Şırnak'ta çatışma...
Şırnak'ta teröristler askeri araca saldırı düzenledi.
Çıkan çatışmada 2 asker şehit oldu.
Harbiye, askerlik, askeriye, savunma ile ilgili tüm gelişmeler, eleştiriler, asker-siyaset ilişkisi, askeri operasyonlar, gibi ve benzeri haberler, köşe yazıları, dosyalar buradan aktarılmaya çalışılacak.
Bizim silah sanayiimizin hali de, ‘bu kadar da olmaz, insaf’
dedirtecek cinsten. Bu türden isyankâr söylemler, Türkiye’nin, savaşvari
politikaları ön plana çıkarttığında ortaya çıkıyor. Bülent Ecevit’in,
yine ada bölgesinde petrol ve doğalgaz arama girişimlerine karşı
“Misilleme” olarak Doğu Akdeniz’e gönderdiği “Koca Piri Reis,”
bugünlerde yine benzer nedenlerle güya Rum kesimini “Korkutmak için,”
Doğu Akdeniz’e açıldı.
Adı üstünde Koca Piri Reis artık kocamış. 1978 yılında Almanya’dan alıp envantere katmışız, bugün 33 yaşında. Bir ülkenin modern silahlarla donatılıyor olması gerekliliktir. Sorun, bu silahlar ve diğer askerî araç gereçlerin, ülke çıkarlarına ve ihtiyaçlarına cevap veriyor olup olmasıyla ilgilidir.
İşte Türkiye’deki sorun; demokratik süzgeçten geçmeden alınan ya da
üretilen silahların, hem ülkenin ekonomik kaybına yol açıyor olmaları,
hem denetim süzgecinden geçmeden alındıkları için rüşvet çarkına sıkça
takılıyor olmaları, hem de caydırıcılık niteliğine sahip olmamalarıdır.
Bu çarpık durumun son örneğini Piri Reis ile yaşıyoruz. İlla Türkiye,
kimi komşularla bir sorun çıktığında mı silah sanayiindeki zafiyetlerini
tartışmalıdır. Türkiye, petrol ve doğalgaz alanında yüzde 80’leri bulan
yurtdışı bağımlılığını biraz olsun azaltmak için zaten yabancı
şirketlerle ülkenin çeşitli bölgelerinde arama çalışmaları yapmıyor mu?
Petrol sondajı yapmak için sismik araştırma yapmak zaten gerekiyor.
Önceki gün bir toplantıda Enerji Bakanı Taner Yıldız’a, Piri Reis’in
eskimişliği sorusunu yönelttim. Yıldız, Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın
yeni bir sismik araştırma gemisi yapımı için çalışma başlattığını
söylemekle yetindi. Bakan Yıldız ne desin ki? Onlarca yıl kafasına göre
silah alımı yapmış bir TSK’ya hangi siyasi irade söz dinletmeye çalıştı
ki? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, New York’taki bir açıklamasında
Türkiye’deki bürokratik oligarşi ile yaşadığı zorlukları dile
getiriyordu. Erdoğan’ın belki de kırmakta en çok zorlandığı bürokratik
oligarşi TSK olsa gerek.
Savunma sanayii sektörüne siyasi irade ve parlamentonun çekidüzen
vermesi elzem. Bu sektöre çekidüzen verilmezse, örneğin, İsrail’den
alınan Heronların bakımını yapacak altyapıdan yoksun olmaya devam ederiz
ve bu ülke de kavgalı olduğumuz için misilleme olarak bu silahların
bakımını geciktirir.Savunma sanayii sektöründeki bürokratların, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı, Türkiye’nin savunma sanayii altyapısının gerçek gücü konusunda yanılttıklarını düşünüyorum. Türkiye’nin, tasarım ve inşasını gerçekleştirdiği bildirilen Büyükada savaş gemisinin, faaliyete girdiği gün yani dün, yukarıdaki eleştirileri kaleme almam daha da anlamlı hale geliyor. Zira Paradoksal ama gerçek bir durum ortaya çıkıyor. Bir yandan savaş gemisi üretiminde yerli imkânları azami kullanarak bir ürünün ortaya çıktığı ilan ediliyor diğer yandan da Akdeniz’e gönderilen sismik araştırma gemisinin ne kadar eskimiş olduğunu tartışıyoruz. Sorunumuz da bu zaten. Silah tedarikinde önceliklerin belirleneceği şeffaf bir mekanizma yok. Savaş gemisinin teknik donanımını yerli imkânlarla yapmakla övünürken önceliğimiz olan terörle mücadele için gerekli silahlar için dışarıdan destek istiyoruz, kocamış Piri Reis’in yerine yeni bir gemiyi çoktan tedarik etmemişiz. Suikast değil ağır kusur
Cumhurbaşkanlığı’nın konuya el atmasıyla birlikte, BBP lideri Muhsin
Yazıcıoğlu’nun da ölümüyle sonuçlanan helikopter kazasının üzerindeki
sis perdesi önemli ölçüde kalkıyor gibi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün
Almanya ziyareti sırasında, 21 eylülde gazetecilere yaptığı açıklama ile
helikopter kazası olayı daha da aydınlatıcı nitelik kazandı. Gül, açıklamasında, “...düşen
helikopterin beyni, yani her şeyi kaydeden o hafızası yok şimdi ortada.
Düşünebiliyor musunuz? Keçiler, söküp götürmedi onu, özel vidalarla
sökülmüş. İnsanın aklının almayacağı çok şey var orada, fazlasını
söylemeyeyim. Yazmış adam ‘Cumhurbaşkanım’ diye gönderdi bana. ‘Biz
görev yapıyoruz zannediyorduk ama şunlar şunlar da var. Al şu videoya
bak’ diye gönderdiler bana. Baktım ki bir taraftan birileri buzlarda
cesetlerle ilgileniyor birileri de bir taraftan vidayı söküyor.”
Hatırlatalım, bu birilerinin asker kişiler oldukları ortaya çıktı.
Gazeteciler, Gül’e, “Gelinen aşamada cinayet ihtimali yüksek mi” diye sorunca şu yanıtı veriyor:
“Cinayet de diyemeyiz, Onu savcı diyecek. Yanlışlardan, hatalardan kaçmak için de olabilir.”
Doğru, savcılık helikopter kazasını aydınlatacak. Ama Gül’ün
yukarıda alıntıladığım şu sözleri, kazanın oluş biçimi ve nedeni
aydınlatılmasın diye işlenen ağır kusurun ipuçlarını veriyor.
“Yanlışlardan hatalardan kaçmak için de olabilir.” Bu sözlerin anlamını
konuyu yakından takip eden bir devlet görevlisine sordum, yanıtı şu
oldu:
“Helikopterin, kasıtlı olarak Yazıcıoğlu ve helikopterdeki diğer kişilerin öldürülmesi amacıyla düşürülmüş olduğunu zannetmiyorum. Bölgede o sırada uçuş yapan askerî jetlerin yarattığı türbülansın helikopterin düşmesine yol açtığı ihtimali çok yüksek. Bu ihmalin üzerine çok daha vahim bir hata yapılıyor. Bazı askerî görevlilerin, helikopterin, jetin yol açtığı türbülans nedeniyle düştüğünü ortaya çıkartacak kanıtları yok etmek, karartmak için helikopterin beyni olan sistemi çivi ile söktükleri kanaati çok yüksek. Gül’ün, ‘Cinayet de diyemeyiz... Yanlışlardan hatalardan kaçmak için de olabilir’ sözleri, yapılan hatayı örtbas etmek için yapılmış olan bu delilleri karartma işleminin gerçekleştiği anlamına geliyor büyük ihtimalle.” |
Darbe Anayasası bile askerliği değil, yalnızca vatan hizmetini zorunlu kılıyorken Askerlik Kanunu’nda öngörülen “Her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmaya mecburdur” ibaresi ne ‘yaman çelişki’dir.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’yle ilgili olarak önceki gün medyaya
yansıyan açıklamalara bakılırsa, Türkiye’yi insan hakları konusunda
esaslı bir problemin beklediği anlaşılıyor. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin vicdani Retçi Osman Murat Ülke ile ilgili verdiği karar
gereği ihlali sona erdirecek yasal düzenleme yapılması için Türkiye’ye
aralık ayına kadar süre tanınmış durumda. Karar 2006 yılında verildiğine
göre, bu konudaki ayak sürümenin 5 yılı geride bıraktığı anlaşılıyor.
Hatırlanırsa vicdani kanaati gereği askerlik yapmak istemeyen Osman
Murat Ülke, zorla askerliğe alınıp, gereğini de yerine getirmediği için
her defasında emre itaatsizlik nedeniyle ceza almakta, diğer yandan
vicdanı ret kararını açıkladığından dolayı da halkı askerlikten soğutma
suçu işlediği gerekçesiyle yargılanmaktaydı.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuran Ülke haklı bulunmuş, Türkiye bir yandan tazminat ödemeye mahkûm olurken, diğer yandan vicdani retçilerin karşılaştığı sorunlar nedeniyle Türkiye’den yasal düzenleme yapılması talep edilmişti. Kaçınılmaz olan hangisi? AİHM’in gerekçesine bakıldığında şu hususlar göze çarpmaktadır: Ülke askerlik hizmetini vicdani kanaatleri nedeniyle reddetmesinin ardından uzun süreli kovuşturmalara ve mahkûmiyetlere rağmen, askerlik hizmetinden muaf tutulmamaktadır;
Türk hukuk mevzuatında reddedenler bakımından özel bir hüküm
bulunmaması nedeniyle vicdani retçiler sonu kesilmeyecek kovuşturma ve
mahkûmiyetlerle yaşamları kararabilmekte, yalnızca askerlik yapmamaları
nedeniyle yaşamlarının sonuna kadar bu tehdit altında yaşamak zorunda
kalmaktadır. Bu sonuç güdülen amaçla orantılı değildir.
Mahkeme, uygulanan yaptırım sisteminin vicdani retçilerin entelektüel kişiliğini ezdiği, başvurucuyu aşağılayan ve onu alçaltan korku ve tedirginlik hislerinin doğmasına neden olduğu; vicdani direncini ve kararlılığını kırmayı amaçlayarak, onu neredeyse “sivil ölüm”e zorladığı gerçeğinden hareketle, yaptırımın demokratik bir toplumdaki cezalandırma rejimine aykırı düştüğü sonucuna ulaşmaktadır. Türkiye AİHM’in bundan beş yıl önce verdiği kararda belirttiği sonuçları halen ortadan kaldırabilmiş değil. Tutumları nedeniyle yargılanan, ceza alan, soruşturma ve kovuşturma tehdidi altında bulunan birçok vicdani retçi bulunduğu gibi, bunların hakkını savunduğundan dolayı halkı askerlikten soğutma suçu işlediği gerekçesiyle yargılanan birçok yazar ve entelektüel de bulunmakta. Tüm bunların Türkiye’nin mahkûmiyetine neden olması ise kesin gibi. Peki bundan kaçınmak imkansız mı? Hâlihazırda kurtulmaya çalıştığımız darbe Anayasası profesyonel askerliğe veya vicdani ret hakkının tanınmasına engel değil. Aksine bunu önemli ölçüde talep de ediyor. Zira Anayasanın 24. Maddesi vicdan özgürlüğünü yasayla sınırlanması mümkün olmayan bir hak olarak tanımlarken, 72. Maddesi askerliği değil, yalnızca vatan hizmetini zorunlu kılıyor. Üstelik bu hizmetin illaki silah altında yerine getirilmesini şart koşmuyor. Madde vatan hizmetinin silahlı kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenleneceğini öngörüyor. Yani bir yandan dokunulamaz olarak görülen bir vicdani kanaat özgürlüğü, diğer yandan alternatifli olarak yerine getirilebilecek bir vatan hizmeti, üstelik bu vatan hizmetinin kimi zaman yalnızca “yerine getirilmiş sayılabileceği” de kabul ediliyor. Hal böyle ise vicdani kanaati ezip geçen bir zorunlu askerliğin Anayasal bir zorunluluk olduğu iddiası geçersizleşiyor.
Alternatifli vatan hizmetinin kabul gerekçesi bu sonucu destekliyor:
1961 Anayasasının aynı içerikli maddesinin gerekçesinde “Nüfusun hızlı
artışı sonucu olarak askerlik yükümü altındaki vatandaşların muvazzaflık
devresinde bulunanlarının sayısı da büyük bir artma göstermekte ve
sayıları ihtiyacın üstünde olan bu kimselerin hepsinin muvazzaf olarak
görevlendirilmesi Devlet için büyük mali külfetlere mal olmaktadır.
Hâlbuki hızlı bir kalkınma ihtiyaç ve çabası içinde bulunan
memleketimizde askerlik çağındaki genç vatandaşların enerjisinden
faydalanılması da zorunludur. Devlet, böylece mevcut insan gücünden en
verimli bir şekilde faydalanmış olacaktır.” ifadeleri yer alırken, yani
darbe anayasaları dahi zorunlu askerliği dayatmazken, 21.06.1927 tarih
ve 1111 sayılı Askerlik Kanununda öngörülen “Türkiye Cumhuriyeti tebaası
olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur”
ibaresinin günümüze kadar adeta tanrısal bir buyruk gibi taşınmış
olmasını ve bunun için AİHM’de ve uluslararası toplumda kınanmayı göze
almanın açıklaması ne olabilir?
Düne kadar buna militarist yapının toplumun tüm erkeklerini ideolojik ve psikolojik bir tornadan geçirme sevdasıyla açıklayabilirdik. Peki, bugünden sonra “sivil” ve “demokratik” temsilcilerin aynı tutumu devam ettirmelerinin haklı bir nedeni olabilir mi? Tabii ki hayır. |
Son PKK eylemleri şimdi başka bir tehlikeyi yaratmaya başlamış görünüyor. Devletin şahinleşmesi. Küçük küçük haberleri mozaik parçaları gibi yan yana koyup uzaktan baktığınızda ürkütücü bir tablo çıkıyor karşınıza. Dersim dağlarına, Kato’ya, Cudi’ye, Gabar’a binlerce “profesyonel” asker indiriliyor, “düz” askerler geri çekiliyor. Bu yeni birlikler savaşmayı bilen komandolardan oluşuyor. Ağır ağır dağları sarıyor, çemberi daraltıyorlar. Yakın zamana kadar Hakkâri ile Şırnak’ı PKK yönetimine bırakmış olan devlet aygıtı, şimdi bütün gücüyle Güneydoğu’ya ve PKK’ya yöneliyor. Devlet bölgedeki gücünü arttırırken PKK eylemleri de ardı ardına fiyaskolara dönüşüyor, en zayıf halkalardan biri olduğu anlaşılan Siirt’teki karakol baskınında üç ölü bırakıp kaçmak zorunda kalıyorlar. Siirt’te Emniyet’i basacağız diye gidip genç kızları tarıyorlar. Batman’da eyleme giden PKK’lılar hamile bir kadınla çocuğunun öldürülmesine yol açan bir çatışmadan sonra öldürülüyorlar. Daha önce karşılaşmadığı bir savaş ortamında sıkışmış ve beceriksizleşmiş bir PKK görüntüsü, devletin içindeki şahinlerin iştahını açıyor. Şimdi PKK, son zamanlarda göründüğü kadar güçsüz ve beceriksiz olmadığını kanıtlamak için mutlaka çok büyük bir eylem yapacaktır ama o eylemin sonucu ne olursa olsun şahinlerin “inancı” değişmeyecektir. Değişik kalemlerden çıkan yazıları okuyup, televizyonlardaki konuşmaları dinleyince, “PKK’yla ne müzakeresi, bunlarla müzakere olmaz, yok edin PKK’yı” anlayışının sahiplerinin epeyce kalabalık olduğu ve devlet içinde gittikçe daha fazla ağırlık kazandığı seziliyor. Devletin en azından bir bölümünün “PKK’yı silahla yok edebileceğine” inandığı, PKK’nın her başarısız girişiminin de onları biraz daha fazla cesaretlendirdiği ortada. Şerafettin Elçi’nin “Bu kadar mağrur olma, kibri bırak” diye uyardığı Başbakan’ın da özellikle seçimlerden sonra iyice coşan cengâverliğiyle “PKK’yı bitirme” fikrine yakın durma ihtimali yüksek. Eğer ben bu tabloyu yanlış okumuyorsam, devletin içinde bir bölüm “büyük saldırı” için gün sayıyor. PKK yönetimi, hayatın gerçeklerinden kopuk bir hayal âleminde yanlış hesaplarla yanlış stratejiler kurdu, müzakerelerden çekildi ve şimdi ağır bir bedel ödüyor. Gittikçe daha vahşi, daha beceriksiz, daha yolunu kaybetmiş gözüküyor. Kendi tabanının inancını yitiriyor. Eğer aynı akılsızlığı devlet yaparsa, devletin de sonu bugünkü PKK gibi olur. Her şeyi eline yüzüne bulaştırır, ülkeyi de cehenneme çevirir. Kürt meselesi, “kim daha akılsız” yarışmasıyla çözülecek bir mesele değil. PKK’yı sıkıştırmak, kışlık hazırlıklarını engellemek, kamplarını bombalamak başka bir şey “bütün örgütü yok edeceğim” diye yola çıkmak bambaşka bir şey. PKK’yı yok edemezsiniz. Bunun için uğraşırsanız büyük bir “desperado ordusu” yaratırsınız, ideolojiden, idealden, akıldan, amaçtan iyice koparlar ve sadece “intikam” için dövüşen nefret dolu bir örgüt haline gelirler. Böyle bir örgüte yetecek kadar nefret var Kürt gençleri arasında, onlar sadece Türklerden değil, Kürtlerin büyük bölümünden de nefret ediyorlar. PKK’nın yok olması değil tam aksine “var olması” ve “saygı görme” isteğini kaybetmemesi gerekir, PKK’yı akıl yoluna çekebilecek tek ölçü onların “saygıdeğer” olma isteğidir. Kürtlerle Türklerin anlaşabilmesi için Kürtlerin “gururlu” durmasını sağlayacak, “beni kızdırırsanız size gösteririm” diyebilmesine olanak verecek, kendisini “ezilmiş” hissetmemesine yardımcı olacak bir silahlı örgüte ihtiyaçları var. O silahlı örgüt orada durduğu sürece siyasete daha rahat girecek, daha rahat hakkını talep edecek, daha rahat konuşacak ve hakkını aldığında da daha rahat barışacaktır. Bugünkü şartlarda biraz ters bir mantık gibi gözüküyor ama barış için PKK’nın varlığı şarttır, PKK’yı yok ederseniz Kürtleri yenmiş olursunuz ama Kürtlerle asla barışamazsınız ve çözüm Kürtleri yenmek değil, Kürtlerle barışmaktır. PKK’yı yok etmeyi amaçlayan askerî hazırlıkları hızlandırarak, KCK operasyonlarını arttırarak bir “ezme” girişimine sapmak yapılabilecek en büyük hata olur. Ciddi bir devlet gibi karakollarınızı iyi korur, kentlerinizin asayişini sağlar, PKK yönetimini hayal âleminden çıkartırsanız zaten PKK gerçekleri görmek zorunda kalır, varlığını ve onurunu koruyabilmek için kendine çekidüzen verir, PKK içinde daha şimdiden gerçekleri gören çok sayıda insan bulunması ihtimalini de yabana atmamak gerekir. Amaç PKK’yı yenmek, ezmek, onurunu kırmak değildir, amaç barıştır, Kürtlerin haklarını alabilmesi, bu ülkede yaşayan herkesin kendini eşit, özgür, mutlu hissedebilmesidir. Savaşsız bir çözüm var. Budalalıktan vazgeçmek herkese o çözümü gösterir zaten. |