Bir dönem ‘özel
temsilci’ sıfatıyla PKK ile mücadele için ABD’yle pazarlıkları yürüten
Emekli Orgeneral Edip Başer, bölgedeki gelişmeleri değerlendirdi.
Emekli
Orgeneral Edip Başer yakın dönemde Türk ordusunun içinde yaşanan
çalkantıların bir kısmına içeriden, bir kısmına da dışarıdan tanıklık
eden bir komutan. 2002’de Kara Kuvvetleri komutanı olması beklenirken
sürpriz bir kararla emekli edildikten sonra kırgınlığına rağmen
sessizliğini hep korudu. 2006 yılında PKK ile mücadelede ABD’yle
pazarlıklar için ‘özel temsilci’ sıfatıyla direksiyonda o vardı. Dokuz
ay sonra Ak Parti
hükümeti tarafından apar topar görevden alındı. Emekli edilmesinde
olduğu gibi görevden alınmasının asıl nedeni de yine sis perdesinin
arkasında kaldı. 12 yıldır kamuoyu önünde girmediği o konularla ilgili
önemli ipuçları bu hafta piyasaya çıkacak olan kitabında. ‘Kanatsız
Uçmak: Ana-Babasız Çocukluktan Ordu Komutanlığına’ samimi bir
otobiyografi. Türk ordusunun genel karakterini yansıtan kişisel
öyküsünü, başarmak isteyenlere örnek olması hevesiyle kaleme almış.
Tartışmalı konulara girmekten yine de büyük ölçüde kaçınmış. Kitaptaki
ipuçlarından yola çıkarak yakın dönemin sırlarının peşine düştüm.
Edip
Başer, Kara Harp Akademisi’nden 1972 yılında mezun oldu. Ankara
Üniversitesi’nden, ‘Atatürk’ün dış politikası’ üzerine doktorası var.
İlki Napoli’de, ikincisi Brüksel’deki uluslararası askeri karargâh olmak
üzere iki kez NATO’da görev yaptı. Genelkurmay
Plan Harekât Daire Başkanlığı ve Kara Harp Okulu Komutanlığı yaptı.
Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde ‘Başbakan Askeri Danışmanlığı’
görevini yürüttü. 3. Kolordu Komutanlığı, Genelkurmay İkinci Başkanlığı
ve 2. Ordu Komutanlığı yaptı. 2002 yılında Yüksek Askeri Şûra’da Kara
Kuvvetleri Komutanı olması bekleniyordu. Ancak sürpriz bir kararla
emekli edildi. 2006 yılında Türkiye’nin Terörle Mücadele Özel Temsilcisi
olarak atandı. Bu görevi 9 ay sürdü. ASAM Yönetim Kurulu Başkanlığı
yaptı. Yeditepe Üniversitesi’nde ders verdi.
BAŞÖRTÜLÜYE ORDUEVİNE GİREMEZSİN
DEDİYSEK FEVKALADE YANLIŞ YAPMIŞIZ
-
Kitabınızda TSK’nın tamamına yakınının orta ve alt gelir sınıfından ve
muhafazakâr aile çocukları olduğunu hatırlatıyorsunuz. Buna rağmen Türk
ordusu neden uzun yıllar seçkinci imajını atamadı?
Türk
ordusunun bu imajı eğitimdeki bazı yanlışlardan kaynaklanıyor belki de.
Askeri eğitimle sivil eğitim arasında bir fark yok. Bugün Harp Okulu da,
sistem mühendisi yetiştiren bir okul. Böyle bir hava neden yaratıldı?
İçinden çıkmaktan çok gurur duyduğum bir kurum Silahlı Kuvvetler. Hani
derler ya, derimize işlemiş. Hakikaten öyle. O kurumun hatalarını tabii
konuşuruz, saklamak gibi bir derdimiz yok. Çünkü o kurum o kadar köklü
bir kurum ki üç-beş hatasını tartışmakla bir şey kaybetmez. Aksine
bunları tartışabilirsek daha da yararı olur. Silahlı Kuvvetler’de noksan
olan husus halkla ilişkiler konusudur. Halkla ilişkiler konusu
komutanların, subayların kendi yeteneklerine ve görüşlerine bağlı olarak
işliyor. Maalesef kurumsal tarafı var, çok zayıf. “Siyasete müdahale
ediyor Silahlı Kuvvetler” diye feveran eden çok ünlü demokratlarımız var
ya... O nedenle zayıf işte. Hep o endişeyle TSK halkla ilişkiler
konusunda kapalı kalmıştır.
-
Bu algının oluşmasında sadece kapalı kalmak değil de bazı uygulamalar da
önemli rol oynadı. Yakın zamana kadar orduevlerine başörtülülerin
alınmaması bir vakıa. GATA’da Emine Hanım’ın başına gelen bir vakıa.
Eğer sizin söylediğiniz gibi TSK’nın yanlışları da konuşulacaksa, şunu
sormak şart. Din meselesi neden hep bir tabu oldu TSK için?
TSK’nın
sıkıntısı şuydu: Cumhuriyet’in ve demokrasi rejiminin temel
değerlerinin korunması ve kollanması görevini Anayasa, TSK’ya vermiştir.
Bu görevin getirdiği titizlik içinde o temel değerler herhangi bir
aşınmaya uğramasın endişesi içinde. Genelkurmay Başkanı “gık” dediğinde
hemen manşet yapıyorsunuz di mi? Emine Hanım meselesini bilmiyorum,
orada değildim. Ama ben Dışişleri bakanı iken Abdullah Gül’ün GATA’da
kulağından tedavi olduğunu, süit bir odada kaldığını, Hayrünnisa Gül’ün
de orada yanında olduğunu biliyorum. Benim eşim de o sırada orada
yatıyordu. Hatta eşimin odasına giriyorum diye yanlışlıkla o odaya
girmiştim. Hayrünnisa Hanım’ın elini sıkmıştım. Sayın Gül ile oturup
5-10 dakika sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Hayrünnisa Hanım’ın orada başı
açık değildi, normal örtüsü içindeydi. Emine Hanım’a da öyle bir şey
yapıldıysa, tabii ki yanlış yapılmıştır. Orduevinde yapılan bir
etkinlikte şehit ya da gazi annesine “Giremezsin” dediysek fevkalade
yanlış yapmışız.
- Siz din
alandaki hassasiyetin Cumhuriyet’in laiklik prensibiyle ilgili anayasal
yükümlülükten kaynaklandığını söylüyorsunuz. Ancak “Yapıldıysa yanlış”
dediğiniz uygulamalar adeta “vur deyince öldürmek” değil mi?
Biliyor
musunuz, bunlar kurum politikası değil, bireylerin değerlendirmeleri.
Ben Ayazağa’da 4 yıl kolordu komutanlığı yaptım. Şehit cenazelerinin çok
sık geldiği bir dönemdi. Üç-dört ayda bir şehit ailelerine devlet övünç
madalyası verirdim. Bu törenlerde ben tek bir şehit annesinin bile başı
örtülü olduğu için kışlaya girmesine engel olunduğunu görmedim. Her
seferinde başı şu ya da bu şekilde örtülü onlarca şehit annesi, kardeşi
ya da eşi vardı. Onlarla sarıldık da, yanaklarını da öptük de, hiçbir
sorun da yaşamadık. Bireysel yapılan bazı yanlışları kuruma mal etmek
bence doğru değil. Birkaç kişi hakikaten yanlış yaptı.
DİN BİLGİSİ KİTABI HAZIRLATTIM
UYGULAMAYA KONMADI
-
Genelkurmay ikinci başkanı olduğunuz dönemde din bilgisi dersinin
gerekliliği konusunda ısrarcı oluyorsunuz. Bu ısrarınızın sizin de yobaz
birisi olarak algılanmanıza neden olabileceği konusunda da bir tereddüt
yaşadığınızı anlıyoruz kitaptan. Neden öyle olsun ki?
O
öyle bir duyguydu. Onu kitaba yazmam bile belki gerekli değildi.
Yazmışsam yanlış yapmışım. Ben din bilgisi kitabını ta İstanbul’da
kolordu komutanı iken hazırladım Yaşar Nuri Öztürk ile beraber. Kabul
edildi, ilgili makamlara sunduk ama sonuçlanmadı. TSK’da
yaygınlaştırılıp uygulamaya konmadı. Onun üzerine ikinci başkanlığım
sırasında tekrar gündeme getirdim. Tabii ki komutanların düşünceleri
farklı olabilir. Komutanın nihai kararı emirdir ve o uygulanır.
KARA KUVVETLERİ KOMUTANI YAPMADILAR DİYE
ÜZÜLMEMİN SEBEBİ CUMHURBAŞKANI SEZER’İNKİNDEN FARKLIYDI
-
Teamüllere göre Kara Kuvvetleri komutanı olarak atanmanız gerekirken
emekli edilmeniz ve Aytaç Yalman’ın yerinize atanması meselesini kitapta
detaylandırmadan ve hızla geçmişsiniz. Size göre bu işin asıl müsebbibi
kim? Kırgınlığınız kime?
Benim geçmişe dönük olarak
kimseye kırgınlığım yok. Emeklilik olayım belli olduktan birkaç gün
sonra Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer aramıştı beni. Üzgün
olduklarını belirttiler. Ben de kendisine “Benim üzüntümle sizinkinin
aynı nedene dayalı olduğunu düşünmüyorum Sayın Cumhurbaşkanım” demiştim.
Gazetelerde ‘Kara Kuvvetleri komutanı olacak’ yazdıktan sonra o kişi
kenara itilip arkadan gelen yapılıyor. Beni tanımayanlar ne düşünür?
“Demek ki bu adamın hırsızlığı, ahlaksızlığı var ki bunu bir kenara
ittiler” diyebilirler. Benim kimseye kırgın olmam sisteme saygısızlık
anlamına gelir. Beni niye kuvvet komutanı yapmadılar? E yapmadılar,
canları öyle istedi yapmadılar. Yasanın verdiği yetkiyi kullandılar. Ama
hâlâ daha benim de kafamda soru işaretidir, acaba bu yetkiyi o makama
atanmış olan Hilmi Özkök mü kullanmalıydı, yoksa ağustos sonunda benimle
birlikte emekliye ayrılacak olan bir Genelkurmay başkanı mı yapmalıydı?
Ama artık bunu tartışmanın gereği de yok, faydası da yok.
-
Arşiv taraması yaptığımda şununla karşılaştım. Özden Örnek’in kendi
günlüklerindeki sizin Kara Kuvvetleri komutanı yapılmamanızdan üzüntü
duyan ifadelerinden yola çıkan bazı kalemler, sizin darbe önleme
girişimi kapsamında o makama atanmadığınızı yazmış.
Yani ben olsam darbe mi yapacakmışım?
-
Darbe girişiminde bulunma hevesinde olan ekibin içinde yer alacağınız
yönünde bir ima. Özden Örnek, İbrahim Fırtına, Şener Eruygur ile
birlikte hareket edecekmişsiniz.
Eyvah...(Gülüyor). Ben bunu görmedim açık söylüyorum. Bu iddiayı ilk defa duyuyorum.
AYTAÇ YALMAN’IN YERİNDE OLSAYDIM DARBE
İDDİALARIYLA İLGİLİ SORUŞTURMAYI BEN BAŞLATIRDIM
- İlker Başbuğ ise kendi yazdığı kitapta “Edip Başer Kara Kuvvetleri komutanı olsaydı Ergenekon ve Balyoz yaşanmazdı” diyor.
Tabii
ben İlker’i akademi öğrenciliğinden çok iyi tanıyorum. İlker’in
kariyerini çok yakından takip eden bir arkadaşıyım, ağabeyiyim. İlker’in
muhakemesine de her zaman güvenmişimdir. Tabii bu olaylar yine de olur
muydu, olmaz mıydı orada bir durmak lazım. Orası soru işareti. Ben engel
olabilir miydim böyle bir teşebbüse? Böyle bir teşebbüs var mı aslında?
Bana göre bir kuvvet komutanı o süreçte daha aktif bir biçimde devreye
girebilirdi. Kendi yetkilerini ve inisiyatifini kullanmak suretiyle,
Genelkurmay başkanının da desteğiyle gereken işlemleri yapardı eğer
yanlış yapılan bir şey varsa.
- Ama yanlış yapıldığını düşünmüyorsunuz.
Hayır, hiçbir zaman düşünmedim.
Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman
- Peki Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman o dönemde takındıkları tavırla doğru yapmamış mıdır o halde?
Hayır,
bana göre doğru yapmamışlardır. Eğer şüphelenilen birileri varsa –ki
kendi beyanlarından olduğu anlaşılıyor- o zaman onlar hakkında yasal
işlemi derhal başlatmaları gerekirdi. Ve askeri yargıda bu işlemleri
tamamlamaları gerekirdi ki sonradan bu kadar günahsız insanın canı böyle
hukuksuz şekilde yanmasın. Genç pırıl pırıl kurmay subayların, hiçbir
günahları ya da yanlışları olmayan general kardeşlerimizin ve onların bu
kadar ıstırap çekmesine meydan vermeyebilirlerdi.
- Kasım ayında ifade vermeye gidecekler. Bu saatten sonra ne yapabilirler sizce?
Bence
beklenecek fazla bir şey yok. Mahkemede söyleyeceklerini de bugüne
kadar pek çok kez söylediler. Eğer yeni bir şey söyleyeceklerse bugüne
kadar niye söylemediler onu sorgulamak lazım. Aytaç Yalman’ın Emin
Çölaşan’a yazdığı mektuplarda belirttiği şeyler gündeme gelecektir
sanırım.
GÖREV GEREĞİ DARBELERİN İÇİNDE
YER ALDIM AMA DARBECİ OLMADIM
-
Sizin darbe heveslisi paşalar ekibinde olduğunuz iddiasını ortaya
atanların argümanlarına baktığınız zaman, 27 Nisan bildirisini haklı
bulan demeçlerinize de atıf var.
Çok özür dilerim de gülme
krizi tutacak neredeyse. Hayatımda hiçbir zaman darbe düşüncesinde olan
ya da darbeleri alkışlayan biri olmadım. Ama darbelerin içinde bulundum
görev gereği. 1960 ihtilalinde harp okulunda “Kalkın, silahınızı alın”
dediler, aldık. Namık Gedik’in kapısının önünde nöbet de tuttuk. Gerçi
Namık Gedik camdan atladığında neredeyse ben de vuruluyordum. Camı açıp
aşağıdaki arkadaşları uyarmaya çalıştığımda beni de atlamak isteyen bir
tutuklu zannettiler. Neyse... Bunların hepsini yaşadık. Ben 27 Mayıs
ihtilaline bu şekilde katıldığım için darbeci mi oluyorum?
- Ama 27 Nisan’ı savundunuz.
Haa...
27 Nisan bildirisini şu yönüyle savundum. Dedim ki, “Bu, TSK’nın
laiklik konusundaki hassasiyetini vurgulayan bir beyandır, demek ki
Genelkurmay başkanını böyle bir beyanda bulunmaya zorlayan bazı koşullar
doğmuştur”. TSK’nın başısınız, bütün alt kademenin gözü sizde, komutan
ne yapacak? Ortada bir seçim süreci var. Bir tanesi “Dindar
cumhurbaşkanı seçeceğiz” diye beyanat veriyor. Kırkağaç kavunu mu
seçiyorsunuz, koklayıp mı seçeceksiniz dindar cumhurbaşkanını? Tanrı
peygamberine dahi kimin günahkâr olduğunu ya da sevap işlediğini takdir
yetkisini vermiyor. Cumhurbaşkanı makamı hilafet ya da müftülük makamı
değil. Benim demecim bu konuya tepki üzerineydi.
-
TSK’nın sonradan bu meseleyle ilgili isteyerek ya da istemeden bir iç
muhasebe yapmak zorunda kaldığını biliyoruz. 27 Nisan bildirisini web
sitesinden de kaldırdılar. Belli ki arşivden bunu silme çabası var. Siz
de bugün artık o bildirinin maksadını aşan bir etki yarattığını kabul
ediyor musunuz?
Doğrudur, maksadını aşan bir etki
yaratmıştır denebilir. Ama bence genelde gerekçesi haklıdır. Genelkurmay
Başkanı’nın o tür beyanlarla yürütülen bir süreç içinde o tür bir
tepkiyi vermesi normaldir. Aşağıdaki kitlenin sıkışmış havasını bir
nebze çıkarmak için.
YAŞAR DOLMABAHÇE’DE BİR PAZARLIK YAPTIYSA
BU KENDİSİ İÇİN DEĞİL, TSK İÇİNDİR
-
Yaşar Büyükanıt sizin sınıf arkadaşınız, uzun yıllardır tanıyorsunuz.
27 Nisan’dan sonra Tayyip Erdoğan ile meşhur Dolmabahçe buluşmasında bir
şeylerin pazarlığını yaptığına dair bir şüpheniz var mı?
Benim
tanıdığım arkadaşım Yaşar Büyükanıt o görüşmede herhangi bir pazarlık
yapmış olsa bile, bunu kendi şahsıyla ilgili yapmamıştır. Belki TSK ile
ilgili, belki Silahlı Kuvvetler’in başka mensuplarıyla ilgili bir
şeydir. Silahlı Kuvvetler’e herhangi bir kötülüğün önlenmesi içindir.
Belki de bu Ergenekon girişimleri önüne konmuştur. Belki “Bunlar var,
bunları çıkarırız” denmiştir. Çünkü o dönemde daha paralel yoktu.
Biliyorsunuz, o zaman daha paralel değil, tek çizgi halindeydi her şey.
- Bunları Büyükanıt ile hiç konuştunuz mu?Hayır, hiç konuşmadım. Çok iyi arkadaşım ama ben ilke olarak onun cevaplayamayacağı şeyi ondan istemem.
TERÖRLE MÜCADELE TEMSİLCİĞİ GÖREVİNDEN ALINDIĞIMI
ÖĞRENDİĞİMDE EVLİLİK PROGRAMI İZLİYORDUM
-
Kitabınızdan öğreniyoruz ki, 27 Nisan’ın sizin yaşamınızda başka bir
anlamı da varmış. O dönemde siz ABD ile PKK mücadelesi için atılacak
adımları konuşan en üst makamdasınız. Görevden alınmanız hükümetle görev
alanınızda anlaşmazlık yaşamanıza yorulmuştu. Oysa sebebi başkaymış.
Ben
Alman gazetesi Die Welt’e bir röportaj vermiştim. Muhabir bana “TSK,
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını niçin istemiyor” diye sordu. Ben
de “TSK laiklik konusunda çok hassas. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve
Bülent Arınç’ın geçmişte laikliğe karşı tavır aldıkları beyanlar var. Bu
beyanlarından dolayı Silahlı Kuvvetler belki sıcak bakmıyor olabilir.
Ama neticede seçimi yapacak olan Meclis’tir” dedim. Bu ifade dolayısıyla
kırılmış Abdullah Bey. “Çok üzüldük” dedi. “Neye üzüldüğünüzü”
anlamadım dedim. “Bunları söylemenize üzüldük Paşam, bunu sizden
beklemezdik” dedi. Ben de şöyle devam ettim; “Burada bir durum tespiti
yaptım. Söylediklerimde yanlış bir şey varsa tartışalım. Yoksa niye
üzüldüğünüzü hâlâ anlamadım”. Öyle deyince biraz daha üzüldü herhalde.
“Anlaşamayacağız herhalde Sayın Bakan” dedim. O gün de tam Amerikalılara
3 maddelik bir nota vermiştik. Çünkü ben Washington’daki toplantıdan
sonra Amerikalıların bizi bir nevi oyalamakta olduğunu kesin olarak
anlamıştım. O notayı da bir gelişme olmayacağını bile bile gönderdik. 15
gün süre verdik, yapmalarını beklediğimiz şeyler için taahhüt
beklediğimizi söyledik. Abdullah Bey’in odasından çıkmadan kendisine
şöyle dedim; “Bu cevabın 15 güne gelmeyeceği belli. Ben gelmediği
takdirde görevi bırakıyorum”.
- Peki odadan çıkarken görevden alınmayı bekliyor muydunuz?
Açıkçası
görevden alınmayı beklemiyordum. Çünkü ben ayrılacağımı söyledim, en
azından benim ayrılmamı bekleyeceklerdir diye düşündüm. Ama ertesi gün
ben üniversitedeki odamdayken hanım telefon ediyor, ‘Haber kanallarını
izliyor musun?’ diye soruyor. Ben dizilere ve evlenme programlarına
bakıyorum sabah sabah. “Niye haberleri izleyeyim” diye soruyorum hanıma.
Diyor ki “Seni görevden almışlar”.
-
Başka bir nedeni olamaz mı Terörle Mücadele Özel Temsilciliği’nden
alınmanızın? Terörle mücadelenin şeklini eleştirme anlamına gelecek
beyanlarınızla ilgili olamaz mı?
Yok, kesinlikle eminim. O
demeçlerle ilgili bana hiçbir zaman hiçbiri “Paşam bu demeçleri
veriyorsunuz ama biraz zararlı oluyor bunlar” vesaire demediler.
2008’DE BAŞLAYAN TSK’YA KUMPAS
1 MART’IN İNTİKAMI OLABİLİR
- 1 Mart 2003’te Meclis’ten geçmeyen tezkereye kişisel olarak karşı mıydınız?Hayır
değildim. Gerekliliğini şu bilgilere sahip olarak düşünüyordum.
Arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre ABD ile yapılan anlaşmalar
Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına en ufak bir halel
getirmeyecek şekilde hazırlanmış ve imzalar buna göre atılmıştı. Ben bu
operasyonun BM ya da NATO şemsiyesi altında yapılması gerektiğini
düşünüyordum. Türkiye’nin mutlaka bunda görev almasını ve bu sayede
Irak’ın kuzeyindeki terör yuvalarının bertaraf edilmesini sağlamasını
istiyordum.
- Uluslararası
koalisyon dediniz ama sonradan anlaşıldı ki Türk hükümetinin ABD
tarafına verdiği söz tek taraflı bir operasyona da destek vermek
üzerineydi.
Onu da kitapta yazdım. Demek ki o sözü veren
kişiler Meclis’te oturan kişiler için “Bana sadık uşaklarımdır. Elinizi
kaldır dersem kaldırırlar” düşüncesiyle o sözü verdiler.
-
Kitabınızda bu meseleyle ilgili tespitiniz şu; tezkerenin geçmemesinin
faturasını ABD, hükümetten ziyade açıkça tezkerenin arkasında durmayan
Türk ordusuna kesti. Neden böyle düşünüyorsunuz, çuval olayı yüzünden
mi?
Sadece çuval olayı yüzünden değil. Konuştuğum Amerikalı
askerler de bunu açık ve net olarak da söylüyorlardı. Mesela
Stuttgart’ta konuştuğum bir kadın general aynen şöyle demişti; “O gün
İskenderun’a çıkacak geminin komutanı olarak denizdeydim. Karaya çıkıp
oradan Irak hududuna hareket etmek için bütün hazırlıklarımız tamamdı.
Günlerce denizde bekledik. Sonuçta hüsrana uğradık”.
-
Kitapta bunları anlatırken şöyle bir cümleniz var; “Vatandaşlarımız
arasında 2008 yılından itibaren başlatılan TSK’ya kumpas olayında dahi
ABD’nin bitmeyen intikam duygusunun katkısının olabileceğinin
dillendiriliyor olmasını haksız bulmuyorum”. Ergenekon ve Balyoz
süreçleri sizce 1 Mart tezkeresinin rövanşı mı?
Olabilir.
Bir olasılıktır ve ben bunun var olabileceğini düşünüyorum. Çünkü ABD
günlük politika uygulayan bir devlet değil. Eğer 2003’teki o olayla
ilgili Türkiye’yi cezalandırmak istediyse, bunu bir anda Türkiye’yi
işgal ederek ya da gelip dayak atarak falan yapmaz. Bunu kademeli
olarak, yeri geldiğinde fırsatları değerlendirerek Türkiye
Cumhuriyeti’ni güçsüzleştirecek olayları desteklemek suretiyle yapar.
Amerika bu bakımdan akıllı bir devlet. Bunlar böyle olmuştur diye elimde
kanıt ya da belge yok ama benim hissim ve algılamam böyle. Amerika’nın
bu yönetim anlayışını da bildiğim için o olasılığı dışlamam.
TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ'NDE DE
ÇÜRÜK ELMA OLABİLİR
-
Yeri gelmişken başka bir komplo teorisini hatırlatmak isterim. Bazı
çevreler ABD’nin Ergenekon sürecine destek vererek TSK içinde
“Avrasyacı” tabir edilenlerin tasfiyesinin önünü açtığını düşünüyor.
Nedir bu NATO’cu, Avrasyacı ayrımı?
Bakın, o ordunun içinde
40 küsur yılım geçti. Hiçbir gün böyle bir şeyi hissetmedim.
Affedersiniz aptal bir adam değilim. Akademi sınavını birincilikle
kazandım, kurmay subay oldum, her rütbeye birinci sırada terfi ederek
orgeneralliğe gelmiş bir insanım. Emekli olduktan sonra da yakın temasın
devam ediyor. Yaşar Genelkurmay başkanıydı, sık sık gider kendisini
ziyaret ederdim. Şu anda mesela Genelkurmay ikinci başkanı emrimde görev
yapmış bir arkadaşım, Ankara’ya gittiğimde uğruyorum. Şu anki
Genelkurmay başkanı benim kurmay başkanımdı, ona da uğrarım, konuşuruz
dertleşiriz. Dolayısıyla ben TSK’dan kopmuş biri de değilim. Şunu çok
kati olarak söyleyebilirim; Silahlı Kuvvetler içinde böyle bir ayrım
hiçbir zaman olmadı. Benim yurtdışında geçen 8 yılımın altısı NATO
görevinde geçti. Bana hiçbir arkadaşımdan ya da astımdan “NATO’cu” diye
bir ima ne duydum ne hissettim. Böyle bir şey yok Silahlı Kuvvetler’de.
Ha ben şunu her zaman söylüyorum; bir toplumda, bir kurumda mutlaka
çürük elmalar çıkar. Silahlı Kuvvetler mevcudu itibarıyla çürük elma
oranı en düşük olan kurumudur Türkiye Cumhuriyeti devletinin. Elbette
içimizden yanlış yapanlar çıkmıştır. Koskoca kuvvet komutanını bu ülke,
bu ordu yargılamıştır. Rütbesini geri almış, er rütbesine indirmişti.
İlhami Erdil’i hatırlıyorsunuz değil mi?
-
Madem TSK kendi içinde yanlış yapanı yargılar, darbe teşebbüsleri
sürecinde neden aynı yöntem izlenmedi? İlhami Erdil bir yolsuzluk
hikâyesi. Siyasi boyutu olan iddialar da neden aynı açıklıkla
sorgulanmadı? Neden son 10 yıl içindeki hiçbir Genelkurmay başkanı bunun
önünü açmadı?
Neden yapmadıklarının cevabı bende yok,
kendilerindedir. Kendilerine göre mutlaka bir izahı vardır. Ama ben
olsam yapardım diye söylüyorum zaten.
PKK’YA ERZAK GÖTÜREN PİKAPTAKİ ASKERİN
GÖRÜNTÜLERİNİ RALSTON’A İZLETTİK
-
2006’da Terörle Mücadele özel temsilcisiyken Barzani ve Talabani’ye
bağlı Peşmergelerin PKK’ya lojistik destek verdiğini tespit ediyorsunuz.
Hatta bunu yapanlar arasında Amerikan askerleri de vardı diyorsunuz.
O
görevi kabul ederken Amerikalılardan iki şey elde etmeyi düşünüyordum.
Birincisi, ABD’nin Barzani’ye gerekli baskıyı yapmasını sağlayarak
PKK’nın lojistik destek zincirini ortadan kaldırtmaktı. İkincisi de,
Avrupa ülkelerinde PKK’nın finans kanallarına engel olunması. Irak’ın
kuzeyinde devamlı olarak mühimmatı, yiyeceği, içeceği, giyeceği akan bir
örgütten bahsediyoruz. Düşünün bu lojistik hattında Amerikalı askerler
yardımcı oluyor. Ralston’a Genekurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın
odasında bir CD izlettik. PKK kamplarından birine erzak götüren pikabın
ön tarafında Amerikalı asker oturuyor. Tabii Ralston “Hemen bunu
inceleteceğiz, size cevap vereceğiz” diye aldı. Hiçbir cevap falan
gelmedi. Bir yerde daha benzer bir durum tespit ettik. “Onlar Amerikalı
asker değil, yardım gönüllüleri, Peşmergeler onlara Türk uçaklarının
yıktığı bir köyü gösteriyorlar” gibi şeyler söylediler.
- Özetle “PKK, Irak’ın kuzeyinde ABD’den de destek alarak bugüne geldi” diyorsunuz. Yanlış mı?
Kesinlikle,
hiç yanlış değil. Bakın EUROPOL’ün raporuna göre PKK’nın bir yıl içinde
sadece uyuşturucudan elde ettiği para 300 ila 500 milyon Euro arasında.
Bu para işte Avrupa bankalarında aklanıyor, ondan sonra PKK’nın finans
kanalına giriyor. Sonra silahını alıyor Avusturya’dan, Almanya’dan ve
Fransa’dan en ileri telsizlerini falan alıyor. Oralarda liberal ekonomi
söz konusu olduğu için gidip herhangi bir firmadan sipariş verip malzeme
alma imkânları var. Bunlara da o ülkeler engel olmuyor. Bir takım
sonuçlar da aldık Amerikalılardan beklentilerimizde. Ama çok gevşek bir
çalışmaydı. En sonunda da toparlanıp gittiler bildiğim kadarıyla.
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DEVAM EDİYOR
-
Kitapta görevden alınmadan hemen önce yaptığınız Washington ziyaretinde
daha önceden sizde var olan bir kanaatin pekiştiğini anlatıyorsunuz.
“ABD’nin Kürdistan projesinin gerçekleşmesi için bu kanlı örgüte rol
tasarlanmıştı” diyorsunuz.
ABD’nin bölgeden son derece
önemli çıkarları var. Belki yakın zamanda enerji bağımlılığı bu ölçüde
olmayacak ama yine de bölge ticari bakımdan ABD’nin hayati çıkarlarının
olduğu bölgelerden biri olmayı sürdürecek. Orada bir diğer önemli faktör
de İsrail’in güvenliğinin devam ettirilmesi. Amerika’nın biliyorsunuz
bir Büyük Ortadoğu Projesi var. Hatta bir muhterem büyüğümüz de bunun
eşbaşkanıydı, hala öyle mi bilemiyorum.
- Büyük Ortadoğu Projesi rafa kalkmadı mı?
Sonra
onun adı Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi oldu. Eski Amerikan
Dışişleri Bakanı Condelezza Rice bir sefer demişti ki; “Bölgede 22
ülkenin sınırlar değişecek”. Bu arada Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin
bir dergisinde bir harita yayınlandı. “Büyük Kürdistan”ı ayrı bir devlet
olarak gösteren ve Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin
büyük bir kısmını içine alan bir haritaydı bu. ABD’nin kafasındakinin bu
olduğu kanısındayım ben. Bu büyük planlarında ABD önemli sapmalar
yapmaz. Büyük devlet olmanın verdiği güvenle ana politikalarını saptar
ve o politikanın uygulanması için aynı puzzle’da olduğu gibi parçaları
adım adım yerine koyar. Ben o politik bir proje olan “Büyük Ortadoğu”nun
iptal edildiği kanaatinde değilim. Bu genel proje içinde Kürdistan’ın
önemli bir konu olduğu anlaşılıyor. O size bahsettiğim yanlışlıkla
basılacak bir harita değildi. Yine 2006 yılının sonlarına doğruydu. Ben
özel temsilciyken Irak kuzeyinden Barzani’ye karşı olan iki aşiret
reisini Türkiye’ye getirttim. Bunlardan bir tanesi bana bir almanak
verdi. Süper bir baskı, deri kapak, en arka kapak içinde bir harita.
Büyük Kürdistan haritası. Kafalarında böyle bir planla yaşayan
insanların bugün o hedefleri gerçekleşmediği sürece Türkiye ile dost
olacaklarını düşünmek mümkün değil. Son süreç de, “Büyük Kürdistan”ın
oluşması için onlar açısından bir adım.
2006
yılının Eylül ayında Roma'daki NATO Savunma Koleji'nde Ortadoğu'daki
son gelişmeler konusunda brifing veren ABD'li bir albay, Türkiye'yi
bölen bu haritayı açmış, toplantıyı izleyen Türk subaylar sert tepki
göstererek salonu terk etmişti.
ABD BUGÜN BOĞAZLARI TUTAN TÜRKİYE YERİNE
PETROLÜ TUTAN KÜRDİSTAN’I TERCİH EDER
- “Büyük Kürdistan”a doğru mu gidiyoruz yani?
“Büyük
Kürdistan”a doğru gidiyoruz evet. Önce Türkiye Kürdistan’ını da içine
alacak bir Kürdistan, ondan sonra da Büyük Kürdistan. Biliyorsunuz,
Büyük Kürdistan dedikleri, Kars’tan başlıyor, Erzurum-Erzincan, Sivas ve
Malatya’yı içine alıyor, Mersin’e iniyor. Mersin de dahil olmak üzere
bir harita.
- ABD’nin bundan çıkarı nedir?
Şimdi artık Amerika için Boğazların eskisi kadar önemi kalmadı. Amerika artık Boğazları elinde tutan bir Türkiye’ye, petrol bölgelerine hâkim ve İsrail’in güvenliği açısından hayati olan bir Kürdistan’ı mutlaka tercih eder.
- Dokuz ay süren Terörle Mücadele Özel Temsilciliği sırasında yaptığınız temaslarda edindiğiniz izlenim bu mudur?
Evet, edindiğim izlenim bu.
- PKK’ya bu süreçte nasıl bir rol tasarladıklarını düşünüyorsunuz?PKK
mevcut haliyle Türkiye’yi mümkün olduğu kadar meşgul eden, başka
işlerle meşgul olmaktan alıkoyacak bir meşgale olarak kalsın gibi bir
düşünce mi var, bilemiyorum. Elimde bir belge yok ama düşüncem o. PKK
onlar için küçük bir enstrüman, olsa da olur olmasa da olur aslında. Ama
PKK’nın varlığını onlar bir ara bu Kürdistan oluşumu için çok önemli
bir unsur olarak gördüler. Belki de hâlâ öyle görüyorlar. Kuzey
Kürdistan’ı yani Türkiye ile ilgili olan bölümünü oluşturmak için PKK’ya
çok önemli görevler verildiği kanısındayım. Barzani’nin ve diğerlerinin
bu görevi verdiği, Amerika’nın da bunu desteklediği kanaatindeyim.
“Büyük Kürdistan” tam olmasa bile bir Kürdistan, İsrail’in güvenliği
açısından çok önemli bir işlev yerine getirebilecektir.