22 Ocak 2016 Cuma

"Tamam" mı?... / Ahmet TAKAN

AKP iktidarının terörle mücadelede sözde başarısına, kafa karıştıran ,birbiri ile çelişen açıklamalarına ve hatta Recebi medya üzerinden sergilenen algı operasyonlarına bugün girmeyeceğim. 4  kare  fotoğrafı dikkatlerinize sunmakla yetineceğim.

İlki çok sıcak bir haber;

Hepimizin çok dikkatini çeken  çok önemli bir ayrıntıyı tekrarlayacağım. Operasyon bölgelerinde  şehit olan polis ve askerlerin arasında çok sayıda atanamayan öğretmen bulunmasına... Mekanları Cennet olsun. Allah kederli ailelerine peygamber sabrı versin. Bu noktayı daha fazla deşmek istemiyorum. İçimden gelmiyor. Fakat kulağıma  güvenilir emniyet kaynaklarından öyle bir haber geldi ki!.. Şöyle;

Emniyet Genel Müdürlüğü, Özel Harekat Eğitim Dairesinde, özel harekata yeni alınacak 3 bin 800 kişi için eğitim dairenin düzenlediği 3 haftalık eğitimin 2. haftası bitti. Bu 3 bin 800 kişi acil müdahale, araç arama  benzeri  eğitim alıyor. Eğitim alanlara, bu eğitimi Şark'a gidecekleri için verildiği ve bu eğitimin sonunda Şark'a gönderilecekleri söylenmiyor. İddiaya göre; bir Genel Müdür yardımcısı  eğitimi yakından takip ediyor ve "personeli Pazartesi günü Şark'ta görmek istiyorum" diye talimatlar veriyor. Kaynağım; "Hatta geçen Pazartesi günü için Şark'a gönderileceklerdi ancak eğitim daire başkanı bastırdığı için 3 haftayı tamamlaması akabinde gönderilecekler. Yani özel harekat olarak Doğu'ya gönderecekleri kişiler ancak üç haftalık bir eğitim ile gitmiş olacaklar " dedi. İlgililer arasındaki  tartışmalarda söylenenler ise Emniyet Genel Müdürlüğü'nün koridorlarını çınlatıyor!..

İkinci kare;

AKP iktidarı  terörle mücadelede "şurası tamam", "burası bitmek üzere" derken istihbarat raporlarına göre; Kandil "şehir çatışmalarını arttırın" talimatı verdi. Bölücü terör örgütünün  Kandil ininden yaklaşık 250 terörist Nusaybin'e  giriş yaptı. Ve bu teröristlerin büyük çoğunluğu iyi yetişmiş keskin nişancı. Ayrıca  bölgedeki güvenlik güçlerinin yaptığı son toplantılarda Şırnak il merkezinde  operasyonların bu hafta sonu gerçekleşecek  açık öğretim sınavlarının tamamlanması ardından başlatılması kararı alındı. Şırnak merkezde hainlerin  2 polisimizin şehit düştüğü polis otosuna saldırıyı ise anti tank roketi ile gerçekleştirdiklerini öğrendim. Anti tank roketi ile yapılan kalleş saldırının ne  demek olduğunu  ve Şırnak il merkezinin durumunu  sizlere bırakıyorum.

Üçüncü kare;
Iğdır'da 13 polisimizin  şehit edilmesi üzerine Vali  Yardımcısı  Mevlüt Özmen terörle mücadele kusurlu olanların belirlenmesi için  "hepimiz hakkında soruşturma açılsın" diye  sosyal medya paylaşımlarında bulunmuştu. Haberi Yeşil Iğdır Gazetesi'nin internet sitesinden aldım. Müfettişler Özmen'e kınama cezası vermişler.

Dördüncü kare;

AKP'nin yeni master planı!..  Şırnak Cizre'ye, Hakkari Yüksekova'ya taşınacak..
Aklıma geçen Aralık ayının sonunda İstanbul'da yaşanan bir olay geldi. İktidarın yandaşlara büyük rant sağladığı kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde  İstanbul'da Maltepe'de 11 katlı bir binanın çürük olduğu gerekçesiyle yıkılması için  patlatılması fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Bakan hanımefendinin de katıldığı törende (!) çürük denilen bina altına döşenilen kilolarca dinamitin patlatılması ile çökmemişti. Hatta haberlere yansıyana göre;

"Çevrede evi bulunan Eyüp Göçer, 'Bina o kadar sağlam ki kulakları sağır eden patlama bile onu yerle bir edemedi. Bu binaya nasıl çürük raporu alındı anlamak imkansız. Bu bina kentsel değil rant dönüşümüne kurban edildi' dedi. Yıkılacak Demirli sitesinde dairesi olan ve ismini vermek istemeyen bir kadın da 'Patlamadan sonra dimdik ayakta kalan bu binanın neresi çürük' diyerek tepkisini dile getirdi."
"Ne alaka !.." diyeceksiniz. Ben de sizlere bildiğimiz AKP zihniyetinin bir perdesinden anlatacağım;
Bölgede bu ve devamı planlanan projelerle  sadece güvenlik için kamu kurum ve kuruluşlarının  yer değiştireceğini sanmayın!..  Sadece buradan ve  diğer imar projeleri ile  inşa edilecek yeni   havuz sizce kimler arasında pay edilir?..

Şimdii!... Bu kısa son durum fotoğraf karelerinin ardından; sizce Silopi'de terörün ve teröristlerin  kökü kazındı mı?..

Cizre'de işler yolunda mı gidiyor?..
Sur ile ilgili zaten bir şey sormak hiç içimden gelmiyor.

Ha bu arada!..

Sizlere daha önce duyurduğum, Silopi'de mahsur kalan ve üniversitesine Şırnak'a dönemeyen  Şırnak Üniversitesi öğretim görevlisi  İbrahim Hüseyni'nin durumunda  dün saat 16.30 itibarıyla bir değişiklik yoktu. Hüseyni'nin Şırnak'a dönmesi için  geçmesi gereken yollarda çatışmalar hala devam ediyor. Devletin alternatif olarak yaptırdığı tünelde hala PKK'nın kontrolünde.

Sayın yetkililer (!) bu yazdıklarımın devlet sırrı olmadığını sizler de gayet iyi biliyorsunuz!..
Rabbim, nefes ve takat verdiği sürece doğruları yazmaya devam edeceğim!..

BAŞIMIZ SAĞOLSUN


TSK
  • Adı Soyadı: Ali ŞAHİN
  • Rütbesi: J.Uzm.Çvş.

Japon'ların Uçak Taşıyan Denizaltıları


İkinci Dünya Savaşında ki uçak gemilerini hepimiz duymuşuzdur.
Özellikle Amerikan Uçak Gemileri, Japon Deniz Kuvvetlerini nerdeyse bitirmiştir.

Amerika'nın bu deniz ve hava üstünlüğünü bitirmek isteyen Japonya Deniz Kuvvetleri 1942 yılında yeni bir tip denizaltı üzerinde çalışmıştır.
I-400 sınıfı bu denizaltılar o zamanların en büyük denizaltıları olarak planlanmış ve inşa edilmiştir.
Bu denizaltılar ayrıca 3 adet Aichi M6A Seiran model uçak taşımaktadır.
Denizaltı kısa bir süre için su üstüne çıkmakta, uçakları havalandırmakta ve acilen tekrar dalmaktadır.
Ayrıca torpido ile de deniz hedeflerine saldırabilmektedir.
I-400'ler tüm Dünya'ya yolculuk edebilecek kapasiteye sahiptiler.

Başlangıçta 18 adet yapılması planlanan bu denizaltılar Ocak 1943'te Hiroşima, Kure'de inşasına başlanmıştır.
Bir sene içinde planda değişikliğe gidilerek üretim adedi 5'e indirilmiştir.
Bunlardan da sadece 3 tanesi tamamlanabilmiştir.

Atom bombası, Pearl Harbor, Kamizkaze kelimelerini ve savaşın bu yüzünü çok duymuştunuz,
ama bu denizaltıyı hiç duymamıştınız değil mi ?

Ripley


Sen Toku I-400

SEVSİNLER BU AKP'LİLERİN PROTOKOL HASSASİYETİNİ / Eser Karakaş

Türkiye çok sıkıntılı günlerden geçiyor.
Her yerden kan ve gözyaşı haberleri geliyor.

Bu durumun birinci sorumlusu da AKP’nin hukuk devletini buraya yerleştirmeme ısrarı.

Ama arada sırada basında çok komik haberlere de rastlıyoruz ve biraz eğleniyor, gam kasvet dağıtıyoruz.

Haberdar sitesinde gördüm (3 Ocak 2016 Pazar, Haberdar), haber aynen şöyle: “Cumhuriyet Alanı'nda kendileri için protokol sırasının en baş ve en sonunda yer alan koltukların ayrıldığını gören AKP Mersin Milletvekilleri Yılmaz Tezcan ve Hacı Özkan, duruma tepki gösterdi. Bunun üzerine görevliler, istedikleri takdirde protokol sırasının ortasına alınabileceklerini belirtti. Ancak sinirlenen Tezcan ve Özkan, milletvekili protokolü gözetilmediği için program devam ederken töreni terk etti. CHP, HDP ve MHP'li milletvekilleri ise ayrılmış yerlere oturarak töreni izledi.“

Sevsinler bu AKP milletvekillerinin protokol duyarlılıklarını.

Yanlış anlaşılmasın, milletvekillerinin protokol hassasiyetine hiç de karşı değilim aslında, tüm yaşamım boyunca seçilmişlerin devlet protokolünde atanmışların önünde olması fikrini savundum.

İki AKP Mersin milletvekilinin de bu hassasiyeti çok doğru ama yine de ısrarlıyım, yesinler bu milletvekillerinin protokol duyarlılığını diyorum.

Neden mi?

2012’ye kadar geçerli eski bir protokol vardı, AKP, 2012 Mayıs’ında, yani artık çok güçlendiği, askeri vesayeti aştık dediği bir dönemde yeni bir devlet protokolü düzenledi ve adına da, ilginçtir, Cumhuriyetin ilk yıllarına gönderme yaparak “Reis protokolü” dedi.

Protokol meselesi öyle sıradan bir bürokratik mesele değildir.

Protokol sıralaması devletin temel tercih, öncelikler sıralamasının aynasıdır.

Şöyle bir ifade yanlış olmasa gerek: “Bana devlet protokolünü göster, senin ne kadar demokratik olduğunu söyleyeyim.”

Bu protokolün 2012 senesinde yeniden düzenlenmiş olması da tüm sorumluluğun AKP’de olduğunun net bir kanıtı, göstergesi.

Aslında, devlet protokolü dediğimizde Ankara protokolü anlaşılıyor, il ve ilçelerin protokolleri farklı.

AKP’li iki Mersin milletvekilinin itirazı il protokol uygulamasına ama nedense bu iki AKP’li milletvekili bizzat kendi partilerinin yaptığı Ankara protokolüne hiç itiraz etmiyorlar.

Sevsinler sizin protokol itirazınızı dememin temel nedeni de bu.

Bakalım, milletvekilleri, yani TBMM üyeleri, Ankara protokolünde neredeler?

Cumhurbaşkanı, yurt içinde devleti temsil eden yegane kurum ve kişi, protokol dışı, sıralamada yok, bu normal.

Aşağıda yeni protokol listesinin ilk yirmi iki basamağı mevcut.

1-TBMM Başkanı, 
2. Başbakan
, 3. Genelkurmay Başkanı
, 4. Ana Muhalefet Partisi Başkanı, 
5. Eski Cumhurbaşkanları
, 6. Anayasa Mahkemesi Başkanı
, 7. Başbakan Yardımcıları
, 8. Yargıtay Birinci Başkanı, 
9. Danıştay Başkanı, 
10. Diyanet İşleri Başkanı
, 11. Bakanlar Kurulu üyeleri, 
12. Kuvvet komutanları (Kara, Deniz, Hava, Jand.)
, 13. Orgeneraller/Oramiraller
, 14. YÖK Başkanı, 
15. TBMM Başkan Vekilleri, 
16. TBMM’de Grubu Bulunan Siyasi Partilerin Genel Başkanları, 
17. TBMM Katip Üyeleri ve İdare Amirleri, 
18. TBMM’de Temsil Edilen Siyasi Partilerin Genel Başkanları
, 19. TBMM Siyasi Partiler Grup Başkanları ve Başkan Vekilleri
, 20. TBMM’de Grubu Bulunan Siyasi Partilerin Genel Başkan Yardımcıları
, 21. TBMM’de Grubu Bulunan Siyasi Partilerin Genel Sekreterleri
, 22. TBMM üyeleri.

Neden sadece 22 basamağı aldım sadece, çünkü yirmi ikide TBMM üyeleri yani içinde AKP’li iki Mersin milletvekilimizin de bulunduğu milletvekilleri geliyor.

Mersin’de protokol krizi çıkaran iki AKP milletvekilimiz Ankara protokolünde acaba kimlerin arkasında diziliyorlar?

En çarpıcı örnekler doğrudan atama ile göreve gelen Genelkurmay Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı ve Kuvvet Komutanları.

Mersin’de kriz çıkaran iki milletvekilimizin devlet protokol sıralamasında anlaşılan söz konusu devlet memurlarının arkalarında durmaktan gocundukları yok.

Hani seçilmişler atanmışların önünde olacaktı?

Yalandan kim ölmüş?

Mesele sadece bununla da sınırlı değil?

Genelkurmay Başkanı Başbakan hariç tüm bakanların ve Diyanet İşleri Başkanı da Başbakan yardımcılarının dışında tüm Bakanlar Kurulu üyelerinin önündeler.

Sevsinler bu demokrat bakanları.

Demokratik bir ülkede böyle bir demokrasi skandalı manzarası olabilir mi?

Anamuhalefet Partisi Başkanı, teorik olarak yarının başbakanıdır, o bile bir memur olan Genelkurmay Başkanının arkasında.

Bugünkü Anamuhalefet Partisi Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’ndan bu yönde bir eleştiri, şikayet de hiç duymadım, bu da başka bir tuhaflık.

Başka bir mesele de şu: Bu kafayla yeni bir anayasa yapmak mümkün mü?

Daha doğrusu yeni (!) anayasa bu önem önceliği gözetilir ise, ne işe yarayacaktır?

AKP Mersin milletvekilleri Mersin’de protokol krizi çıkararak seçilmişlik duygularını  tatmin etsinler.

Ankara’da da memurların arkasına geçsinler bir güzel.

Hizaya gelsinler.

Mersin’de de sivilcilik, seçilmişçilik oynasınlar.

Seçmene milli irade selamı versinler, sonra da memurların arkasında dizilsinler ip gibi.

20 Ocak 2016 Çarşamba

TÜRKİYE 7 AYDA KAÇ ŞEHİT VERDİ? / Metehan Demir

TÜRKİYE büyük dalgalarla boğuşuyor. Her gün birbirinden acı haberler almaktan yorgun insanlar artık neredeyse haber kanallarını açmaya korkar hale geldi. Kendi taraflarının nefretini kusup kendi taraflarının duymak istediği sözleri söyleyen tiplerin, ekranlardan, sayfalardan saçtığı zehirlerden bunalan halk da arada sıkışmış olmanın verdiği umutsuzlukla yaşamaya çalışıyor.

Aslında bu hafta Profesör Emre Alkin dostumla birlikte 2016’da Türkiye’nin muhtemel ekonomik rotasını ve önündeki gelişmeleri değerlendirecektik. Ama, sayfanın üzerine şehitlerin kanı düşünce yazamadım. Çünkü, onların her fotoğrafına insan baktığında boğazında bir şeyler düğümleniyor. O nedenle aziz ruhları huzurunda şehitleri konuşmak lazım diye düşündüm.

ACI GERÇEKLER
Gerçi aşağıda detaylandıracağız ama önümüzde duran çok acı gerçekler var.
Bu işlerde ‘En çok biz hassasız’ deriz ama batıda başka ülkelerde gazi-şehit kavramı artık bizden daha fazla samimiyetle karşılık buluyor. Ağzınızı açtığınızda hücuma uğruyorsunuz.

O kadar çok bana şehit ailelerinin bir süre sonra kaderine terkedilmesi ile ilgili haber geliyor ki. Her cenazede atılan sloganlar verilen copy paste siyasi mesajların ardından olan yine o fotoğraflarına bakamadığımız babalarının tabutlarının yanında boynu bükük kalmış yavrulara oluyor.

Türkiye’de maalesef ne gazi ne şehit sayısı tam olarak biliniyor. Milli Savunma Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü, İçişleri ve Genelkurmay rakamları birbirinden farklı. Hatta bundan yıllar önce iki Genelkurmay Başkanı’nın açıklamaları arasında bile uçurumlar olmuştu.

KEMAL BEY’İN ZORUNLU YUVARLAMASI
O kadar çok acı var ki; O kadar çok art arda acı haber geliyor ki, artık tutulan istatistiki rakamlar da kontrolden çıktı. Olmaması gerekir ama oluyor işte. Zaten asıl bu noktadaki yorumu yazmama sebep de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Meclis Grup konuşmasındaki bir açıklaması oldu. Kılıçdaroğlu dedi ki; ‘7 Haziran’dan bu yana 2 yüzden fazla güvenlik görevlisi şehit oldu.’  Önemli bir konuya dikkat çekti ama üstü kapalı da sayının tam bilinememesinin verdiği zorunlu bir yuvarlama da yaptı ‘2 yüzden fazla’ diyerek. Ne yapsın.

İŞTE O ACI TABLO, ŞEHİT SAYISI
Türkiye, barış sürecinin askıya alındığı, uzun süre eylemsizlik adı altında gizlice bugünlere hazırlanan PKK’nın birden saldırılara başladığı geçen Haziran’dan bu yana öyle bir terör ve şiddet sarmalına girdi ki; artık şehit sayılarını son aylarda tam bilmek neredeyse imkansız hale geldi. Günlerdir asker-polis-korucu ve diğer devlet görevlileri bazında bu rakamı yaralıların durumlarını da izleyerek tespit etmeye çalıştım. Aşağı yukarı altı yedi aylık süre içinde ortaya çıkan rakam kahretti: 236. Yurdun çeşitli noktalarında terör saldırılarında yaralananların sayısı ise 1065.

TARİHLERE GÖRE ŞEHİTLER
Resmi arşivlere göre; Eylemlerin başladığı 2015 Haziran’ı başlangıç alırsak 9 Eylül’de şehit sayısı 109, 11 Ekim’de 145, 1 Kasım’da 167, 22 Aralık’ta da 204’e ulaştı. Bugün itibarı ile de maalesef yaralıların içinden hayatını kaybeden tüm sınıflardaki güvenlik görevlileri ile birlikte şehit rakamı son yaklaşık 7 ayda 236 rakamına ulaştı. Bize rakam söylemek ne kadar kolay geliyor değil mi? 236. Ama ya o acılarla kavrulan aileler. Ne hale geldik. Bunları hep televizyonda söylerdim. Bir gün yöneticilerden biri açıp bana, ‘Metehan amma duygu sömürüsü yaptın ailelerle, şehit anneleri ile ilgili, anneleri ağlarken vermek iyi haber, iyi reyting’ demişti. İşte bu hale geldik. Her konuda ne hale geldik. Her konunun bir rantçısı var artık. Dinin de, haberin de, milliyetçiliğin de, ahlakın da, Atatürkçülüğün de. Arada sıkışan bu ülkenin insanları artık bundan, bu parselcilerden çok bunaldı. Ne olursa olsun biz yazmaya devam edeceğiz. O küçük yetim kalan yavrucuklar hatırına.

NE BİLDİĞİMİZİ NE BİLMEDİĞİMİZİ DE BİLMİYORUZ
Lafı çok uzatmaya gerek yok. Ne acı biliyor musunuz? Ne bildiğimizi de, ne bilmediğimizi de bilmiyoruz ve her şeyi bir tek biz biliyoruz sanıyoruz.

İsmet Yılmaz bundan bir yıl önce 2015’de Savunma Bakanlığı koltuğunda otururken şunları söylemiş: ‘1984’den bu yana şehit sayısı 5 bin 347, gönüllü köy korucusu şehidimiz bin 378, polis 283, vatandaşlarımızdan şehidimiz 5 bin 791, toplamda yaklaşık 13 bine yakın şehit verdik kaybımız oldu.’ Ama, 2010 yılında yani Bakan demecinden 5 yıl önce açıklanan devlet istatistiklerine göre 6 bin 653 asker şehit verilmiş. Ortada birbirine ters, tutmayan durumlar var.

EN AZ VE EN ÇOK ŞEHİT SAYILARI
PKK terörünün başladığı 1984’den bu yana en çok şehit ise 1994 yılında oldu. Tam 1145 şehit verildi. En az şehit ise 2001’de 20 olarak kayıtlara geçti. PKK terörünün yol açtığı acılarla birlikte bugüne dek ülkeye maliyeti 300 milyar doları geçti. 40 binden fazla sivil insan hayatını kaybetti.

KEŞKE O ÇOCUKLAR
Şimdi tam burada duralım. Bir vicdan sorgulaması yapmamız lazım. Çocuklar, çocuklarımız adına. Keşke, babasının tabutu başında boynu bükük kalan o yavrularla Güneydoğu’da çatışmalarda arada kalıp hayatını kaybeden o yavrular elele çocuk bahçelerinde tıpkı dünyanın diğer çocukları gibi oynuyor olabilselerdi. Ama olmadı. 59 çocuk Doğu ve Güneydoğu’da çatışmalarda hayatını kaybetti. Ve tabii ki arada kalan yüzlerce masum sivil gibi.

Bize bir şeyler oldu. ‘Bizden değilse yok olsun, benim gibi düşünmüyorsa kahrolsun’ demeye başladık. Farkında mısınız birbirimizi yerken tükeniyoruz..Bu ülkenin IŞİD terörü dahil çok sorunu var.  Bir mesele daha var. O da görevini yapan askere polise kamuoyunda saldırılması. Görev ihlalleri haricinde, haksızlık yapmamak gerekiyor. Orada görevini tarafsızca bu ülke için yapanlara ‘şunun bunun askeri polisi’ demek bu insanların yüzde 99’unu çok incitiyor.

Bu ülke hepimizin. Örnekler ortada. Açın Suriye’yi, Pakistan’ı okuyun. Kucağında çocuğu ile kapı kapı kendine vatan ararken çelme yiyen o babanın dramını, ülkesinden gitmek zorunda kalan Suriyeli minik yavrunun sahile vuran cansız bedenini izleyin. Hepsi, artık neredeyse karşılıklı nefretten hasetten patlama noktasına gelen Türkiye’nin insanlarına, bizlere bir şey söylüyor….’artık yeter, yoksa siz de bizim gibi bitersiniz’.
Gürültüden sesimiz belki duyulmuyor ama tükeniyoruz farkında mısınız?

Karaya oturan Yunan botu bile uyandırmadıysa... / Ahmet TAKAN

AKP Hükümetleri döneminde hava sahamız kevgire döndü. Hava sahamızı saatlerce ihlal eden ve topraklarımıza inen Yunan helikopterlerine hiçbir önleme yapılmıyor. Suriye ve Rus uçaklarına uygulanan angajman kuralları, hava sahamızı defalarca ihlal eden Yunan uçak ve helikopterlerine nedense (!) uygulanmıyor. Hava sahamızdaki sorunun aynısı karasularımızda da yaşanıyor. Yunan Deniz Kuvvetleri'ne ait hücumbotlar, Yunan Sahil Güvenlik gemi ve botları ile Yunan balıkçı tekneleri, hiçbir engelle karşılaşmadan Türk karasularına girip çıkıyor.

Kevgir misali!..

Bir Yunan Sahil Güvenlik botunun,15 Ocak'ta, Didim Tuz Burnu açıklarında karaya oturduğunu duymuştuk. Karaya oturan Yunan botu ile ilgili haberlerin görsel ve yazılı basında yer alması üzerine, Genelkurmay ertesi gün basın bilgilendirme notu paylaştı..

Bilgilendirme notu da medyada genişçe yer aldı. Tekrara girmeyeceğim.

Eski Millî Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım'ın gelişmeler üzerine YENİÇAĞ'a yaptığı açıklama çok sarsıcı;

"Bilgilendirme notu ile Türk karasularının kevgire döndüğü itiraf edilmiştir. Sıcak takip hakkı (Right of hot pursuit)/kesintisiz izleme hakkı, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin 111'inci maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre sahildar devletin kanun ve kurallarına aykırı hareket eden gemiler kesintisiz olarak izlenebilir. Ancak izleme hakkı, izlenen geminin kendi devletinin karasularına veya üçüncü bir devletin karasularına girmesi ile sona erer. RÜZGAR-009 isimli sürat teknesi Türk karasularına girdiği andan itibaren, LS-604 borda numaralı Yunan SG botunun izleme hakkı sona ermiştir. Buna rağmen, LS-604 borda numaralı Yunan SG botu, Türk karasularına 6 mil girmiş ve karasularımızı ihlal etmiştir.
Karaya oturan Yunan SG botunu kurtarmak maksadıyla Didim bölgesine intikal eden LS-171 borda numaralı Yunan SG botu ile Apostolos isimli Yunan balıkçı teknesi de Türk karasularını 6 mil ihlal etmiştir. Ayrıca Yunan işgali altında olmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti'ne ait olan Eşek Adası'nın karasuları da 6 mildir. Kurtarılan SG botunu teslim almak üzere Eşek Adası'nın 3.2 mil kuzeyine gelen LS-020 borda numaralı Yunan SG botu da Türk karasularını 2.8 mil ihlal etmiştir. 15 Ocak 2016 tarihinde, toplam 3 Yunan SG botu ve 1 Yunan balıkçı teknesi, hiçbir engel ve önleme ile karşılaşmadan Türk karasularına girmiş ve karasularımız tam 4 sefer ihlal edilmiştir."

Ümit Yalım'ın işaret ettiği sorumluluk noktalarına da dikkat;

"Sahil Güvenlik Komutanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşu içinde olup, barışta görev ve hizmet yönünden İçişleri Bakanlığı'na bağlıdır. Sahil Güvenlik Komutanlığı'nın, LS-604 borda numaralı Yunan (SG) botunun Didim bölgesinde karaya oturduğunu, Yunanistan Arama Kurtarma Merkezi'nden öğrenmesi ve LS-171 borda numaralı Yunan SG botu ile Apostolos isimli Yunan balıkçı teknesinin Didim bölgesine geldiğini sonradan tespit etmesi tam bir güvenlik zafiyetidir. İçişleri Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 2. maddesine göre, İçişleri Bakanı Efkan Ala ve İçişleri Bakanlığı, kamu düzenini korumaktan ve karasularımızın muhafaza ve emniyetini sağlamaktan sorumludur. Ancak, Yunan SG botları karasularımızı sık sık ihlal ederken, Yunan balıkçı tekneleri karasularımızda balık avlayarak millî servetimizi çalarken, Bakan Ala ile İçişleri Bakanlığı bu duruma seyirci kalmaktadır."

Ümit Yalım'dan iki de önemli hatırlatma;

"Bakan Ala döneminde iki somut olay daha cereyan etmiştir. Bunlardan birincisi; Türk Kaptan Mustafa Ateş'in, 14 Nisan 2014 tarihinde, Türk karasularında seyir halindeyken, Yunan Sahil Güvenlik Botu'ndan açılan ateşle öldürülmesi olayıdır.

İkinci olayda; Yunan Sahil Güvenlik Botu, 30 Mayıs 2014 tarihinde, Bodrum Çatal Ada yakınlarında, Türk karasularında balık avlayan Türk teknesine ateş açmış ve vatandaşlarımızı İstanköy Adası'na zorla götürerek tutuklamıştır. Yunan SG botu bu eylemi yaparken Türk karasularını 4.5 mil ihlal etmiştir.
Yunan SG botları, Türk kaptan Mustafa Ateş'i Bodrum bölgesinde Türk karasularında öldürmek ve Çatal Ada yakınlarında balık avlayan vatandaşlarımızı zorla İstanköy'e götürüp tutuklamak suretiyle, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin 102'nci maddesinde tanımlanan, devlet gemisi ile deniz haydutluğu suçunu işlemiştir. Dönemin Başbakanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve İçişleri Bakanı Ala, Yunanistan'ın yaptığı deniz haydutluğuna da sessiz ve tepkisiz kalmış, vatandaşlarımızın yaşam hakkı ile seyahat özgürlüğü haklarını gasp eden Yunanistan'a bir tek nota bile vermemişlerdir. Görüldüğü üzere Güneydoğu bölgemizde olduğu gibi Ege Denizi'nde, Türk karasularında da kamu düzeni yoktur. Ege Denizi'ndeki sorun da, Erdoğan, Gül ve Davutoğlu üçlüsünün 16 Türk adası ve 1 Türk kayalığını alenen Yunanistan'a vermesinden kaynaklanmaktadır. Ege Denizi'ndeki karasularımız AKP Hükümetleri tarafından fiilen geriye çekilerek, 3 mile düşürülmüştür."

Deveye sormuşlar ya!..

Çatışma sonrası yeniden inşa, Silopi örneği / Metin Gürcan

Günümüzde kent çatışmaları çok zor. Ama bu kent çatışmalarından çatışmanın bizzat kendisinden daha da zor olan ne biliyor musunuz? Çatışma sonrası yeniden inşa. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta çuvalladığı aşama olan bu aşama öylesine karmaşık ki. Kentlerde niçin mi yeniden inşa çatışmadan bile daha zor? Çünkü çatışma dinamiği günün sonunda şiddetin eldeki vasıta ve yöntemlerle stratejik-operatif amaçlarla kullanılması esasına dayanıyor. Yani arşivle, önceden var olan şablon planlamalarla kentlerde de olsa çatışmayı yönetebiliyorsunuz. Ama ‘Çatışma Sonrası Yeniden İnşa’ bir planlama değil bir dizayn sorunu. 
 Planlamada karşılaştığınız her bir problemi reaktif bir tavırla çözmeniz gerekirken, dizaynda önünüze gelecek problemleri önceden öngörmeniz, proaktif bir tutumla bu problemler karşınıza çıkmadan onlarla başa çıkmanız gerekiyor. Biz gene her zamanki gibi kent çatışmalarının AKTÖRLERİNE yoğunlaşarak; yani PKK’lı ‘teröristleri’ ve YDG-H’li gençleri konuşmakla (veya etkisiz hale getirmeye çalışmakla) o kadar meşgulüz ki ÇATIŞMANIN MEKANININ çatışma üzerine etkisini ıskalıyoruz. Unutmayın bu günkü çatışmaların mekanı tam da Ankara’nın 90’larda ve 2000’lerde devam eden kırsal çatışmaların en önemli sorunlarından olan köy boşaltma ve Cizre, Silopi, Yüksekova, Şırnak, Diyarbakır ve Hakkari gibi şehir merkezlerindeki çarpık kentleşmenin sonucu olan ÇARPIK MEKANLAR.


                  Çatışmaları yönetmek bir polisiye/askeri PLANLAMA sorunu, ama ‘çatışma sonrası yeniden inşa’ hem askeri hem de sivil gayretler içermesi gereken bir DİZAYN sorunudur. Tam da bu nedenle çatışmalardan daha zordur. Sayın Başbakan Londra’ya giderken Silopi hakkında bir ‘Temizlik tamam. Şimdi yeniden inşa zamanı’ açıklaması yaptı. Bir zafer inşası çabasına girişmeden yapılan bu ‘düşük profil’ açıklamayı değerli buluyorum ve önce Ankara’ya ve tabi ki kıymetli okurlara bu DİZAYN sorunu hakkında Silopi örneğinden hareketle bir kaç tespit yapmak isterim.

Öncelikle Silopi’de son durum ne?


Haritada da görüldüğü gibi Şehit Harun ve Karşıyaka Mah. (1), Barbaros Mah. (2), Başak Mah. (3),  Nuh Mah. (4) ve Cudi Mah. (5) bölgelerine güvenlik güçleri girmiş ve kontrol altına almış durumda. Artık güvenlik güçleri Silopi’ye hakim durumda. Aslında Cizre ve Sur/Diyarbakır’a nazaran çok da çatışmaların yaşanmadığı bu mahallelerde artık hendek ve barikat kalmadı. Sokağa çıkma yasağı bu mahallelerdeki evlerine gidemeyenler son bir haftadır evlerine dönmeye başladılar. Kademeli olarak sokağa çıkma yasağının kalkması ile dönüş hızlanabilir. Ancak dönenler henüz çocuklarını getirmiyor. Bir önemli not: yerel kaynaklara göre Silopi içinde yaklaşık 30’a yakın ‘kadrolu terörist’ ve 200’ye yakın YDG-H’li genç vardı. Bunlardan yaklaşık 30’a yakını ya yakalandı ya da ‘etkisiz hale getirildi’. Geri kalanlar mı? Buharlaştılar. Yani şehri terk ettiler.  Artık nüfusu %60 oranında azalarak 40 binlere düşen Silopi’nin yeniden inşa vakti. Hani dedik ya kent çatışmalarının yeniden inşası aslında bir planlama problemi değil bir dizayn problemi. Bu dizaynı yaparken 4 ana boyuta dikkat etmek gerekiyor. Acaba yeni dizaynda siyasi gücün,  güvenliğin, adaletin, mekanın, paranın ve en önemlisi kalplerin/beyinlerin dağıtımında eski düzendeki dağıtımdan ne gibi farklar olacak?


Bu göstergeler ışığında çatışma sonrası dönemdeki mevcut ara durumun yeniden çatışmaya mı evrileceğini yoksa istikrara döneceğini söylemek mümkün.

Siyasi güç boyutunda görüldüğü kadarı ile Ankara’nın çatışma bölgelerinde daha da merkezileşme konusunda ciddi bir niyeti var. Yereldeki tüm kritik siyasi kararlar ya Ankara’ya sorulacak ya da daha sorulmadan Ankara’dan gönderilen ‘şablon’ talimatlara harfiyen uyulması beklenecek. Peki ya Ankara’dan dayatılan şablon çözüm yereldeki gerçekliğe uymazsa yereldeki karar alıcı (Silopi örneğinde kaymakam) sadakatle yereldeki siyasi gerçekliği bükmek pahasına  Ankara’nın şablon çözümüne mi sarılacak (ki bu şahsi kariyeri için en risksiz yaklaşım) yoksa inisiyatif ve hatta risk alarak şablon çözümü yereldeki siyasi gerçekliğe mi uydurmaya çalışacak (ki bu şahsi kariyeri için en riskli yaklaşım)?

Çatışma sonrası yeniden inşada en önemli boyut güvenlik. Güvenlik ana taşıyıcı kolon ve her şey onun üzerine inşa edilecek. Ama burada kritik soru şu: Önce kimin güvenliği esas, devletin ve devlet kurumlarının mı yoksa vatandaşın mı? Kent çatışmalarında şayet devlet kendi güvenliğini (kamu düzenini) aşırı derecede önceleyip vatandaşın güvenliğini ıskalarsa o zaman vatandaşın bir kısmı ‘YANLIŞ GÜVENLİK ALGISI’ dediğimiz tuzağa düşebilir. Yani örneğin taşımalı sistemle (siyah zırhlı ranger araçlar ki biri beni Silvan’da neredeyse eziyordu) çatışma bölgelerinde kullanılan bir kısım güvenlik gücünün hoyratça, yerelde vatandaşa yönelik nezaketsiz tavırları olursa bu onur kırıcı davranış ve yaklaşımlar kentlerde bir kısım vatandaşı alternatif eli silahlılar olan PKK’lılara ve YDG-H’ye yöneltebilir. Devletin güvenlik güçlerinden korunmak için sayıları çok az bile olsa bir kısım sivil vatandaşın PKK’ya ve onun sağladığı güvenliğe ihtiyaç duymasıdır YANLIŞ GÜVENLİK ALGISI.
İşte çatışma sonrası dönemde ne kadar az sayıda sivil vatandaş Yanlış Güvenlik Algısına düşerse o kadar iyi. Peki bu algıya kapılanlar siviller ne olacak? Yereldeki karar alıcılar ve güvenlik güçleri onları ne kadar ‘ötekileştirecek’? Bu da yeniden inşanın tekrar çatışmaya dönüp dönmeyeceğini gösteren önemli göstergelerden. Bir de lütfen Silopi’deki PKK’lıların büyük bir kısmının ‘buharlaştığını’ hatırlayalım. Bahar ayları bu açıdan çok kritik.

Çatışma sonrası adaletin yeniden dizaynında yereldeki hukuki anlaşmazlıkların en etkin, en hakkaniyetli ve en süratli çözümü esas. Tabi ki en çok da hakim otorite olan devletin ve devlet temsilcilerinin sanık veya şüpheli, yereldeki sivillerin mağdur olduğu hukuki uyuşmazlıklarda. Şayet çatışma sonrası yeniden inşada yereldeki adalet algısı çatışma öncesinden daha kötüye gidiyorsa durum kötü demektir.

Çatışma sonrası mekanın dizaynı çok önemli. Şimdi Silopi yeniden imar edilecek. Tüm kent imar planları gözden geçecek. Örneğin haritaya bir bakın: Silopi Devlet Hastanesini sarı yuvarlak içine aldım. Kritik yerlerden olan devlet hastanesi çevresi imara açılacak mı, açılacaksa buralara kimler, hangi önceliklerle ve nasıl yerleşecek? Çatışma olan mahalleler nasıl yıkılıp yeniden dizayn edilecek? Acaba nasıl bir dizayn takip edilmeli ki aynen 90’larda düşülen hataya düşülmeden Silopi’nin ve diğer kentlerin önümüzdeki yıllarda çatışmanın mekanı olmasının önüne geçilsin? İlçenin idari merkezi nerede olacak? İlçedeki kamu kurumları bir yerde toplanıp yüksek güvenlik duvarları arkasına mı çekilecek (Bağdat ve Green Zone modeli) yoksa ayrı ve dağınık bir şekilde mi (Kabil modeli) kalacak? Özellikle hendek-barikatların olduğu mahallelerde nasıl bir imar dizaynı uygulanacak ki bu mahallelerde hem hendek-barikat teşkili engellensin hem de o mahallede yaşayan vatandaş ağır güvenlik kıskacı altında ezilmesin? Bunların hepsi dizayn soruları.

Çatışma sonrası rantın dağıtımı da kritik önemde. Kent çatışmalarında yaşanan materyal yıkım büyük çoğunluğun ‘acısı’ bir kısmın ‘öfkesi’ ama küçük ve hırslı bir kesim içinse ‘fırsat kapısı.’ Çatışma sonrası altyapının inşası bu otoriteye yakın girişimciler için daha çok ihale, daha çok para kazanma fırsatı anlamına gelebilir. Bu nedenle çatışmanın yol açtığı yıkımın tamirinde kimlerin ne kadar para kazandığı kritik önemde bir konu. Şayet çatışma sonrasında yeni bir rantiyeci sınıf oluşursa ve yerelde bu sınıfın yaptıkları konuşulmaya başlarsa ‘rantiyeci azınlık-rant mağduru çoğunluk’ fay hattı üzerinde sörf yapanlar çok olur.
Çatışma sonrası en kritik önemdeki yeniden inşa ne materyal, ne güvenlik ne de finansal alanda. En önemli alan kalpler (duygusal) ve beyin (bilişsel) alanda. Şu anda ne yazık ki Silopi, Cizre gibi çatışmaların büyük yıkım yarattığı yerlerde ekonomik yıkımın derecesini görebilirken ortada objektif bir saha çalışması olmadığı için çatışmanın kalplerde ve beyinlerde yarattığı yıkımı ölçemiyoruz. Acaba Silopi’de çatışmalardan PKK’yı veya devleti sorumlu tutanların oranı yüzde kaç? PKK’nın Silopi’deki tabanı hangi mahallede ve % kaçlara çıkıyor? Bu oranların yaş, gelir ve meslek grubuna göre dağılımları nasıl? Bu saha çalışmaları olmadan her bir şehre özel bir stratejik iletişim planı hazırlanması mümkün değil. Umarım şimdi doğrudan Ankara’dan gelen kamu görevlileri veya STK temsilcileri bu soruların cevaplarını ölçmeye çalışıyordur. Çatışma sonrası yeniden inşa bir süreçtir ve ne yazık ki ölçmediğiniz süreci yönetemezsiniz. Ölçülmesi en sor kitle mi? Size ilginç bir gözlem: Bana göre kalpleri PKK’ya beyni ise devlete bağlı olanlar, yani duyguları ile mantıkları arasında sıkışıp kalanlar. Bunlar en zor kitle..

Çatışma alanlarında doğrudan çatışmanın kendisinden mağdur olan kim yardım elini uzatıp onun kalbine (duygusuna) ve beynine (mantığına) dokunabilirse çatışma sonrası dönemin kazananı olur.
Şimdi sırası ile çatışmanın mağdurlarını listeleyelim:

Çatışmaların arasında kalan çocuklar
(En mağdur kitle)

Çatışma alanlarındaki çocuklar hem canlarından hem de eğitimlerinden oldular. Sokağa çıkma yasağını en çok delen çocuklar olduğu için (nedenleri üzerinden gereksiz bir tartışmaya girmeden) en çok öldürülen yaş grubu çocuklar olmaktadır. Çocuklar ayrıca eğitimlerinden oldular. Silopi’de yaklaşık iki aydır eğitim neredeyse yapılamıyor. Öğretmenler son derece endişeli oldukları için ders verme durumunda değiller. Her an bir şey olacak diye.

En kötüsü mü? Çocukların hafızaları tüm bu yaşananları an be an kaydediyor.

Çatışmaların arasında kalan halk
(En mağdur ikinci kitle)

Silopi’de ve diğer kent merkezlerinde çatışmanın yarattığı yıkım o kadar büyük ki halkın çoğunluğu evinden, aşından, işinden şehrinden oldu.  Silopi’nin yaklaşık yarısı bir şekilde göçmen durumuna düştü. Sığınacak bir yer bulmaktan zorlandılar. Yerini terk etmek istemeyenler can tehlikesi altında yaşadı. Silopi’de en güvenli olarak tanımlanan yerlerde bile maalesef can kayıpları oldu.

Aileler çocuklarını bir arada tutmak için geçim sıkıntısı yaşadılar ve çocukların bir kısmı ailenin kaldığı yerler dışında yerlere gittiler. Çoğu anne-baba çocuklarının nereye gittiğini bile bilmiyorlar. Sorulacak bir yer de kalmamış. Daha önce polise gidiyorlardı artık oraya da gidemiyorlar. Polise başvurmamanın sebebi ise emniyetin kendilerini alıkoymalarından korkuyorlar. Bakalım bu kayıp çocuklar ilerde nerelerde ve hangi sorunlar olarak ortaya çıkacak?

İleride neler mi yaşanabilir? O da başka bir yazının konusu olsun.

Hilmi Özkök 9 sütunluk asparagası yalanladı: Hasan Iğsız için açıklama yapmadım

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök: Akademisyen bildirisi beni de rahatsız etti

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, emekli Orgeneral Hasan Iğsız hakkında “Türk vatandaşı olmayan bir insanın PKK sevici olmasını anlarım, ama bir ordu komutanın kızını onu destekleyen babasını asla anlayamam” dediği iddiasını yalanladı. Twitter'da dolaşıma giren ve kayyum yönetimindeki Bugün gazetesinin de "Komutan tokadı" başlığıyla yayımladığı sözler hakkında Özkök, "Böyle bir beyanatla uzaktan yakından bir ilgim yok" dedi.

Hasan Iğsız, kızı Aslı Iğsız’ın da imzacıları arasında bulunduğu “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye katılmadığını, ancak düşünceye tahammülsüzlük olduğunu açıkladıktan sonra Hilmi Özkök’e ait olduğu iddia edilen bir Twitter hesabından eleştirildi. Bugün gazetesi, Özkök'e atfederek ilgili mesajı sürmanşetinde 9 sütuna atılan “PKK sevicisi kızını savunan Iğsız’a... Komutan tokadı” başlığıyla kullandı. Gazetenin Ankara Temsilcisi Fatin Dağıstanlı da "Milletin Paşası: Hilmi Özkök" başlıklı bir yazı yazdı.

T24’e konuşan Hilmi Özkök, “Ne Twitter, ne Facebook hesabım var” dedi ve “böyle bir beyanatla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını” söyledi.

Hilmi Özkök, "Barış için Akademisyenler Girişimi" adı altında biraraya gelen 1128 akademisyenin bildirisine dair de şu ifadeleri kullandı:
“O konuda bir beyanat vermek istemiyorum. Çok incelememiş olmakla birlikte birçok kişiyi rahatsız ettiği gibi beni de rahatsız etti.”  


Özkök, Iğsız'ı aradı
 

Hasan Iğsız’ın avukatı Murat Ergün de Odatv’ye Hilmi Özkök’ün Iğsız’ı arayarak böyle bir mesaj yazmadığını, bu ifadenin kendisine ait olmadığını söylediğini aktardı.

Müzakere için ön koşulu silah bırakma olan devlete ne denir? / EZGİ BAŞARAN

Otago Üniversitesi'nden Prof. Richard Jackson'dan barış müzakerelerinin temel unsurlarını hatırlatmasını istedim.
Malum, ‘barış dersine’ sıfırdan başlamak gerekiyor. En temelden girmek, kirli hesaplarla unutturulmuş öğeleri hatırlatmak şart. 
Sorular belli:  
Ülkenin doğusunda yaşanan çatışma ortamı nasıl son bulacak? Yeniden barış süreci nasıl başlayacak? İyi müzakere nedir? Kötü müzakere nedir?

Bu sorulara en gerçek cevabı verecek kişiler aslında Türkiye’nin Kürt sorununu derinlemesine bilmek zorunda değil. Her sorun kendine hastır, tamam, ama, bir kriz çözümünün unsurları da değişmez. Yani şablon bellidir.

 İşte o şablonu bize anlatması için Yeni Zelanda’daki Otago Üniversitesi’nden Prof. Richard Jackson ile irtibata geçtim. Ulusal Barış ve Kriz Çözümleri Merkezi’nin başkanı ve 21’inci Yüzyılda Kriz Çözümleri (Conflict Resolution in the 21st Century) kitabının yazarlarından biri olan Jackson’a o temel soruları sordum. Hiç anlamak istemeyen birinin bile anlayabileceği gibi anlattı. Buyrunuz…


Başarılı bir barış müzakeresinde hangi özellikler bulunur?      
-Devletler ve silahlı örgütler arasındaki müzakereler her zaman zordur çünkü devlet silahlı örgütle masaya oturduğunda ona meşruiyet kazandıracağını düşünür. Bu meşruiyetin toplumdaki başka gruplar için örnek teşkil edeceğinden çekinir. O nedenle genelde müzakereler kapalı kapılar ardında ya da arabulucular aracılığıyla başlar. Mozambik barış görüşmeleri ya da Oslo görüşmeleri (İsrail - Filistin arasında 1993’te imzalanan antlaşmanın görüşmeleri kastediliyor –eb) kriz çözümlerinde uzmanlaşmış uluslararası arabulucularla masadaki iki taraf için de nötral bir yerde yapılmıştı. Hatta bu görüşmeler gerçekleşmeden önce ön müzakare süreci yaşanmıştı. Taraflar birbirine nasıl hitap edeceği, taleplerini açıkça nasıl belirtecekleri ve belli konuların nasıl gündeme geleceğiyle ilgili bir nevi eğitilmişlerdi. Ayrıca taraflar arasında minimum seviyede bir güven inşa etmek de gerekir. Şu noktayı da belirtmeliyim: Tarih bize bir devlet ile silahlı grubun müzakere etmesinden cesaret alarak başka silahlı grupların ortaya çıkmadığını gösterir. Tam aksine bu tür müzakereler şiddetin azalmasına yol açar. Ders alınması gereken nokta şudur: Bir grup etkili ve siyasi biçimde taleplerini dile getirebiliyorsa şiddete başvurmaz. Şiddete başvuran gruplar siyasi fırsatları elinden alınmış olanlardır.

Çökmüş ya da sona ermiş barış müzakerelerine baktığınızda hangi ortak noktaları, hataları görüyorsunuz?
-Bir kaç ortak payda sayabiliriz: Taraflar arasında yüksek seviyede düşmanlık. Bu genelde şiddetin devam ettiği koşullarda ortaya çıkar. O nedenle müzakereye siyasi ve duygusal alan tanımanın şartı ateşkestir. İkinci hata müzakerede taraflar arasındaki güç dengesinin bozulmasıdır. Devletler çoğunlukla silahlı örgütlere göre asimetrik bir pozisyonda olduğundan örgüt kendisini bir şeye zorlanıyor gibi hisseder. O yüzden o dengenin korunması elzemdir. Sona eren barış görüşmelerin bir başka ortak noktası da müzakerenin toplum tarafından biliniyor olmasıdır. Bu durumda iki taraf da kendi tribününe oynama ihtiyacı duyar. Halbuki gizli görüşmelerde esneklik de yaratıcı çözümler de daha fazladır. Çünkü kimse kendi tribününe güçlü görünmek zorunda değildir. Dördüncü hata ya da ortak payda, iyi bir ön müzakere süreci geçirilmemiş, dolayısıyla talepler yeterince iyi anlatılmamıştır. Arabulucuların tecrübesizliği ya da kendi menfaatleri olan kurum ya da kişilerin müzakereye dahil olması gördüğümüz diğer hatalar olarak sayılabilir.

BİR BARIŞ GRUBU “İKİNCİ YOL DİPLOMASİSİ” YAPABİLİR
Öyleyse kimler bu tür bir müzakerede doğru arabuluculuk görevini üstlenebilir?
-Eğer devlet silahlı örgütle masaya oturmamakta ısrar ediyorsa, ben ‘teröristle konuşmam’ diyorsa, bu örgütün başka bir kanadıyla müzakereyi götürebilir. Ya da görüşmeyi her an inkar edilebilecek gizlilikte yapabilir. Silahlı örgütler genelde daha büyük bir hareketin parçalarıdır ve mutlaka devletin masaya oturabileceği bir kanatları mevcuttur. Eğer devlet gerçekten istiyorsa masa kurulur.

Peki sizin deyiminizle düşmanlığın yüksek seviyede olduğu bir ortamda uluslararası bir barış müzakere kuruluşu devreye girebilir mi? Daha doğrusu böyle bir yöntemin işlerliği var mı?
-Diyalog her zaman mümkün. Bir barış grubu silahlı örgütle ön görüşmelere başlayabilir, nasıl bir müzakere sistematiği talep edildiğini, hangi şartlarda masanın kurulabileceğini anlayabilir. Bu tür temaslar daha sonra daha resmi görüşmelere dönüşebilir. Başka bir yaklaşım da şu olabilir: Bir barış grubu ‘ikinci yol diplomasisi (track II diplomacy)’ başlatabilir. Yani iki taraftan da sivil toplum liderlerini karşı karşıya getirerek çözüm konusunda konuşmalarını sağlayabilir. Eğer bu görüşmelerden yaratıcı çözümler çıkarsa iki taraftan daha yetkili kişiler arasında başka bir masa kurulabilir. Burada önemli olan her zaman bir kaç diyalog kanalının aynı anda açık tutulmasıdır.

SİLAH BIRAKMA ÖN KOŞULU CİDDİ OLMADIĞINI GÖSTERİR

Müzakerelere başlamak için ön koşulu silah bırakma olan bir devlete ne tavsiye edersiniz?
-Bu tür bir ön koşul devletin ciddi bir müzakereye hazır olmadığının göstergesidir. Zira bu koşulun silahlı örgüt tarafından kabul edilmeyeceği bellidir. Devletler böyle bir ön koşul öne sürerek güçlü olduğunu göstermeyi amaçlar. Bundan daha iyi bir alternatif iki taraf için de ateşkesin ön koşul yapılmasıdır. Eğer bir devlet gerçekten barış istiyorsa ve askeri çözümün mümkün olmadığını anladıysa, gerçek manada müzakereye başlar. Aksi halde masanın önüne engel koymaya devam eder.

Hapisteki bir liderle müzakere götürmenin dezavantajları nelerdir?
-En temel dezavantajı hapisteki liderin silahlı örgüt üstündeki etkisinin ve kontrolünün tam olmamasıdır elbette. Hapisteki liderler genelde son kertede devreye girerse faydalı olur. Yani müzakere son aşamasına gelinmiştir ve ona toplumun bir kesimi için meşruiyet katmanın yollarından biri o lideri de o aşamaya dahil etmek olabilir. Tüm süreci hapisteki lider üzerine kurmanın bir tehlikesi de silahlı örgüt içinde radikalleşmeye ya da hizipleşmeye yol açma ihtimali. Çünkü hapisteki liderin kendi durumu itibariyle fazla taviz verdiğini düşünen ya da savaşmaya devam etmek isteyen gruplar ortaya çıkabilir. Onları kontrol etmek çok zordur.

Son soru… Sizce bu tür krizlerin askeri bir çözümü var mıdır? Sri Lanka’da uygulanan askeri yöntemi örnek alan bir devlete ne tavsiye edersiniz?
Silahlı bir isyan grubuna ilişkin askeri bir çözüm olduğunu ikna olmam mümkün değil. İş askeri yönteme kaldıysa zaten çok daha derin bir siyasi sorunla karşı karşıyayız demektir. İnsanlar küçük sebeplerle hayatlarını riske atıp silaha başvurmazlar. Silaha başvururlar çünkü çok uzun süre dertlerini şiddetten uzak kalarak anlatmayı denemiş, başarılı olamamışlardır.

Sri Lanka tarzı bir yaklaşımın benimsenmesi çözüm götürmez. Sri Lanka’da da getirmedi, sadece çözümü geciktirdi. Tamil grupları yeniden organize olmaya ve örgütlenmeye başladı. Önümüzdeki yıllarda yeni bir şiddet sarmalı başlarsa hiç şaşırmayın. İnsanların eline silah almasını önlemenin tek yolu onu yaratan sebebi ortadan kaldırmaktır. Bunun da yolu güven ortamı yaratmak ve müzakere masasına oturmaktan geçer.

19 Ocak 2016 Salı

Bordo Bereliler de Sur'a gönderildi

Diyarbakır'ın Sur ilçesinde PKK’ya yönelik operasyonlar devam ederken bölgeye doğrudan Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı “Bordo Bereli” olarak bilinen Özel Kuvvetlerin gönderildiği öğrenildi.

Sur’a giden Bordo Bereli sayısının 200 kadar olduğu bildirildi.

Bordo Bereliler'de bir tabur yaklaşık 50 kişiden oluştuğundan Sur’a 4 tabur Özel Kuvvet’in sevkedildiği ortaya çıktı.

Sur’a giden Bordo Berelilerin başında Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Zekai Aksakallı’nın da olduğu öğrenildi.

Tümgeneral Aksakallı’nın Özel Kuvvetlerin operasyonlarına bizzat komuta ettiği belirtildi. Seçkin subay ve astsubaylardan oluşan Bordo Berelilerin özellikle PKK’nın keskin nişancılarına yönelik nokta operasyonlarına katılması bekleniyor.

Özel Kuvvetlerin çoğunlukla geceoperasyonlarını gerçekleştirmesi planlanıyor.

Öcalan: Davutoğlu, deneyimsiz, yüzeysel ve tarihi bilmiyor

Abdullah Öcalan, "Davutoğlu çok deneyimsiz, tarihi bilmiyor, Yalçın da bilmiyor. Yüzeysel hatta çıkar temelli yaklaşıyor" ifadesini kullandı.
Tutuklu PKK lideri Abdullah Öcalan ve Kamu Güvenli Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu'nun 9 Ocak 2015 tarihinde biraraya geldikleri ve çözüm sürecini konuştukları ortaya çıktı.

ANF Türkçe'de yayınlanan haberde, Öcalan ve Dervişoğlu arasında gerçekleşen görüşmede, atılması gereken adımların görüşüldüğü iddia edildi. Öte yandan Öcalan'ın bu görüşmede "Bizim geçmişte de niyetimiz vardı. Özal’la yaptık, fakat Özal öldürüldü. Şimdi de binlerce provokasyon var. Bunu başbakana ve Yalçın’a (Akdoğan) anlatın. Davutoğlu çok deneyimsiz, tarihi bilmiyor, Yalçın da bilmiyor. Yüzeysel hatta çıkar temelli yaklaşıyor” dediği de öne sürüldü.

İşte ANF Türkçe'de yayınlanan haber şu şekilde:

9 Ocak 2015’te İmralı adasında tarihi bir görüşme gerçekleşiyor. Görüşmelere Muhammed Dervişoğlu, Kamu Güvenliği Müsteşarı (KGM) sıfatı ile devleti temsilen katılıyor. Masanın öteki tarafında ise HDP Heyeti bulunuyor. Ve tutanaklara göre görüşme şöyle başlıyor:

KGM Dervişoğlu Öcalan’ı masaya davet ediyor, yemek yeniliyor ve masadaki yemeğe ilişkin biraz sohbet yapıldıktan sonra Öcalan, ‘’Evet, süreyi de dikkate alarak bu ilk önemli toplantıyı başlatmakta fayda var" diyerek söze giriyor.

Bunun üzerine KGM Dervişoğlu; “Mütevazı bir toplantı masasında oturmuş olabiliriz. Ancak toplantı tarihi bir görüntüyle başlıyor. Bu biraz bizden kaynaklı bir durumdur. Yukarıda geniş heyetlerin toplantı yapabileceği toplantı salonundaki çalışmalar devam ediyor” diyor. (Erdoğan’ın sonradan inkâr ettiği masa sonraki görüşmelere kadar hazır oluyor.)

Dervişoğlu’ndan sonra Öcalan, “Heyetler genişlerse burası fiziki olarak yetmeyecek. Ancak bugünkü toplantı önemlidir, belirleyicidir” tespitini paylaşıyor.

Bu ilk toplantıda yönteme ilişkin karşılıklı tartışmalar yapıldıktan sonra, tarafların atılması gereken adımları hakkında bilgilendirmelerde bulunuluyor.

9 Ocak 2015 tarihindeki bu toplantıdan birkaç gün önce HDP Heyeti, Başbakan Ahmet Davutoğlu ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Bu görüşmede Yalçın Akdoğan, Efkan Ala ve Muhammed Dervişoğlu da hazır bulunuyor. HDP’liler bu görüşmenin içeriğini Öcalan’a aktardıktan sonra Öcalan, şöyle bir soru soruyor:

‘’Bir kararlılık var mı? Mesela başbakanla yaptığınız görüşmede bir kararlılık gördünüz mü? Heyet olarak düşünceniz nedir?”

HDP heyetinin verdiği yanıt şöyle: “Heyet olarak ortak görüşümüzdür. Bu konuda hükümetin bizce net tutumu yoktur. Tam bir kararlılıktan bahsetmek bir risktir. Kamu düzeni meselesine çok takmış durumdalar, bunu her şeyin önüne getirme durumları var.”

Sırrı Süreyya Önder’in HDP heyeti adına yaptığı bu aktarımdan sonra Dervişoğlu söze girerek şu müdahalede bulunuyor: ‘’Orada başbakan bu işin sorumlusu olarak size bir kararlılık ifade etmedi mi? Müzakerelere geçilmesine bir sakınca yoktur demedi mi?”

Önder “Evet görüşmede kararlı olduklarını, müzakereye geçilebileceğini söyledi” diye yanıt veriyor.

Öcalan, bu ikili diyalogdan sonra şu değerlendirmeyi yapıyor: “ Evet başbakanın niyeti ile ilgili bir şey demeyeceğim. Ancak çok romantik bir başbakanla karşı karşıyayız. Yeterince deneyimi yok ve yüzeysel yaklaşma durumu var. KGM’nin burada olması benim için de önemlidir. Demokratik özerklik nedir, açıklayacağız. Kamu güvenliğini açıklığa kavuşturacağız. Yerel özerklik, güvenlik nedir, bu konularda kavram ve kuram açıklığına ihtiyaç var. Kürt reformasyonu, demokratikleşme, yerel demokrasi, belediyeler, seçim, tüm bunları burada kavram ve kuram düzeyinde ele alacağız.”

Öcalan, özetlediğimiz uzun bir değerlendirmeden sonra çözüm için 1993’te Özal ile başlayan süreçleri hatırlatıyor, çözüm niyetlerinin başbakana aktarılmasını istedikten sonra şu tespitte bulunuyor:

‘’Bizim geçmişte de niyetimiz vardı. Özal’la yaptık, fakat Özal öldürüldü. Şimdi de binlerce provokasyon var. Bunu başbakana ve Yalçın’a (Akdoğan) anlatın. Davutoğlu çok deneyimsiz, tarihi bilmiyor, Yalçın da bilmiyor. Yüzeysel hatta çıkar temelli yaklaşıyor.”

Jandarma karakoluna çığ düştü, 1 asker yaralandı

Jandarma karakoluna çığ düştü, 1 asker yaralandı
Erzurum'un Palandöken kayak tesislerindeki jandarma karakoluna çığ düşmesi sonucunda 1 asker yaralandı.
Palandöken'e gelen yerli ve yabancı turistlerin güvenliğini sağlamak için 2 bin 200 rakımına konuşlandırılan jandarma karakolunun yanındaki tek katlı kafeteryanın üzerine saat 23.30 sıralarında çığ düştü. Nöbet kulübesinde yaralanan bir asker karakolda 24 saat hazır kıta bekleyen Jandarma Arama Kurtarma (JAK) timleri tarafından olay yerinden alınarak ambulansla, yaklaşık 1 kilometre uzaklıktaki merkez Palandöken ilçesindeki Mareşal Çakmak Asker Hastanesi'ne kaldırıldı. Hafif şekilde yaralanan askerin sağlık durumunun iyi olduğu bildirildi.
Jandarma Arama Kurtarma (JAK) timleri olay yerine gelen Sivil Savunma Arama ve Kurtarma Birliği ile bölgede başka yaralıların olabileceği ihtimali üzerine arama yaptı. Çığın düştüğü yer ve çatısında hasar oluşan kafeterya yoğun kar yağışı ve tipiye rağmen ekipler tarafından didik didik arandı. Başka yaralının olmadığı anlaşılınca ikinci bir çığın gelebileceği ihtimali üzerine bölge boşaltıldı.

Independent: Diyarbakır'dan YDG-H'ye bakış

Independent gazetesi Diyarbakır'dan izlenimleri aktardığı dizisinin ikinci bölümünde bölgedeki PKK'nın gençlik yapılanması YDG-H'yi ele alıyor.

Laura Pitel imzalı haberde YDG-H için şu tanımlama yapılıyor:
"PKK'nın ateşkes ilan etmesinden kısa bir süre önce 2013 yılı Şubat ayında ilan edildi. Amaçlarının, uyuşturucu ve fuhuşla mücadele olduğunu, aynı zamanda halkı kendi ifadeleriyle 'polisin zulmünden' koruyacaklarını duyurdular."
"Temmuz ayında çatışmalar yeniden başlayınca üyeleri evlerin dükkânların arasına hendek kazmaya, barikatlar kurmaya başladı. 'Özerk bölgeler' ilan ettiler."


Haberde geçen ay çatışmalarda ölen 16 yaşındaki Mehmet Mutlu'nun cenazesinde çekilen bir fotoğraf kullanılmış.

Öğretmeni Mehmet'i "sınıfın parlak öğrencilerinden sayılmayan, okumaya çok merakı olmayan" bir öğrencisi olarak tanımlıyor ve geçen ay Mutlu'nun cesedini 'yüzü kanlar içinde yerde gördüğü' anı gazeteye anlatıyor.
Haberde "Mehmet Mutlu'nun hikâyesi, Diyarbakır'ın Sur ilçesinde 1990lı yıllarda sokaklarda mücadele eden çocukların, akrabaların ve arkadaşlarının anlattıklarının benzeri" deniyor.
Öğretmeninin anlattığına göre Mehmet 'siyasi nedenlerden' dolayı 14 yıl hapis yatmış. Ağabeyi, Rojava'ya savaşmaya gitmiş.

İsmini vermeden Independent'a konuşan öğretmen, Mehmet Mutlu için "Babaları 13,14 yıl hapis yatan bu tip çocuklarda bunu yapana karşı çok büyük bir nefret duygusu oluyor" diyor.

'Yabancılaşma'

Haber şöyle devam ediyor:

"Öğretmen konuşurken peş peşe sigara içiyordu. Okulu, Sur'un orta yerinde. Yoksul ama siyasi öğrencilerle dolu bir sınıf tablosu çizdi."

"Güneydoğu'da işsizlik oranı yüzde 24'e kadar çıkıyor. Öğretmen, okul sonrası işe gidenlerin ders çalışmaya vakitleri olmadığını söyledi. Evde Kürtçe konuşarak büyüyenlerin çoğunun Türkçesi zayıf ya da aksanlı konuşuyorlar."
"Öğretmen, AKP'nin reformlarına karşın birçok öğrencinin, etnik ve kültürel kimliklerini inkâr eden eğitim sistemi tarafından yabancılaştırıldıkları duygusuna kapıldıklarını öne sürdü."

Gazeteye konuşan öğretmen şunları söyledi: "Pazartesi ve Cuma günleri İstiklal Marşı'nı söylememiz gerekiyor… Çoğu söylemiyor. Biz çalıyoruz, ama onlar söylemiyor. Ses çok yüksek çıkmayınca da tekrar etmek zorunda kalıyorlar."

Independent muhabiri, çoğu gencin "taş veya Molotov kokteyli atmaktan" aralıklarla hapse girdiklerini yazıyor. Aralık ayında öldürülen 25 yaşındaki Mesut Simeksek'in ablası Güler Sevikek de kardeşinin Diyarbakır'da çatışmalara girmeden önce üç yıl hapis yattığını söylüyor.

Independent'ın haberinde aileyle ilgili şu satırlar var:

"Ailesi 1990larda Lice'den kaçıp Sur'a yerleşmiş. Mehmet gibi Mesut'un da ağabeyi Suriye'ye savaşmaya gitmiş ve o da devletin babası ve ağabeyine muamelesinin travmasını yaşamış. Ablası o dönemi şu sözlerle anlatıyor: 'Sokağa yatmaya zorlanıyorlardı ve çevrelerini köpekler sarıyordu'. Mesut 'Bu görüntüyü nasıl unutabilirim ki' diyordu.'"

"Diyarbakır'da çatışanlar birer melek değil. Mesut'un ablası, kardeşinin silahlı olduğunu kabul ediyor fakat hükümet yanlısı medyanın kardeşini Diyarbakır'ın en tehlikeli teröristleri arasında göstermesine de karşı çıkıyor. Mehmet'in öğretmeni de onun silah taşıdığını düşünüyor fakat Kürt sitelerinde yer alan, Mehmet'in öldürüldüğünde ellerinin arkadan kelepçelenmiş olduğu haberlerini de kaygı verici buluyor."

"Bu gençlerin şehirlerde savaşma kararı binlerce aileyi evlerini terk etmeye zorladı, diğerlerini de kapana kıstırdı. Restoran işleten yedi çocuk babası Ahmet Yaşar, gençlere şehrin ortasına hendek kazmamaları çağrısında bulunanlar heyetin içinde yer alıyordu."

PKK'nın kontrolü var mı?

Gazeteye konuşan Yaşar, hendek kazılmaması için yaptıkları görüşme için "Dükkan sahipleri, esnaf olarak o sokaklara gittik, 'Bu yanlıştır' dedik. Tabi ki bizi dinlemediler. Dediklerimizi dikkate almadılar" diyor.
Haberde, hendek kazanlara sempati duyanlar da olduğu ve onlardan birinin bazalt taşından yapılan evi çatışmalardan zarar gören Ümit adlı bir sanatçı olduğu ifade ediliyor.

Ümit gazeteye "Bu sokaklar onların elindeki tek şey. Bu onların yegâne varlığı" diyor.

Muhabir Laura Pitel, YDG-H ile ilgili şunları yazıyor: "PKK'nın Kürt özerkliği amacını desteklese de, YDG-H gençlik yapılanmasının, ne ölçüde büyükleri tarafından kontrol edildiği net değil. Kasım ayında PKK yöneticisi Cemil Bayık iki örgütün birbiriyle bağlantılı olduğunu inkâr etti. Fakat örgüt kurulmadan yalnızca birkaç ay önce Murat Karayılan, güneydoğuda devlet politikalarına karşı 'gençlik devrimi' çağrısı yaptı."
Independent gazetesinin görüş aldığı akademisyen Bill Park da 'Güneydoğuda PKK'dan habersiz hiçbir şeyin olmadığını' ifade edip yine de gençlik yapılanması için "en azından doğaçlama davranıyorlar gibi görünüyor" dedi. Park, "Eminin PKK'nın üzerlerinde tam kontrolü yoktur" diye ekledi.
Haber, İngiltere ve Türkiye'nin diğer müttefiklerinin Kürt soruna ilişkin kaygılı olduğunu belirtiyor. "Diyarbakır sokaklarında anlatılan hikayeler, uzun ömürlü bir barış umuduna dair kaygı verici işaretler sunuyor" denilen haber, restoran sahibi Yaşar'ın şu sözleriyle noktalanıyor:
"Bizim kuşağımız, konuşabildiğin, müzakere edebildiğin bir kuşak. Bu yeni kuşak daha radikal. Bu ülkeyle bir bağları yokmuş gibi hissediyorlar."

Sur'da bir asker şehit oldu

Diyarbakır'ın Sur ilçesinde ağır yaralanan bir  asker kaldırıldığı hastanede şehit oldu.
Operasyonların devam ettiği Sur'da sokağa çıkma yasağının uygulandığı Cevatpaşa, Fatihpaşa, Dabanoğlu, Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahallelerinde meydana gelen çatışmalarda PKK'lılarca uzun namlulu silahlarla ateş açıldı.
Saldırı sonucunda ağır yaralanan bir asker, kaldırıldığı Diyarbakır Asker Hastanesi'nde müdahaleye rağmen kurtarılamayarak şehit oldu.

Çözüm süreci ve 'o MGK toplantısı' / Ezgi Başaran

Kürt siyasi hareketinin 'masanın devrilme sebebine' dair başka bir görüş noktasına geldiği anlaşılıyor.
Dün Cumhuriyet’ten Selin Ongun, Kürt siyasi hareketinin önemli aktörlerinden Hatip Dicle ile çok kıymetli bir röportaj yapmıştı. Röportajın bir çok kayda değer bölümü var fakat ben bugün çözüm sürecinin bitişiyle ilgili Dicle’nin sözlerine odaklanacağım.

Dicle, ‘masa neden devrildi’ sorusuna şöyle cevap veriyor:

“Masanın devrilmesinde asıl mesele Rojava'daki gelişmelerdi. Orada kazanılan uluslararası meşruiyet, daha sonra Tel Abyad'ın alınması, iki kantonun birleşmesi, tüm bunlar Erdoğan ve çevresini çıldırtma noktasına getirdi. Devletin temel korkusu şuydu: ‘PKK, Amerika ile, şununla bununla anlaştı, bunlar benim güneyimde Kürt petrollerinin Akdeniz'e taşındığı bir koridor kuracaklar. Bu benim için tehdittir.’ Oysa bu konu gündeme geldiğinde Sayın Öcalan defalarca şunu söyledi: ‘Yavuz Sultan Selim zamanında, Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi, bizim için Kürt-­Türk ittifakı esastır. Bakış açımız budur, kesinlikle bizi İmralı'ya tıkan bir güçle böyle bir teslimiyet anlaşması yapmayız.’ Ancak bu Rojava korkusu galip geldi. Diğer konu da HDP'nin parti olarak seçime girmesiydi. HDP'nin bağımsız adaylarla seçime girmesi ve Öcalan'ın yasal düzenleme yapılmadan hemen silahsızlanma çağrısı yapması için ısrar edildi. Yani üç temel neden oluyor: 1) Rojava'daki gelişmelere karşı duyulan korku. 2) HDP'nin parti olarak seçime girmesi. 3) Yasal düzenleme yapılmadığı için nihai çağrı yerine niyet beyanı yapılması. Bu üç nedenden dolayı masa devrildi.”
**
HDP’nin parti olarak seçime girmesinin ve Demirtaş’ın ‘Seni Başkan yaptırmayacağız’ söyleminin Erdoğan’ı çok rahatsız ettiğini biliyoruz. 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatının aktörlerinden Yalçın Akdoğan’ın Anadolu Ajansı’nın editörler masası programında yaptığı açıklamalar bunun kanıtıdır.

O vakitler HDP’nin içinde bir kanadın da ‘Bu başkanlık konusunu propaganda malzemesi yapmamız iyi olmadı, gereksiz kızdırdık’ mealinde düşünceleri de olmuştu.

Fakat şimdi dönüp incelendiğinde Kürt siyasi hareketinin ‘masanın devrilme sebebine’ dair başka bir görüş noktasına geldiği anlaşılıyor.

Dicle’nin de sözlerine bakılacak olursa iplerin kopuşu PYD’nin Suriye’deki ilerleyişi, Rojava, Kobani ve Tel Abyad’a hakim olmasıyla yaşandı.
**
İşte bu noktada bir önemli detayı daha dikkatlerinize sunmak istiyorum.

O da Kürt siyasi hareketinin Türkiye devletinin çözüm sürecini bitirme kararını 30 Ekim 2014’teki MGK’da aldığına dair kesin inanışı…

Size örnekler sunacağım:

Çözüm süreci henüz ‘buzdolabına kaldırılmadan’ 7 Haziran seçimleri yapılmadan, 4 Mayıs 2015’te Baki Gül’ün Özgür Gündem’de yazdığı yazıdan: “Şimdi ‘masa yoktur, Kürt sorunu yok, muhataplık yok’ söylemi 30 Ekim 2014 tarihli MGK’deki savaş kararının yürürlüğe sokulmasına dönüktür. Çünkü Kürt sorununun çözümünün AKP’nin hegemonik siyasetinin iflası haline geleceğini bilen Tayyip Erdoğan, bu süreçteki provokasyonları bizzat kendi üstlenerek sürdürmektedir.”

28 Ağustos 2015’te DİHA’da yayınlanan bir makaleden: “AKP'nin bir yandan çözüm süreci görüşmelerini sürdürürken, bir yandan savaşa hazırlandığı, yapılan sayısız açıklamanın yanı sıra hem Erdoğan'ın ilk kez başkanlık yaptığı 30 Ekim 2014 MGK sonuç bildirgesine, hem "Kırmızı Kitap"ta yapılan güncellemelere, hem de seçim öncesi ve sonrasında verilen beyanlara yansıdı(…)Devlet yetkilileri bu toplantıda tamamıyla yeniden savaşa ikna edilmediği için kurul bildirisine bir yandan ‘çözüm sürecinin önemine’ işaret eden vurgulara yer verilirken, esas olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ‘kamu güvenliği’ gerekçesiyle savaş talebi bildirgeye yansıtıldı. Erdoğan kurul bildirgesinde şu maddeyi yazdırdı: Terörle çok boyutlu mücadele kapsamında sürdürülen çözüm süreci ele alınmış; sürecin oluşturduğu olumlu atmosferi ve huzur ortamını bozmaya yönelik provokatif olaylara karşı kamu düzeni ve güvenliğini koruma konusundaki kararlılık teyit edilmiştir." 

20 Ekim 2015 tarihli PKK Merkez Yürütme Komitesi'nin açıklamasından: “30 Ekim 2014’te gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında, Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Türkiyeli demokrasi güçlerine karşı bir savaş kararı alınmıştır. Bu kararla birlikte 12 Eylül Askeri faşist darbesi ve 1990’lı yıllardaki kirli savaş döneminde uygulanan yöntemler yine devreye konulmuştur. Mevcut faşist anayasa ve yasalar çerçevesinde bile oluşturulmayacak örgütlenme ve yapılmayacak uygulamalar bundan sonra yasa dışı gizli örgütlere ve ekiplere yaptırılacaktır.”

5 Aralık 2015 Mustafa Karasu’nun bir makalesinden: “Kürt halkı ya direnecekti ya da asayişi sağlama uygulamalarıyla teslim alınacaktı. Asayişi sağlama söylemleri 30 Ekim MGK’da alınan savaş kararından sonra sürekli dillendirilmiştir. İşte Kürt halkının direnişi bu politikaya karşı bir cevap olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketi 10 Ekim’de tek taraflı çatışmasızlık ilan etmesine rağmen Türk devleti savaşta ısrar edeceğini açıklamıştır. İşte Kürt halkı böyle bir politikaya karşı direnişe geçmiştir.”

31 Aralık 2015’te KCK yürütme konseyi başkanı Cemil Bayık’ın açıklamasından: “Biz savaş kararının 30 Ekim 2014 tarihli MGK toplantısında alındığını düşünüyorduk. Şimdi anlaşılıyor ki savaş kararını çok önceden almışlar. 2014 yazında valiliklere gönderilen talimat ve Eylül ayında hazırlanan similasyon savaşın daha önceden karar altına alındığını ortaya koymuştur. 30 Ekim 2014 tarihli MGK’da ise siyasi durumun ve yürütülecek savaştaki ayrıntıların çok boyutlu tartışıldığı anlaşılmaktadır.”

Örnekleri çoğaltabilirim ama sanırım bir fikir birliğini yansıtabilecek verileri sunmuş oldum.
**
Şimdi bir de 30 Ekim MGK’sının ardından 7 Kasım 2014’te Murat Yetkin’in yazdığı “Kürt süreci seçim alarmı veriyor” başlıklı çok önemli yazıya bakın: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk kez başkanlık ettiği ve artık Çankaya’da değil, Beştepe olarak adı değiştirilen Atatürk Orman Çiftliği arazisinde kurulu, Ak Saray adı takılan yeni Cumhurbaşkanlığı binasında yapılan bu MGK, 28 Şubat 1997’dekini de sollayarak 10 saatten fazla sürmüştü. Daha sonra basına yansıyan bilgiler toplantıdaki ağırlığın Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki ‘paralel’ örgütlenmesinde olduğu yolundaydı, ama aslında ağırlık Suriye, Irak, IŞİD ve PKK’ye karşı mücadelede olmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güvenliğe dair bir takım endişeleri vardı, bunlar da konuşuldu. Aynı gün, daha 18 Ekim’i 19’a bağlayan gece Erdoğan’ın ABD Başkanı Barack Obama ile telefon görüşmesinde sözü verildiği şekilde, Mesud Barzani’nin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) Peşmergeleri Türkiye üzerinden Kobani’ye geçmeye başlamışlardı. MGK ve AK Parti’nin Afyon kampında belli bir nabız alan Davutoğlu, 4 Kasım’da Genelkurmay karargâhına gitti. Orada Genelkurmay Başkanı Necdet Özel başkanlığındaki kurmay heyetten 4 saatlik, gizli bir güvenlik sunumu aldı. Ertesi gün, 5 Kasım’da Davutoğlu bu kez (yakında oradan taşınacak olan) Yenimahalle’deki, MİT karargâhındaydı.” 

Demek istediğim şu…
Çözüm sürecinin sona ermesinde görünen bir çok neden var. Sıralanan nedenlerin bazıları etkilidir, bazıları değildir fakat şu tarih itibariyle Kürt siyasi hareketi için hepsi talidir.

Harekete göre, ana yolda Rojava-Kobani-Tel Abyad’daki gelişmelerden rahatsız olan bir devlet duruyor. Tüm unsurlarıyla, eskisiyle yenisiyle, deriniyle görüneniyle birleşmiş yek vücut bir devlet!

30 Ekim 2015’teki MGK’ya yapılan atıf aslında Kürt sorununu yaratan devlet mekaniğinin yeniden devreye girmiş olduğunu göstermek amaçlıdır.

18 Ocak 2016 Pazartesi

TSK-2033 Yeniden Yapılanma Çalışmaları

16 Ocak 2016, Cumartesi
Türk Silahlı Kuvvetlerinin etkinliğini, caydırıcılığını ve saygınlığını artırmak maksadıyla yürütülen TSK-2033 Yeniden Yapılanma Çalışmaları çerçevesinde; Kara Kuvvetleri Kurumsal Gelişim Çalıştayı - 2016, 13-15 Ocak 2016 tarihleri arasında Kara Kuvvetleri Ana Ast Birlik Komutanları ile Kara Kuvvetlerinin değişik birliklerinde görev yapan farklı rütbelerdeki subay, astsubay, uzman erbaş, sivil memur ve işçilerin katılımıyla Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı / Ankara’da icra edilmiştir.
Çalıştayın son gününe Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi AKAR, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı da iştirak etmiştir.TSK

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDEN HABERLER

18 Ocak 2016, Pazartesi
Genelkurmay Başkanlığı tarafından 18 Mart 2015 tarihinde başlatılan, “Türkiye Şehitlerini Anıyor” etkinliği kapsamında;
- 13 Ocak 2016 tarihinde saat 14.00’da Birinci Dünya Savaşı şehitlerinden Piyade Er Kasım, şehit yakınları, davetliler, müze ziyaretçileri ve öğrencilerin katılımıyla törenle anılmıştır.
- 20 Ocak 2016 tarihinde saat 14.00’da Kore Savaşı şehitlerinden Piyade Yüzbaşı Ahmet Cevat OLHON, Harbiye Askerî Müzesi ve Kültür Sitesi Komutanlığında anılacaktır.


Terörizmle Mücadele Eğitim ve Tatbikat Merkezi Komutanlığı (Isparta) 16'ncı dönem sözleşmeli erbaş ve erleri tarafından, 04-07 Ocak 2016 tarihleri arasında dönem sonu tatbikatı icra edilmiştir.


4'üncü Komando Tugay Komutanlığı (Tunceli) tarafından, 05-06 Ocak 2016 tarihlerinde derin kar ve şiddetli soğuklarda muharebe eğitimi icra edilmiştir.


16'ncı Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı (Diyarbakır) tarafından, 28-29 Aralık 2015 tarihlerinde Kara Kuvvetleri Tatbikat Merkezinde (Şereflikoçhisar/Ankara) tank üstü silahları ile atış icra edilmiştir.


Bursa Jandarma Bölge Komutanlığınca, şehit aileleri ve gazilerle birlikte 02 Ocak 2016 tarihinde kahvaltı faaliyeti icra edilmiştir.


Bursa Uludağ’da güvenlik hizmetlerinin daha etkin ve profesyonel bir yaklaşımla yerine getirilmesi kapsamında; Uludağ Jandarma Karakol Komutanlığı tamamen profesyonel bir yapıya dönüştürülerek güvenlik konusunda eğitilmiş uzman personel görevlendirilmiştir.
Bursa Uludağ Jandarma Karakol Komutanlığı tarafından; 2015 yılı içerisinde; 19 kaybolma ve mahsur kalma olayında mağdurlar sağ olarak kurtarılmış, 500 kaza sonucu yaralanma olayına da müdahale edilmiştir.


Kosova'da Türk Kültürü ve Edebiyatı'nın devamlılığına katkıda bulunan dernekleri, Kosova Türk Temsil Heyet Başkanlığı personeline tanıtmak ve karşılıklı iş birliğini geliştirmek maksadıyla, Kosova Türk Yazarlar Derneği, Gerçek Kültür Sanat ve Spor Derneği ile Doğru Yol Türk Kültür Sanat Derneği tarafından, 02 Ocak 2016 tarihinde Sultan Murat Kışlasında (Prizren) şiir ve müzik dinletisi icra edilmiştir.


Afganistan Türk Görev Kuvvet Komutanlığınca, sivil asker iş birliği faaliyetleri kapsamında, 07 Ocak 2016 tarihinde Kabil Gazi Mahallesi’nde ve 13 Ocak 2016 tarihinde Kadınlar Bahçesi’nde toplam 600 çocuğa kışlık mont ve ayakkabı yardımı yapılmıştır.