Askerî vesayetin yapı taşlarının zamanla ve özenerek döşendiği Türkiye, uzun yıllardır açık ve ‘gizli’ kanun, yönetmelik, kanun hükmünde kararname ve tüzüklerin baskısı altında. Konunun uzmanları anayasa değişikliğinin yanında bu alanlarda da bir ‘mıntıka’ temizliği gerektiğini söylüyorlar.
‘1982 Anayasası ile o ana kadar kendine sağladığı imtiyaz alanlarını muhafaza ettiği gibi Milli Güvenlik Kurulu (MGK), yetkilerini alabildiğine genişletiyor. Yani askerî vesayetin en koyu şekilde yaşanacağı bir dönemi açıyorlar. Ve bundan sonra ‘Biz artık büyük bir darbe yapmayalım. Öyle bir sistem kuralım ki hep iktidarda olalım zaten’ diyorlar.”
Ve demokratik rejimler için ürkütücü olan tablo 1980 sonrası için şöyle bir hâl alıyor emekli Askerî Hâkim Ümit Kardaş’a göre: “MGK, adeta meclisin üzerinde çalışıyor. Hepimiz ağzımızı açıp oraya bakıyoruz. Peki, meclisi ve bakanlar kurulu varken orada siyaset yapmak için böyle bir zemine kimin ihtiyacı var? Askerin. Yani askerin siyaset yapması için üretilmiş bir kurum bu.”
12 Eylül döneminin askerî savcısı ve ANAP eski milletvekillerinden Faik Tarımcıoğlu’nun tespiti ise daha ilginç. Ona göre bu, paralel bir devlet yapısı çıkardı ortaya. 1961 Anayasası ve sonrasında atılan adımlarla sivil idareye alternatif bir yapı oluşturuldu: “MGK, bir nevi bakanlar kurulunun aynısıydı. Başbakan iki yerde de başbakanlık yapıyor gözükse de MGK’nın hakiki patronu genelkurmay başkanıydı.” Prof. Dr. Ahmet İnsel’e göre de MGK, ‘bakanlar kurulu öncesi bir bakanlar kurulu, daraltılmış bakanlar kurulu’ hâlini almıştı.
Buna, 12 Eylül Anayasası’na dayanarak hazırlanan ‘gizli’ yönetmelikle, MGK Genel Sekreterliği’ne Türkiye’de günlük yaşamın her alanıyla ilgilenme yetkisi verildiğini de ekleyelim. Bu ‘gizli’ yönetmelik, askerî bürokrasi üzerinde en kapsamlı tez çalışmalarından birini yapmış Yrd. Doç. Dr. Seydi Çelik’in de tespitiyle, sıkça tartışılan ‘derin devlet’in MGK Genel Sekreterliği olduğu iddialarını beraberinde getirecekti Son yıllarda AB’ye uyum çerçevesinde bazı değişiklikler olsa da askerin vesayet açısından ulaştığı bu nokta işin zirve noktasıydı.
Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Çelik’in sorusuyla sondan başlayalım isterseniz: “Bugün gelinen noktada askerî bürokrasi, siyasi alana müdahale edebileceği pek çok aygıta sahip olarak, sadece güvenlik ve savunma konularıyla değil, siyasi alana ait hemen bütün konularla ilgili görünmektedir. Bu hâliyle Türk askerî bürokrasisinin sivil siyasete neden bu kadar çok müdahale ettiği sorusunun yerine, bu kadar çok yetkisi olmasına rağmen nasıl oluyor da bu kadar az müdahale ediyor diye sormak gerekiyor!”
Bu sebeple önümüzdeki günlerde Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesi olması beklenen anayasa değişikliği gerçekleşse bile askerî vesayetçi yapı meselesinin halledilmesi için başka adımlar da atılması gerekiyor. Konunun kısıtlı sayıdaki uzmanları anayasa dışındaki kanun, kanun hükmünde kararname, genelge ve yönetmeliklerin tek tek elden geçirilmesinde hemfikir. Ancak Ali Bayramoğlu, Türkiye’de bu sorunun çözümünün kolay olmadığını da söylüyor. Yine de iktidar iki ileri bir geri adım atsa da şu ana kadar yapılanların hepsi ona göre ‘küçük birer mucize.’ Hatta Balyoz ve Ergenekon davalarında yüksek rütbeli askerlerin tutuklanması hukuki yaptırım açısından sembolik de olsa önemli. Ama bu hususta şu sözler de Bayramoğlu’na ait: “Bütün bunlar önemli ama asıl bütün devlet alanının tek tek, ince ince temizlenmesi gerekir.”
Ümit Kardaş’ın dikkat çektiği bir husus ise bu alana odaklanmamızı engelleyen sebeplerden biri, şüphesiz: “Şimdi mesela genelkurmay başkanı bir-iki aylığına konuşmayınca ‘tamam askerî vesayet bitti artık’ diyoruz. Burada yapısal değişikliklere gitmediğiniz sürece askerî vesayet sanki gerilemiş gibi gözükür. Ama konjonktür geldiğinde tekrar ortaya çıkar.”
TESEV de hazırladığı 2010 Anayasa raporunda 27 Mayıs 1960’tan bu yana kabul edilen tüm mevzuat hükümlerinin sistematik olarak gözden geçirilmesini, askerî makamlara sunulan anormal yetkilerin sona erdirilmesini teklif ediyordu.
İktidar partisi de bunun farkında ki Ankara Milletvekili Haluk Özdalga, Zaman’daki bir yazısında bütün ilgili mevzuatın gözden geçirilmesi gerektiğini vurgulamıştı, kısa süre önce. Ama son Yüksek Askerî Şûra ve sonrasında oluşan hava, konunun yeni anayasadan evvel Türkiye’nin gündemine oturmasına vesile oldu.
Türkiye’de askerî hegemonya sisteme o kadar sirayet etmiş ki burada bir ara parantez açalım isterseniz. Konumuz, askerî vesayeti getiren büyük adımlardan ziyade, askere izole bir hayat tarzı sağlayan, vesayeti pekiştiren, gazeteci-yazar-akademisyen Ali Bayramoğlu’nun da deyimiyle onun kılcal damarlara kadar sirayet etmesine yol veren diğer ayrıntılar. Seydi Çelik’in tespit ettiği, sadece Genelkurmay Başkanlığı’na verilmiş görev ve yetkileri içeren 66 kanun, 40 yönetmelik, 9 tüzük ve 1 de kanun hükmünde kararname mevcut bu konuda. Tüm askerî cihete tanınanların sayısı ise burada yer veremeyeceğimiz kadar fazla ve ayrıntılı. Bunların kimi Emniyet Genel Müdürlüğü, hâkimler, savcılar ve üniversiteleri de kapsayan muafiyetler. Ancak hiçbiri Genelkurmay ve askerî bürokrasi kadar siyasi alanda yetki ve etkiyi haiz olmadığı için biz bu ‘hâki’ alana odaklanacağız. Bunların çoğu da üstelik ‘milli güvenlik’ kavramının muğlâk bir şekilde içine ‘yerleştirilip sızdırıldığı’ ‘gizli’ yönetmelikler falan da değil. Tabii ki gizli olanları da var.
Askerî güvenlik bürokrasisi tabii bu noktaya bir günde gelmedi. Seydi Çelik, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile asker ve rejim ilişkileri alanında ilk büyük kırılmanın yaşandığını söylüyor. Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasının sebebinin iç tartışmaların yanında, ocağın, aslında Avrupa’nın ekonomik ve siyasi taleplerine direnmesi olduğunu düşünen Çelik, tarihe ‘Vakayı Hayriye’ adıyla geçmiş bu olayın iç sonucunun da, padişahın askerî bürokrasiyi yeniden oluşturma ve onu tamamen kontrol edebilme imkânına kavuşması olduğuna işaret ediyor. Çelik, Avrupalı generallerin komutasında yeniden düzenlenen askerî bürokrasinin uyumlaştırılmasından söz edilebileceğini iddia ediyor. Askerin sivil siyasi alan üzerine ağırlığı tekrar II. Abdülhamid döneminde hissedilmeye başlıyor. Çelik, bu süreçte açılmış Batı tipi eğitim veren askerî okullarda yetişmiş yeni kurmay sınıfının yine Batı tipi bir toplum ve kurumsal yapı ortaya çıkarmak amacıyla, bu dönemde tekrar siyasi alana dâhil olduğunu anlatıyor. Kaderin cilvesine bakın ki, 2000’li yılların Türkiye’sinde ise Batıcı AB’ye uyum çerçevesinde atılacak adımlar da en çok askerin siyasi alan üzerindeki nüfuzunu geriletecekti, ister istemez.
1923 ve sonrasındaki süreçte, bizzat Atatürk’ün de isteği ile asker siyasete karıştırılmamıştı. Zira askerin siyasete karışması, Mustafa Kemal’e de karşı çıkması anlamına gelecekti. 1950’nin hemen öncesinde NATO’ya giriş adımlarından biri olarak askerin Başbakanlık yerine Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, asker için yeni bir dönemin başlangıcı anlamına geliyordu. Bu dönemde asker-sivil bürokrasi, muhtemel iktidar değişikliklerine karşı rejimi korumak üzere, DP (Demokrat Parti) henüz iktidara gelmeden önce bazı tedbirler de almıştı. Mesela 1949 yılında, 5399 sayılı yasayla Milli Savunma Yüksek Kurulu’na bazı yetkiler tanınmıştı.
Demokrat Parti dönemini nihayetlendiren 27 Mayıs darbesi ve sonrası ise hem asker hem sivil siyasi alan için vesayetçi adımların tek tek ve itina ile atıldığı dönemin başlangıcıydı. Çünkü darbeden sonra ihdas olunan Anayasa Mahkemesi ve MGK gibi kurumlarla asker, hem devlet yönetimine dâhil edilmiş hem de özerkleşmesi sağlanarak bugünkü noktaya ulaşılmıştı.
Bu süreç içerisinde her adım önemliydi; ancak Ümit Kardaş’ın dikkat çektiği gibi bunlardan iki tanesi vardı ki 1970’te çıkarılan ve aynı yılın 7 Ağustos günü Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren bu kanunlar sonraki yılları da şekillendirecek adımlar olacaktı. Bunlardan biri Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerini Düzenleyen 1324, diğeri de Milli Savunma Bakanlığı Görev ve Teşkilatı Hakkındaki 1325 sayılı kanundu. 1961 Anayasası’nın getirdiği ilginç yapılanma ile MSB’ye bağlı fakat başbakana karşı sorumlu olan Genelkurmay, 1324 Sayılı Kanunla artık tamamen başbakana bağlanıyordu, yeniden. Kanunun beşinci maddesi ise o zaman için dikkat çekse de bir şey ifade etmeyecekti belki de: “Genelkurmay Başkanına özel kanunlar ile verilen görev ve yetkiler saklıdır.” Buna paralel, MSB Kanunu ile de Savunma Bakanlığı zayıflatılıyordu. Tam da 12 Mart 1971 öncesinde Genelkurmay Başkanlığı böylece özerklik kazanmıştı. Kardaş’ın söylediği gibi “herkesle yazışabilen, istediği gibi kendi bütçesini, personel politikalarını uygulayan bir kurum hâline geliyordu Genelkurmay.”
12 Mart’tan sonra askerî güvenlik bürokrasisi bir adım daha attı. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’ni (AYİM) sisteme monte etti. Aynı zamanda MGK’daki kararlar da tavsiyeden ileri taşındı. Kararların takibi için başbakan, bir başbakan yardımcısını görevlendirebilecekti. Aynı zamanda Kurul’un gündeminin belirlenmesinde genelkurmay başkanının önerileri de dikkate alınacaktı. Kuvvet komutanları da temsil hakkı elde ediyordu Kurul’da.
Bu süreci tamamlayan başka adımlar da vardı. Siyaset bilimci Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, askerî vesayetçi yapıyı farklılaştıran Silahlı Kuvvetler Personel, Askerî Ceza, 111 sayılı Askere Alma, Askerî Eğitim, AYİM, Askerî Mahkemelerin Kuruluş ve İşleyişine Dair gibi 12-13 temel kanundan bahsederek bunlarda darbe dönemlerinin hemen ardından yapılan değişikliklerle günümüze gelindiğini hatırlatıyor: “Askerler neyi ne ile düzenleyeceklerini çok iyi bilir. Onun için askerî darbe dönemlerinde yapılan kanun değişikliklerine bakmak lazım.”
Atılan her adım, askerî güvenlik bürokrasisine izole bir alan daha açıyordu. Bunlardan biri de 1960 sonrası temelleri atılan, 1980 sonrası daha da hızlanan lojman sistemiydi. Bu adımın en önemli gerekçelerinden biri güvenlik olsa da başka sebepleri de vardı. Kendisi de bir asker çocuğu olan Türköne’nin tespitiyle, asker eliyle ülkeyi yönetebilmek için, askeri toplumdan ayırmak gerekiyordu. Çünkü toplumun içinde bir hayat sürülürse, doğrudan doğruya toplumun değerleri ve kültür sistemi ile entegre olmuş bir asker/subay sınıfı ortaya çıkacaktı. Bu da çok hoş karşılanmıyordu: “Platon, koruyucular sınıfının mutlaka toplumdan ayrı yaşaması gerektiğini söyler. Bütün orduların ilham kaynağı odur. Platonist bir ideadır askerlerin toplumdan yalıtılması. Kendi sosyal tesisleri, kendi lojmanları, kendi alışveriş merkezleri, kendi tatil kampları, kendi eğlenceleri, kendi gündelik hayatlarını oluşturmaları... Altın günleri yapıyor subay eşleri mesela. Komutanın eşi aynı zamanda diğer subayların eşlerinin de komutanı oluyor. Hiyerarşi oluşuyor. Dedikoduyu bile kendi aralarında üretiyorlar.”
Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) da bunun en belirgin ispatı değil miydi? 27 Mayıs darbesinden sonra, 1 Mart 1961’de, ‘özel hukuk hükümlerine tabi’ bir şekilde 205 sayılı yasa ile kurulan ve bizzat kendi resmî sitesinde ‘OYAK Nedir?’ sorusu altında yer alan şu ifadeler de bir imtiyazın belgesi niteliğindedir: “OYAK, üyelerine, T.C. Anayasası’nın öngördüğü sosyal güvenlik sistemi kapsamında ve ana sosyal güvenlik kurumundan (SGK) ayrı güvenceler sağlamaktadır. OYAK bir emeklilik fonu yöneticisi olup üye birikimlerini artırma amacına yönelik olarak iştirak yatırımları da yapan bir kurumdur.” OYAK’ın, özellikle üst düzey üyelerine sağladığı imtiyazlar AK Partili Dışişleri Komisyonu Başkanı, emekli Büyükelçi Volkan Bozkır’ı bile isyan ettirdi, önceki hafta: “40 yıl karşılığı bir büyükelçi ve vali emeklilik ikramiyesi olarak 75, orgeneral ise 600 bin lira alıyor.”
İşte bunların doğrultusunda, Prof. Dr. Ahmet İnsel’in tabiriyle TSK, 1950–60 arası yaşadığı göreceli mevki ve statü kaybını, 1950 sonrası ‘kendisi için çalışan bir zümre’ hâline gelerek ve bunun kurumlarını oluşturarak geliştirdi: “Hani ordu tamamen kendi içine çekilip sadece askerlik görevini yapsa idi, diyecek çok fazla bir sözümüz olmazdı. Hem kendinizi toplumdan izole ediyorsunuz hem de topluma yön vermeye çalışıyorsunuz, işte orada gerçekten birçok büyük çelişki ortaya çıkıyor.”
Yrd. Doç. Dr. Çelik, Türkiye’de İttihat ve Terakki’den beri askerî bürokrasinin sistem içerisinde edindiği yeri belirleyen en önemli etkenin, Genelkurmay Başkanlığı’nın bu özerkleşme eğilimi olduğunu söylüyor. Ve Çelik, askerî bürokrasinin özerklik anlayışının nasıl bir şey olduğunu da şöyle açıklıyor: “Kendisine müdahale edilmeyen ve fakat kendisinin müdahale edebildiği bir yapılanma.” Çelik, Türköne’den farklı olarak, her şeye rağmen, askerî vesayet düzeninin, darbeler dönemini hariç tutarsak sadece askerin kendisi tarafından değil, siviller tarafından da zemininin hazırlandığını düşünüyor: “Unutmayınız ki bu ülke 1877’de çıkarılan kanunla 2002’ye kadar tam 125 yıl sıkıyönetimlerle yönetilmiştir. Sıkıyönetim, sivillerin netameli gördüğü ya da demokratik iklimde çözemeyeceğini anladığı pek çok sorunun çözümünü askere havale etme formülüdür.”
Ali Bayramoğlu’nun hatırlattığı gibi “Pek çok siyaset bilimci Türkiye’yi anayasaların ve yasaların değil, yönetmeliklerin ve genelgelerin yönettiğini söyler.” Böyle olunca da sadece yasalar değil, bunun dışındaki küçük ayrıntılar da çok önem kazanıyor ve Türkiye’deki askerî vesayetin boyutları daha bir anlaşılır oluyor, herhâlde.
Mesela 2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu ile ilgili durum. Jandarma, kanuna göre Silahlı Kuvvetler’le ilgili görevleri, eğitim ve öğrenim bakımından Jandarma Genel Komutanlığı üzerinden Genelkurmay Başkanlığı’na, emniyet ve asayiş işleriyle diğer görev ve hizmetleri yönünden de İçişleri Bakanlığı’na bağlı. Kanunun sekizinci maddesine göre ‘Jandarma birlikleri; Genelkurmay Başkanlığı’nca lüzum görülen hâllerle…’ gibi muğlâk bir ifadeyle mülki amirlerin kontrolünden çıkıp Genelkurmay’ın kontrolüne geçebiliyor.
1983 yılında çıkan kanunla, jandarma birimlerinin illerde valiliklere bağlı olduğu belirlenmiş. Ancak bunun da bir yönetmelikle düzenlenmesi gerekiyor. Ali Bayramoğlu’nun söylediği gibi bu yönetmelik 1983’ten bugüne kadar çıkarılmamış. Çıkarılmayınca da aslında jandarmanın sicil amirinin valilik veya kaymakamlık yoluyla içişleri bakanı olması gerekirken, bu yetki jandarma üstünden Genelkurmay’da kalmış. Yani Bayramoğlu’nun ifadesiyle “Bu yönetmelikler, genelgeler, protokoller yasaları aştıkları oranda Türkiye’de askere istediği derinlikte bir askerileşme sürecini tesis etmesi imkânı veriyor.” Bu askerileşme de iki kademede vuku buluyor ona göre. Birincisi askerin siyasi etkinliğini getiriyor, ikincisi de böylece askere bir ayrıcalık tanımış oluyor.
Jandarmanın genel idare yerine genel komutanlığa bağlanmasını mayınlı bir alana benzeten eski ANAP Milletvekili Faik Tarımcıoğlu ise Jandarma Komutanlığı’nın 12 Eylül ile birlikte kuvvet komutanlığı mertebesine getirildiğini hatırlatıyor. Ve bu adımın amacının “Cihet-i askeriyenin rolünün tam anlamıyla pekiştirilmesi mantığına dayandığını” söylüyor. Tarımcıoğlu, bunun için, Jandarma Kanunu’nun değiştirilerek teşkilatın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması amacıyla 1980 sonrası, 50 milletvekilinin de imzasını toplayarak bir kanun teklifi bile hazırlamış: “Kanun Meclis’e verildi. Sonra rahmetli Turgut Özal haber gönderdi bana. Onu bir müddet askıda tutmamı rica etti. Ben de onu kırmadım. Çünkü büyük problemler yaşandığını duydum. O problemler dolayısıyla ona bir zarar gelmesin diye geri çektim.”
Ayrıca kanuna göre jandarma, kırsalda, polisin olmadığı mahalde iç güvenlik için kullanılıyor hâlen. Türkiye’nin çok büyük bir kısmı bilindiği gibi kırsal alan. Bunu bile başlı başına sorun gören Ümit Kardaş, bu anlayışın dünyada modernlik öncesi döneme ait olduğunu anlatıyor.
28 Şubat’a dayanak oluşturan EMASYA protokolü tepkiler üzerine 2010 yılında iptal edilmişti. Adı üzerinde, yasa veya yönetmelik bile değil, protokoldü. Ama EMASYA’nın kaldırılması ile aslında pek bir şeyin değiştiği yoktu. Zira İl İdaresi Kanunu’nun ilgili maddeleri EMASYA’yı aratmayacak şekilde varlığını koruyordu. Kanuna göre “İl genel idaresinin başı illerde vali, ilçelerde ise kaymakam olmasına ve bütün memurlar mülki amir olarak bunlara bağlı bulunmasına rağmen cumhuriyet savcısı ve yargıç sınıfına dair olanlarla beraber askerî birlikler, askerî fabrika ve müesseseler, askerlik daire ve şubeleri bu maddeden muaf” tutuluyor. Yargı mensuplarının muaf olması anlaşılır bir şey iken askerin muafiyetinin maksadı farklı yorumları da beraberinde getiriyor. Faik Tarımcıoğlu, EMASYA Protokolü’nün bu kadar kolay kaldırılmasının altında da bu İl İdaresi Kanunu’nun yattığını düşünüyor: “Zaten İl İdaresi Kanunu o yetkileri veriyor. İleride bir yorum problemi doğarsa asker o problemde çok rahatlıkla ‘İl İdaresi Kanunu bana bu yetkiyi veriyor’ deyip sivil iktidarın, valinin veya kaymakamın yetkilerini devralabilir”
Askerî ayrıcalıkların önemli hususlarından biri de Sayıştay’ın denetimi ile ilgili. Sayıştay, Meclis adına bütün devlet kurumlarını denetleyebilirken iktidarın yılbaşındaki düzenlemesi ile askeriyeye henüz girme imkânı bulmuş değil. Onun için de Türk kamuoyu, gazetelerde, “Sayıştay, orduevine giremedi… Dönemin Genelkurmay Başkanı (İlker) Başbuğ’un emri ile emekli paşalar için 1. Ordu’ya ait Fenerbahçe Orduevi arazisinde lüks konut yapıldığı iddialarını araştırmaya giden Sayıştay denetçileri kapıdan döndü.” haberlerini okumaya devam edecek.
Hâlbuki Türköne, ‘en zor denetlenen ve en fazla denetlenmesi gereken kurumun da rasyonel işleyebilmesi için Silahlı Kuvvetler olduğunun altını çiziyor. Ve Türköne burada, ilk anda aklımıza gelmeyen bir hususa da dikkat çekiyor; TSK’nın da polis, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü gibi bürokratik bir kurum olduğunu hatırlatıyor: “TSK’nın bürokratik niteliğini göz ardı ettiğimiz için meseleyi tamamıyla siyasileştiriyoruz. Bu da bürokratik bir egemenlik getiriyor askere. Yani Silahlı Kuvvetler’in Türkiye üzerindeki hegemonyası aslında bürokratik bir egemenliktir.”
Türköne’ye göre tüm bürokratik kurumların ortak özelliği tarih boyunca kendilerine ayrıcalıklı bir alan açma peşinde olmalarıdır. Silahlı Kuvvetler’in ayrıcalığı ise kendisine bugüne kadar böylesine bir alan açmış olmasıdır: “Biz askerin denetlenmesini demokratik bir sorun olarak görüyoruz ama o aynı zamanda askerî bir sorun. Çünkü asker kendi hâlinde bıraktığınız zaman savunma ihtiyaçlarını da rasyonel zeminden uzaklaştırıyor. Mesela askerî harcamaların tamamı ölü yatırımlardır. Orada siyasi kararlar vermek gerekiyor. İşte bir rezalet olan, 1 milyar dolar civarında bir paranın harcandığı, İsrail’e yaptırılan tank modernizasyon projesi. Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay ikinci başkanı iken başına bela olduğu iş. Sonucu sıfır. Evet, güvenliğinizi mantıklı, ülke ihtiyaçlarıyla uyumlu hâle getirmenin tek yolu askerin denetlenmesi. Türkiye’nin savunma önceliklerinde uluslararası alanda güvenliğini sağlayan bugünkü en büyük avantajı demokrasisidir. Demokrasinin kendisi caydırıcı bir güç hâlbuki.”
Ordunun Sayıştay denetiminin dışında kalması, aslında silahlı bürokrasiye tahminlerin de çok üzerinde geniş bir hareket alanı sağlıyor.
Meşhur 35. maddesinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak’ diye bilinen ve bu maddeden vazife çıkararak yaptığı darbeleri meşru göstermeye çalışan 211 Sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’nda askerî kurumlara başka ayrıcalıklar da tanınıyor. 103. maddede orduevleri ve müştemilatı -ki buna askerî gazino ve kışla gazinoları da dâhildir- Kurumlar Vergisi’nden, Bina ve Gelir vergilerinden muaf tutulmuştur. 104. maddede ise “Orduevleri, askerî gazino, kışla gazinoları, askerî müzeler ve bunların yönetmelikle gösterilecek her türlü müştemilatı, sarfiyat ve muameleleri bakımından 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanunu ile 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine ve Sayıştay’ın vize ve denetimine tabi değildir.”
En basitinden askeriye içerisindeki kantinlerde KDV ödenmiyor. Ve buradan elde edilen gelirlerin yüzde 15’i de Genelkurmay’a aktarılıyor. Türköne’nin kabaca hesaplamalarına göre 1 milyon ordu mevcudunun günlük 5 TL harcaması karşılığında ayda 150 milyon TL ciro elde ediliyor. Bunun yaklaşık 22,5 milyon lirası da Genelkurmay için aylık gelir demek. O yüzden Türköne, “Kontrol edilemeyen para kanun dışı alan yaratıyor. O yüzden bu paranın kontrolü meselesi, Sayıştay Kanunu’nda yapılacak değişiklik çok önemli idi.” diyor.
Kanunlarla kendisine verilen büyük gücü her zaman askerin siyasal alana müdahalesi olarak algılamamak gerektiğini de anlatan siyaset bilimci Türköne, buna da şöyle açıklık getiriyor: “Bir iş adamı bir otel inşa edecek diyelim. Ruhsat alabilmesi için ordunun da onay vermesi gerekiyor. Asker bu inşaata ‘uçakların alçalmasına mânidir’ derse izin alamıyorsunuz. Ankara Keçiören’de belediye bir kule inşa etmiş. Kule inşaatına Güvercinlik’ten izin verilmemiş. Yani askerin imzası olmayınca, olmuyor. İmzayı almak için para istiyor senden ve bu şekilde korkunç bir rüşvet çarkı dönüyor Türkiye’de.” Bunu reddederken de mantıklı bir açıklama yapmasına gerek duymuyor askerî bürokrasi. ‘Reddedilmiştir’ demesi yeterli oluyor.
Türköne, Sayıştay’ın denetiminin ne kadar önemli olduğuna işaret etmek için bir örnek daha veriyor ve 1990’ların sonunda İstanbul Boğazı’na inşa edilen radar takip kuleleri işinde de korkunç para olayları vuku bulduğunu ileri sürüyor: “Piyasada özel sektörün yürüttüğü bir iş, bir yerinden askeriyeye giriyorsa, askeriyeden izin alınması, sorulması gerekiyorsa mutlaka rüşvet alınıyordur. Bir denizci kurmay albay nasıl rüşvet aldıklarını anlatmıştı bana. Demişti ki ‘Adam geliyor, mesela rüşveti verecek. Ses kaydı olmasın diye hiç konuşmuyorlar. ‘Koy’ diyor, ‘otur’ diyor. Sayıyor tek tek. Ondan sonra gönderiyor adamı.”
Sayıştay denetimine açık olmayınca yapılan yatırımların sonuçları da ortaya çıkarılamıyor hâliyle. Türköne, askerî bürokratik gücün ulaştığı noktaya bir örnek de orduevleri üzerinden veriyor ve Atatürk’ün mirası olan ve özel bir kanunu bulunan Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’ndeki 5 yıldızlı otel ayarında askerî sosyal tesis Gazi Orduevi’nin kaçak olduğunu söylüyor: “Sorsanız Atatürkçülükle bu orduevinin ne alakası var diye, size bir alaka kurarlar ama doğrudan doğruya, kanuna da aykırı bir şey. Fenerbahçe Orduevi’ne yapılanların hiçbirinin bir şeyi yok. Ama hiç kimse gelip de o binaları yıkmaya cesaret edemez. Bürokratik ayrıcalık, üstünlük budur. Dolayısıyla “silah TSK’ya ayrıcalık değil, daha fazla denetim gerektiren bir hassasiyet getirmeli. Askerin bütün yetkileri, sorumlulukları doğrudan doğruya halk denetimine, yani parlamenter denetime açılmalı.”
TSK İç Hizmet Kanunu başka muafiyetler de içeriyor asker personelden yana. Kanuna göre ‘subay, askerî memur ve astsubayları askerî tabip ve mütehassıslar kıta, kurum, hastane ve meskenlerinde her zaman ücretsiz olarak muayene ve tedaviye mecburdurlar.’ Bunların askerî hastanelerde tedavilerinde de hiçbir suretle ücret alınamayacağı kanunla sabitlenmiş.
Hakeza 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatı ile ilgili kanun… Kanunun ‘istisnalar’ başlığı altındaki 3. maddesi aynen şöyle: “İstanbul ve Çanakkale (Özel kanun çıkarılıncaya kadar) Boğazları ile 2862 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu uyarınca belirlenmiş ve belirlenecek yerlerde, Askerî Yasak Bölgeleri ve Güvenlik Bölgelerinde, TSK’ya ait harekât, eğitim ve savunma amaçlı yapılarda bu Kanun hükümleri uygulanmaz. Aynı kanunun geçici ikinci maddesi de “belirtilen yapılar imar mevzuatına uygun inşa edilerek kullanma izni alınmış yapılar olarak kabul edilir.” denilerek, atıf yapılan c bendinde “2565 sayılı, Askerî Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu kapsamına giren veya Milli Savunma Bakanlığı’na tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığı’nca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerindeki Milli Savunma Bakanlığı’na veya TSK’ya ait yapılara” istisna sağlanıyor.
Faik Tarımcıoğlu’nun ifadesiyle bu kanun, askere, yapacağı inşaatlarda kafadan izin hakkı vermiş oluyor: “Sivil mevzuat burada geçmez manası çıkar, zaman zaman bunlar çok problem olur.” Gerçek bir sivil demokratik idarede söz konusu dahi olamayacak ayrıcalıklardır bunlar.
Bu alan Türköne’nin dikkat çektiği gibi geniş bir parasal manevra alanı sağlıyor askerî güvenlik bürokrasisine. Tarımcıoğlu ise askerin bu alanlara dokunulmasını istememesinin sebebi olarak vesayetçi zihniyetin devamının istenmesini gösteriyor: “Asker layüseldir, kimse denetleyemez. Taviz vermeyelim diye. Bu bir taviz olarak görülür.”
Bir başka husus da Milli Eğitim Bakanlığı’yla alakalı. Bakıldığında, Milli Eğitim Bakanlığı Türkiye’deki bütün müfredat ve eğitim esaslarını belirlemekle sorumlu kılınmış. Ancak, TSK’ya bağlı ortaöğretim kurumlarının program, yönetmelik ve öğrenim denklik derecelerinin belirlenmesi konularında Milli Eğitim Bakanlığı Silahlı Kuvvetler ile işbirliğine zorunlu bırakılmış. TSK’nın işbirliğine ne kadar yanaştığı muamma. Aynı zamanda 5450 sayılı kanunla da kamu kurum ve kuruluşlarına bağlı okullar MEB’e devredilirken TSK ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı okullar bunun dışında tutulmuş. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun cumhuriyetin temel kanunlarından biri olduğunu hatırlatan Tarımcıoğlu, askerî okulların TSK’da kalması ile Tevhid-i Tedrisat’ta bir delik açıldığını söylüyor: “Orada demek bir zaruret gördü asker. Onu devam ettirdi. Burada başka bir şey oldu. İşte derin devlet denilen devletin ana damarlarını sağlayan şey talim terbiye kuruludur. Onu Milli Eğitim’e bağladı ama Talim Terbiye’ye öyle kesin iç mekanizma verildi ki milli eğitim bakanlarının dışında bir kuruluş hâline geldi orası. Ve bakanlar bile Talim Terbiye kurullarının üzerinde nüfuz edemedi, şimdiye kadar. Talim Terbiye Kurulu nasıl karar verdi ise milli eğitim politikaları öyle gitti. Oraya yapılan her atama Genelkurmay’ın, MİT’in veya MGK genel sekreterinin onayıyla, baskısıyla veya seçmesi ile oldu. Ve Talim Terbiye Kurulu’nun yazdığı her metin, her kitap bir ana düstur olarak okutuldu. Mesela cumhuriyet tarihini yazdılar. Tek mantık ve tek zihniyetle.”
Bunların dışında askere imtiyaz sağlayan başka mevzuatlar da var. 2886 Devlet İhale Yasası’nda ‘İlanı sakıncalı görülen hususlar’ ve ‘pazarlık usulüyle yapılacak işler’ maddeleri de askeriyenin Sayıştay denetimine neden dâhil olması gerektiğine işaret eden maddelerden. 4458 sayılı Gümrük Kanunu da pek çok kamu kurumu ile birlikte askere de akaryakıt ve yağlardan, hammaddeye, teçhizat ve makineye kadar gümrük vergilerinden muafiyet ve istisna getiriyor. 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun ödeneklerin kullanılması ve ertesi yıla geçen yüklenme gibi maddeleri de, yapısı ve mevcudu itibariyle dev bir organizasyon olan askerî güvenlik bürokrasisine avantajlar getiriyor.
Adli Sicil Kanunu’nda ‘Türk mahkemeleri tarafından verilmiş olsa bile disiplin suçlarına ve sırf askerî suçlara ilişkin mahkûmiyet hükümleri adli sicile kaydedilmez’ deniyor mesela. 3628 Sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nda ise asker kişilerin konu hakkındaki soruşturmalarının askerî savcılar tarafından yürütülmesini öngörüyor. Bu da kapalı devre bir yargı anlayışı oluşturmaya zemin hazırlıyor.
5202 Sayılı Savunma Sanayii Güvenliği Kanunu, askerî tesislerdeki savunma sanayii güvenlik denetlemesini, kanun kapsamı dışında bırakıyor. Bu tesisler, makamın talebi üzerine Genelkurmay Başkanlığı tarafından oluşturulacak bir heyet tarafından denetlenebiliyor ancak.
Devlet Memurlarının Şikâyet ve Müracaatları Hakkındaki Yönetmelik, yargı mensuplarının yanında TSK’da görevli subay, astsubay, sivil memur, sözleşmeli ve yevmiyeli personele bu hakkı tanımayarak üst makamları korumuş oluyor. 5176 sayılı Kamu Görevlileri Etik Kurulu Kurulması Hakkındaki Kanun, kanunun ruhuna aykırı bir şekilde, Tarımcıoğlu’nun da dikkatimizi çektiği ve ‘asıl onlara uygulanması gerekir’ dediği kişileri bundan muaf tutuyor. Buna göre, kamu görevlilerinin uymaları gereken saydamlık, tarafsızlık, dürüstlük, hesap verebilirlik, kamu yararını gözetme gibi etik davranış ilkelerini kapsayan kanun, pek çok kamu görevlisine uygulanırken cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Bakanlar Kurulu üyeleri, yargı mensupları ve üniversitelerin yanında TSK mensuplarına uygulanmıyor.
1774 Sayılı Kimlik Bildirme Kanunu’na göre her Türk vatandaşı özel veya resmî her tür konaklama yerinde kimlik bildirmekle yükümlü iken askerî konaklama, dinlenme ve kamp tesisleri ile ordu evleri bu kanunun kapsamı dışında tutuluyor. Son zamanlarda da tartışılan 182 sayılı Hizmet ve Seyis Erleri Kanunu, teğmenden mareşale kadar her subaya barışta ve savaşta birer hizmet eri veriyor. Ve bunun verilemeyeceği durumlarda aylık 200 TL peşin ödenmesini öngörüyor ve bu borca karşılık da haczedilemiyor.
Bu çalışmada askerî güvenlik bürokrasisine sağlanan sosyal güvenlik avantajları üzerinde pek durmadık. Zira konunun uzmanı Ali Tezel, asker ve benzeri kurumların avantaj bakımından çok farklı olmadığını düşünüyor. Buna rağmen SGK, askerî işyerlerini denetleyip kontrol edemiyor. Bunu askerî iş müfettişleri yapabiliyor ancak.
1402 sayılı Sıkıyönetim, 5434 sayılı Emekli Sandığı, 2860 sayılı Yardım Toplama, 697 sayılı Ulaştırma ve Haberleşme Hizmetlerinin Olağanüstü Hallerde ve Savaşta Ne Suretle Yürütüleceğine Dair Kanunlar ile TSK’yi Güçlendirme Vakfı Kanunu, askere istisnalar sağlayan kanun, kanun hükmünde kararname, tüzük ve yönetmeliklerin yüzlercesinden sadece birkaçı. Dahası da var tabii.
Görünen o ki yeni anayasa tek başına yeterli olmayacak. Bir mıntıka temizliği de gerektirecek. Bizdeki süreç de İspanya ve benzeri ülkelerdeki gibi zaman alabilecek. Buna hazırlıklı olmak gerekiyor. Ahmet İnsel, bu işi İspanya’da başarıya ulaştıran savunma bakanlarından Narcis Serra’nın şu tespitlerine dikkat çekiyor: “Bu sürecin gerçekleşmesini istiyorsak siyasetçilerin, siyasal partilerin güvenlik sorunları ile ordu kadar ilgilenmeleri gerekiyor.” Ali Bayramoğlu ise Türkiye’de bu alandaki ilerlemenin zorluklarını “Biz kötü adamlarla iyi iş yapmaya çalışıyoruz. Tasfiye etmek istediğin adama kendisinin tasfiyesini yaptırmaya çalışıyorsun. Bunun içinde asker var, yargı var, üniversiteler var. Dolayısıyla inanılmaz kavgalar, çatışmalar var.” diye anlatıyor.
Her şeye rağmen Yrd. Doç. Dr. Seydi Çelik gibi düşünenler de var: “Ama şu da unutulmamalıdır ki, ne yaparsanız yapın, hangi önlemi alırsanız alın, darbelerin önüne mutlak bir şekilde geçtiğinizden hiçbir zaman emin olamazsınız. Ancak ihtimalleri en aza indirebilirsiniz. Silah tekelini elinde tutan muazzam bir kurumdan bahsediyoruz bu ülkede.”