bütün teşkilâtı, mesuliyetle doğrudan doğruya karşı karşı bulunmuyorlardı ve Başbakanlık, askerî teşkilâtın bütün kademelerini yakından inceleyip kavrayacak imkânlardan mahrum bulunuyor, fakat Genelkurmay [Başkanlığı]’na ait mesuliyetlere muhatap olmakla ödevlenmiş bulunuyordu.” Bu tasarı ile amaç Ordunun “bütün uzuvları”nı “mesuliyetle karşı karşıya bulundurmak”tı. Günaltay şöyle diyordu: “MSB namı altında bu mesuliyeti tecelli ettirmeyi bugünün icaplarına ve demokrasi rejimimize uygun olarak kabul ettik.” CHP Diyarbakır milletvekili İhsan Hamit Tigrel ise, yeni girişimi “ikinci Nizâm-ı Cedit” olarak karşılıyordu.

Yeniden yapılanma
Yasaya göre, Cumhuriyet Ordusunun hazırlanması ve idaresiyle görevli ve bu işlerden sorumlu olan MSB, barışta harb kuvvetlerinin komutası kendisine verilmiş olan Genelkurmay Başkanlığı ile MSB’nin asker müsteşarının idaresi altındaki daireleri kapsayacaktı ve bu örgütlenme Ordu kuruluş ve kadrolarında gösterilecekti. Genelkurmay Başkanı, MSB’nin önerisi üzerine hükûmetçe tayin edilecek ve değiştirilecekti. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Ordu Müfettişleri ve diğer Orgeneral ve Oramiraller, Genelkurmay Başkanı’nın görüşü alınarak MSB’nin önerisi üzerine yine hükûmetçe atanacak ve değiştirilecekti.

MSB Hüsnü Çakır, yetki ve sorumluluğun bakanlıkta bulunacağını ve meclis hariç bakanlığın üzerinde başkaca bir merci olamayacağını vurguluyordu. Çakır, anayasada yer alan formülasyonun dünyada başka bir benzeri ya da örneği bulunmadığını, ancak bununla birlikte yeni tasarının getirdiği formülasyonun da anayasa çerçevesi içinde hazırlandığını belirtiyordu. Yeni organizasyonun tasarlanmasında Amerikan “askerî misyonlarının fikir ve mütâlaalarından da istifade” edilmişti.

Ordu ve Cumhurbaşkanı
Yasanın kabul edilmesinden çok kısa bir önce Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak’ın 30 Ağustos 1947 tarihinde 30 Ağustos vesilesiyle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye hitaben kalem aldığı kutlama mesajında geçen “Yüce Başbuğum” ibaresi dikkat çekiyordu. 1948 yılı başında Omurtak’ın Cumhurbaşkanı’na ilettiği tebrik mesajı siyasî tartışmalar neden olacaktır. Omurtak’ın mesajı şöyleydi: “Çok Sayın Cumhurbaşkanımız ve Yüce Başbuğumuz; Kara, Deniz ve Hava Ordularımızın komutan, subay ve eratı adına, yeni yıllarını en derin tazim ve itaatle kutlar, büyük Şefimizin, Ordumuzun ve aziz Türk vatanının başı  üstünde her zaman şan ve şerefle ışık vermelerini ulu Tanrıdan dilerim.” Tabiatıyla tek-parti dönemi için son derece klasik bir üsluba sahip olan bu mesajın artık yeni dönemde tepki yaratmaması beklenemezdi. Özellikle DP’nin Genelkurmay Başkanı’nın tarzına ve üslubuna tepki göstermesi doğaldı. Omurtak’ın Cumhurbaşkanı’ndan “Başbuğ” olarak söz etmesi, mesajında “itaat” sözcüğünü kullanması, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi ile ilgili olarak ve “ışık vermeleri”ni dilemesi, elbette muhalefet partileri için iktidar-Ordu ilişkisi açısından üzerinde durulmayı gerektiren sonuçlar yaratıyordu.

Fuat Köprülü, mesajın “dünyanın hiçbir demokrasisinde eşine tesadüf edilemeyecek garip bir eda taşımakta” olduğunu belirtiyor ve üslubun “Cumhuriyet rejimlerinde” “büsbütün başka tarzda” olması gerektiği üzerinde duruyordu. “Anayasanın ruhu”na da aykırı olan üslup karşısında Köprülü, “siyasî hiçbir hüviyeti olmayan ve olmasına kanunen imkân bulunmayan Genelkurmay Başkanı” tanımını kullanma ihtiyacı içindeydi.

Buna benzer bir başka gelişme, yine aynı yılın ortalarında ve bu kez 26 Ağustos’ta yine Omurtak’tan İnönü’ye iletilen kutlama mesajı dolayısıyla yaşanacak ve bu mesajda 26 Ağustos’un İnönü’ye borçlu olarak gösterilmesi, yine muhalefetin eleştirisine ve tepkisine neden olacaktır. Mesajda şöyle deniliyordu: “Yüce emir ve komutanız altında ulaşılan tarihî büyük zaferin”, “şükran ve tazimlerimi arz ederim”, “Büyük Şef”.
Genelkurmay bağımsızlaşırken
3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen yasayla Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâleti (Genelkurmay Başkanlığı Bakanlığı) kaldırılmıştı. “Reisicumhura niyabeten Ordunun hazarda emri kumandasına memur ve yüksek makamı askerî olmak üzere Erkânı Harbiyei Umumîye Riyaseti tesis” olunuyordu. Genealkurmay Başkanı görevinde bağımsızdı. Genelkurmay Başkanı, Başbakanın önerisi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanıyordu. Genelkurmay Başkanı bütün görevlerinde bakanlıklarla doğrudan haberleşebiliyordu. Bu tarihte Genelkurmay Başkanlığı’nın bir siyasî makama ve hatta meclise dahi bağlanmamış olması dikkat çekicidir. Bu fiilî durum birinci meclis ile karşılaştırıldığında aradaki bariz fark hemen görülecektir. Genelkurmay Başkanlığı’nın bağımsız otoritesi ve herhangi bir makama karşı sorumlu olmaması yasa ile saptanmıştı.

Harbiye
Vatan gazetesinin 1945 yılının sonbaharında verdiği bir haber de burada zikredilmeye değer: “Harb Okulu”, “ırk ve mezhep gözetmeden talebe alacak...” “Harb Okulu’na ırk ve mezhep ayrılığı gözetilmeksizin her Türk talebe alınacaktır.” Harbiye’ye giriş koşullarının değiştiği ya da değişeceği anlaşılıyordu. Buna göre, haberden anlaşılan, bu zamana kadar Harbiye’ye “ırk ve mezhep” gözetilerek öğrenci alındığıydı.

Cumhuriyet gazetesi, subayların üniformalarının değiştirileceğinden söz ediyordu. Subayların kıyafetleri de “Amerikan, İngiliz üniformalarına benzeyecek”ti. Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanlığı yaverleri yeni askerî üniformalarını giymişlerdi bile. Gazete bu haberi fotoğraflarla birlikte sunuyordu. Gazetede ordu kıyafet talimatı haberi de yayınlanmıştı. Bütün bu gelişmelerin 12 Temmuz 1947 tarihli Türk-Amerikan Yardım Antlaşması ile aynı tarihlere denk düşmesi elbette, dikkat çekicidir. Söz konusu kıyafet değişikliği ile ilgili olarak mecliste görüşlerini açıklayan iktidar partisinden emekli bir generalin bu değişikliği eleştirmesi anlamlıdır. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki subay üniformaları da Amerikan modeli esas alınarak değiştirilmişti.

 1 Şubat 1944 tarihinde Jandarma Kanunu’nun 103. maddesinin değiştirildiğine ve Jandarma subaylarının bundan böyle sadece “Türk ırkı”ndan kadınlarla evlenebilmelerine imkân sağlayan bir düzenlemenin kabul edildiğine ilişkin bilgi bulunmaktadır. ABD Askerî Yardım Heyeti Başkanı General Mac Bridge, “Türk Genelkurmayı da kendi askerî okul sistemlerini tevsi etmek ve bunları Amerikan okul sistemlerine benzetmek kararına varmıştır” diyordu. 

Genelkurmay başkanlığı başbakanlığa bağlanırken
GENELKURMAY Başkanlığı’nın Vazife ve Salâhiyetleri Hakkında Kanun, çok daha yakın bir tarihte ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinin güçlükler içinde olduğu bir dönemde, Batı ile yeniden yakınlaşma manevralarının bir aşamasında, 5 Haziran 1944 tarihinde kabul edilmişti. Yasa, Genelkurmay Başkanlığı’nın barış zamanında Başbakana bağlı olduğunu ve ayrıca emir ve komutadan ve Genelkurmay işlerinden dolayı yine Başbakana karşı sorumlu olduğunu hükme bağlıyordu. Barışta Genelkurmay işlerinden ve barışta ve savaşta savaş güçlerinin emir ve komutasından meclise karşı Başbakan sorumluydu. Genelkurmay Başkanı, Başbakanın önerisi üzerine hükûmetçe atanıyordu. Genelkurmay Başkanı, görevini ilgilendiren işlerde Başbakan tarafından atanan ve gerektiğinde de değiştirilebilecek esaslara göre bakanlarla doğrudan doğruya haberleşmeye yetkili kılınabilirdi. O zamanlar henüz ordu komutanları bulunmadığından, onların işlevini gören Ordu Müfettişleri ile eşdeğer görevliler, Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşü alınarak, Başbakanın önerisi üzerine hükümetçe atanacaktı.

Ordu ve Politika
TEK-parti döneminin değişmez Genelkurmay Başkanı olan ve 1944 yılında değişen uluslararası ilişkiler ve Türk dış politikası sonucunda emekliye ayrılmak zorunda kalan Mareşal Fevzi Çakmak, “Ben Ordunun başında bulundukça ancak Genelkurmay Başkanlığı’nın vazife bakımından resmen müsait olduğu derecede siyasetle meşgul oldum” diyecektir. Hilmi Uran da, anılarında, “O devlet teşkilâtında Ordunun başı olarak müstakil gibi idi. Devlet tefrişatında da bütün vekillere tekaddüm eder, Başvekil’den sonra gelirdi. Ziyaret kabul eder, fakat ziyaret iade etmezdi.” demektedir. Oral Sander de, “Çakmak, Ordunun rejime tam desteğini sağlamış, ancak bunu Genelkurmay Başkanı’nın hükûmete değil, Cumhuriyetin başı olan Atatürk’e sorumlu olması koşuluna bağlamıştı. Böylece 1943 [1944] yılında görevinden ayrılıncaya kadar, Ordu hükûmet kontrolünün dışında kalmıştı.” diye yazmaktadır.

Savunma Harcamalarına Denetim
1950 yılı bütçe yasa tasarısı vesilesiyle MSB bütçesi hakkında ilk kez bir görüşme  ve tartışma açılmasını Millet Partisi Afyon milletvekili emekli general Sadık Aldoğan şöyle vurguluyordu: “Şimdiye kadar bu memlekette millî savunma meseleleri açıktan açığa konuşulmamıştır. (...) Müdafaai memleket meselesi hiçbir zaman mahrem olarak kalamaz. Evvela bu zihniyet ortadan kalkmalıdır. Şimdiye kadar bunlara mahrem denilmiş... (...) Müdafaai memleket meselesi gizli kapaklı olamaz. (...) Prensip olarak bu memlekette millî savunma işleri Millet Meclisi’nin murakabesinden uzaktır. (...) Demek ki, bize getirecekler, bir pusula  verecekler, ondan sonra biz de şak şak yapacağız, Orduya selâm diyeceğiz, çıkacağız bu işin içinden... Yağma yok, geçti o devir... Demokrasi başlıyor... Tek adamın dediği , bu memlekette artık olmayacak.”

Hüseyin Câhit Yalçın da şöyle yazacaktır: “Millet Meclisi kürsüsünde böyle bir sualin sadece sorulması bile başlı başına bir zihniyet inkılâbı demektir. Çünkü, evvelce hüküm süren zihniyete göre, askerliğe uzaktan yakından taallûk eden meselelerin hepsi bir ‘tabou’ teşkil ederdi. Ortada bin türlü dedikodu dolaşırdı. Fakat ne gazetelerde ne mecliste buna dair bir söz söylemek ‘haram’ idi. Tabiatıyla dedikodular büyür ve herkesin içine dert olurdu. Fakat bu gün, işte Millet Meclisi kürsüsü, hükûmet işlerinde milletin murakabesini her şubeye teşmil ediyor ve her meselenin efkârı umumîye huzurunda aydınlatılmasını sağlıyor. Sorulan sual üzerine, MSB’nin verdiği cevaba bilhassa dikkati çekeriz. Bizde resmî makamların, bir taraftan vazifelerini yapmaya gayret etmekle beraber, diğer taraftan da vukua gelmiş bazı yolsuzlukları duyurmamaya ehemmiyet vermeleri âdet olmuştu.” Tanin, (22 Şubat 1947),