İktidar olmakla muktedir olmak arasında ayrım
yapılırken, Türkiye’de yürütme erkinin nasıl askeri ve yasal engellerle
kısıtlandığı üzerinde durulur. Oysa 28 Şubat darbesinin esas başarısı,
sadece baskı ve yasaklarla değil, -küreselleşmenin ve popüler kültürün
rüzgârını da arkasına alarak- rıza üreterek ilerlemesidir ve bu anlamda,
28 Şubat ruhu hâlâ iktidardadır.
Her
sene Şubat ayının sonlarına doğru, Türkiye’nin “postmodern” diye ad
yakıştırdığı darbe yeniden gündeme geliyor. Artık bir gelenek halini
alan şekliyle bir yandan 28 Şubat’ı tel’in, bir yandan da günah çıkarma
ve demokrasiye iman tazeleme furyası gazeteleri kaplıyor. Oysa bu
kendini tekrar eden demeçler arasında, 28 Şubat neredeyse sadece
Refahyol hükümetinin devrilmesine indirgeniyor, AK Parti’nin iktidara
gelmesiyle de sürecin bittiğine, durumun “telafi” edildiğine
hükmediliyor. Böylece 28 Şubat’ın bütün mağduriyetleri, AK Parti
iktidarının gölgesinde unutuluyor.
28 Şubat’ın “gerekirse bin yıl
süreceği” kehaneti, bir adanmışlıktan da öte somut bir projenin
ifadesidir. Ordu, iktidara kim gelirse gelsin, kendi dediğinin olması
için yeni siyasi ve hukuki araçlar edinirken İslami kesimin önünü kesmek
için türlü müdahaleler yapıyordu. Burada, askerin siyasal İslam’ı
ehlileştirmek, “Batı-karşıtı anti-kapitalist dinciler”den “Müslüman
demokratlar” çıkarmak gibi bir derdi yoktu. Amaç, devletin şimdiye dek
“fazla yüz gösterdiği” İslami oluşumları “temizlemek”ti.
Hesaplaşmak, yüzleşmek...
Böyle
bakıldığında, iktidarı devirmek kadar önemli olan şey, gerekirse bin
yıl sürecek şekilde bir sistemin şekillendirilmesiydi. Bir yönüyle ters
tepen proje, öyle 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle de hemen
bitmiş değildir. Kırmızı Kitap’tan Başbakanlık Takip ve Koordinasyon
Kurulu’na, irticayla mücadele genelgelerinden EMASYA protokolüne dek pek
çok konu, ancak 2010 yılında ele alınabilmiştir. Başörtüsü sorunu de
facto çözümlerle yeni yeni aşılırken; sivil-asker ilişkilerinin rayına
oturması da Avrupa Birliği sürecinin sivilleştirici reformlarından çok,
Ergenekon davası sonrasına denk gelir.
Geç de olsa 28 Şubat
darbesiyle ilgili yapılanlar, önceki darbelere kıyasla -mesela bir 12
Eylül muhasebesinin 30 yıl sonra ancak başlayabildiği düşünülürse- çok
daha ümit vericidir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü 28
Şubat soruşturması, sonuna kadar gidildiği takdirde, Türkiye’de köşe
tutan pek çoklarını rahatsız edecek, etkileri günümüze uzanan bir devrin
köklerine ayna tutacaktır.
28 Şubat darbesi, olağanüstü
durumların olağanlaştığı, hatta “vatan, millet” söylemleriyle bir güzel
bezendiği bir süreçtir. Tuğgeneral Osman Özbek, bir bayram günü devrin
Başbakanı hakkında mikrofonlara “Ulan pe..... dinde krallık var mı?”
diye çıkıştığında olağan görülmek bir yana, alkış görüyordu. Bir yazar,
“öğretmen maaşı çavuş maaşına eşit” diye yazdığı için Özkasnak Paşa
“Onun makadına süngü takar cepheleri gezdiririm” dediğinde ise
gazetecilik haklarından dem vuran pek kimse olmamıştı; hatta müstahaktı.
Devlet
adına bir “refleks gazeteciliği” hâkimdi; hemen her gün komutanlarla
konuşulup söylenenler manşete taşınıyor, paşalar konuşmayınca onlar
namına ihtarlar çekiliyordu: “Bir gün, ‘Paşam, bugün ne yazalım?’ diye
sordular. Paşa da ‘Kafanıza göre bir şey çakın’ dedi. Sonra komutan
söylemiş gibi haber yazdılar” diye not düşen Can Ataklı dönemin
anlayışını özetliyordu.
Başörtülü öğrencilere “Bu başınızdakilerle
girerseniz, baştan kaybedersiniz!” diye uyarılarda bulunuluyor,
üniversite anfilerinde koca koca profesörler “Biz şimdilik bunları derse
alırsak, 10 yıl sonra bunlar başı açık arkadaşlarımızı derse almaz” ya
da “Sen başını açtığında arkadaşların sana zina mı düşünecek?” diyerek
derin (!) analizleriyle yasağın bekçiliğini yapıyorlardı.
Kurulan
ikna odaları, yasaklar, atılmalar ve bütün bu olağanüstü haller
curcunası karşısında belki de en cesurcasını Gülay Göktürk demişti:
“Kurun anti-irtica milislerinizi; salın topluma. Başörtülü avına
çıkarın. Sonra da gururla açıklayın: ‘Toplum içinde yürütülen ikna
çalışmaları sonucu, başörtülü kadınlarımızın yüzde 85’i başlarını
açtı.’... Ben Tanrı’ya inanmam. Ama eğer varsa, eminim ki, siz kesin
cehennemliksiniz.”
Yasaklar ve baskılar eliyle; vatandaş ile halk
arasındaki çizgi yeniden çiziliyor, bir nevi haddi bildiriliyordu. Süreç
boyunca yapılanlar, Kenan Evren Paşa’ya atfedilen sözü hatırlatıyor:
“Evet, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir; ama bu memleketin de
sahipleri vardır”.
Ezilmişlik ve zencilik
28 Şubat’ın
beslediği mağduriyet söylemi, aslında AK Parti’nin 2002 seçimleri öncesi
ve sonrasında sıkça kullandığı bir retorikti. 2003’te Başbakan Erdoğan
“Bu ülkede beyaz Türkler ve zenci Türkler ayırımı var. Kardeşiniz zenci
Türklere mensuptur”, diyordu. 2010’a gelindiğinde de Erdoğan, İmam
Hatiplilere seslenirken “İmam Hatip mezunu olmayı büyük bir iftihar
nişanı olarak üzerimde taşıdım... Bizi okurken, okul bittikten sonra
aşağıladılar. Öyle hocalarımız çıktı ki ‘bize ölü yıkayıcısı’ dediler.
Zenci dediler; doktor olamazsınız, ‘muhtar bile olmazsınız’ dediler.
Allah’a şükür bugün gelinen nokta ortada” diyor ve devrin değiştiğini
işaret ediyordu.
Bir yönüyle doğruydu; üstelik bazı yerlerde İmam
Hatip mezunu olmak bir ayrıcalık haline gelmişti. Ama ıskalanan bir
nokta var: Zenci Türk kavramı, Türkiye’de daha çok ezilmişlik üzerinden
kurgulansa da zencilik, esas olarak bunun içselleştirilmesinde, yani
eziklikte yatar.
Frantz Fanon, zencilerin nasıl hiçleştirildiği ve
bir aşağılık kompleksine itildiğini anlatırken “Siyah insan, insan
değildir” der. O, elinden geldiğince beyazlaşmalı, derisini
değiştiremediğine göre kültürünü değiştirmelidir. Bunun için kendi
dilini unutmalı, hiç değilse unutur gibi yapmalı, sömürgeci beyazların
dili Fransızca’yı iyi öğrenmelidir. Çünkü Fransız kültürünü benimsedikçe
kapılar açılacak ve daha bir “eşit” olunacaktır.
Siyah insan için
sınıf atlamanın bir başka yolu da beyaz bir eşle evlenmektir: “Parisli
bir kızı koluna takarak metropolden dönen bir arkadaşımın bizde
uyandırdığı o derin ve çözümlenmesi güç hayranlığı hatırlıyorum şimdi”
der Fanon. Bir beyaz insanın cinsel ve duygusal ilgisine layık olmak ne
büyük şereftir! Bir beyaz kadına “sahip olmak” içinde bulunduğu
ezikliklere karşı tam sadra şifadır.
Beyazlaşma süreci
Yasaklar aşıldı, kapılar açıldı, makamlar yükseldi.
Hem, “bütçe tamam; orduya selam” günleri de geçmiştir artık.
Ama “yüzüstü çok sürünenler” artık sırtüstü sefa sürse de, zencilik hali öyle üstüne sünger çekince silinmiş gibi değildir.
Dindar
kesimin elitleri arasında; kendi düşüncesinden olan insanlara değer
vermeme, hep merkez medyadan ve “beyaz Türkler”den olumlanmayı bekleme
gibi haller, “bizden adam olmaz/çıkmaz” psikozunun yansımalarıdır. Bu
bağlamda; eşinin başörtüsünden utanma; mümkünse seküler dünyadan başı
açık, her cemiyete “çekinmeden” yanında götürebileceği birisini tercih
etme; daha da mümkünse bir Amerikalı ya da Rus’la evlenip birkaç sınıf
birden atlama, bu anlayış içinde “evla” görülür.
Aşağılık
kompleksinin en somut özelliği olan kendinden nefret etme(self-hatred),
II. Dünya Savaşı öncesi Yahudilerde de yaygındı ve hatta onları
antisemitizme ve Nazi saflarına itmişti. Günümüzün İslami kesimlerinde
de yaygın olan bu iç-nefret duygusu, farklı şekillerde kendini
gösteriyor. Kendi camiasından insanları ve aslında kendi değerlerini
sürekli bir “köylülük”le özdeşleştirme çabası ve kendi değer
yargılarından ve çevresinden utanma duygusu bunun bir örneğidir. Merkez
Bankası Başkanı’na ait evin kapısının önündeki ayakkabıları diline
dolayan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belleten bir yol gösterici
olsa da olur olmasa da; esas olan özdeki yol göstericilerdir.
“Dindarım
ama entelektüelim de” düşüncesi içinde ve buradaki “ama”nın yansıttığı
yargılardan bir türlü sıyrılamayarak kendini ispat ve bazen yaranma
gayreti yoğundur. Dine, demokrasi ve insan hakları gibi Batı kökenli
kavramlar üzerinden değer biçme, “İslam’da da demokrasi vardır” gibi
özürsemeci (apologetic) söylemler, dinin önemini ispat adına bir
zamanlar Bergson’a, sonra Weber’e referanslar, şimdilerde de liberal
demokrasi kavramı içinde yer bulmalar aynı hiyerarşik kategorilerin
ürünüdür.
Tasavvuf iyidir hoştur, ama poptan da anlamalıdır cazdan
da. “Öz yurdunda garipsin; öz vatanında parya” denilip coşulan günlerle
birlikte Necip Fazıl da artık gerilerde kalmıştır, mümkünse birkaç
yabancı şair ya da yazarı favori belirlemelidir. Başörtüsü, neredeyse
siyah insanın derisi gibi çıkmayacağına göre, modanın renkleri takip
edilerek, takıp takıştırarak fark telafi edilmelidir. Motivasyonu ne
olursa olsun, başlangıç noktasından çok farklı bir yerlerde belki de
vaktiyle dedikleri gibi “melez desenler” oluşmaktadır.
İktidar olmak ya da olamamak
İronik
olan, dindar kesimin söylemde bir yandan Beyaz Türkler’i hedef
tahtasına koyup onları bu milletten olmamakla, halka yabancı olmakla ve
üstten bakmakla suçlar ve dışlarken, diğer yandan beyazlaşmaya ve sınıf
atlamaya gösterdiği özendir. Kısacası, dindar kesimin kendi olmakla
ilgili sorunu vardır ve esas olarak “normalleşme”nin aranması gereken
yer de burasıdır.
İslami kesimde eziklik hissi, şimdinin hikâyesi
değil. On yıllardır okutulan ders kitaplarından Şaban filmlerindeki
yobaz imamlara ve sinsi hacı amcalara kadar sıralanabilecek pek çok
etkenin çorbada tuzu var. Bununla birlikte, zamane dindarları arasındaki
bu ruh halinde, en çok 28 Şubat sürecinin taze izleri öne çıkıyor.
İktidar
olmakla muktedir olmak arasındaki ayrım yapılırken, Türkiye’de yürütme
erkinin nasıl siyasi ve yasal engellerle kısıtlandığı üzerinde durulur.
Oysa gerçek iktidar, bilinç düzeyindeki iktidardır. Bu anlamda, 28 Şubat
darbesinin esas başarısı, sadece baskı ve yasaklarla değil,
-küreselleşmenin ve popüler kültürün rüzgârını da arkasına alarak- rıza
üreterek ilerlemesidir ve bu anlamda, 28 Şubat ruhu hala iktidardadır.