20 Aralık 2010 Pazartesi

Asker Türkiye / Adrienne Woltersdorf

Gelin, Türkiye’nin imajı hakkında bir anket yapalım:
a) Türkiye dişine tırnağına kadar silahlanmış askerî bir güçtür.
b) Türkiye yükselmekte olan bir hizmet toplumudur.

Sorular kulağa garip geliyor, değil mi?
Ama böyle bir anketle, Çin’de Türkiye imajının oluşturulmasına katkıda bulunabilirdiniz.
Şu anda bu yönde adımlar size sorulmadan atılıyor.

Geçenlerde Çin’de İngilizce yayımlanan, devlet denetimindeki büyük günlük gazete China Daily’yi karıştırırken, 2010’da dünyada yapılan “en büyük 10 askerî manevra”nın listesine rastladım.
Gazete bunlara “savaş oyunu” diyor.
Çin ile Türkiye’nin 8 kasımdaki ortak askerî manevrası listenin altıncı sırasında.

İddiaya göre, manevra iki ülke arasında karşılıklı anlayışın geliştirilmesini ve iki ordu arasındaki iletişimin iyileştirilmesini hedefliyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Çin’e terörle mücadelede destek sözü vermesi de cabası.

Ankara ile Pekin’in yeni ilişkisinde, “yumuşak güç”ten çok, askerî işbirliği ön plana çıkıyor.
Tarihî anlamda bu şaşırtıcı olmayabilir.
Tarihin karanlık dönemlerinde Çin ve Türk kavimlerinin yüzyıllarca birbiriyle savaştığını bilmeyen yok.
Çin’deki kolektif hafıza, “Çin topraklarına dalan, muhteşem savaş yeteneğine sahip ama uygarlıktan pek nasibini almamış” o komşuları barbar olarak görüyor.

Oysa çağdaş Türkiye, Çin’in daha çok uzak olduğu demokratik kazanımlara uzunca bir süredir sahip.
Bu nedenle olsa gerek, Türkiye toplumu, Çin’deki sivil toplum için ilginç bir model.
Gerçi Türkiye’de hâlâ azınlıklar üzerinde baskı var ve iç savaş devam ediyor ama toplum, iktidara aç bir orduyu hukuk devleti denetimi altına alma yolunda ilerliyor.

Totaliter bir rejimden çoğulcu demokrasiye nasıl geçilebileceğini Anadolu gösteriyor.
Fakat Çin hükümeti buna ilgi göstermiyor.
Tam da bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, hükümetlerinin 21. yüzyılın yeni süper gücü ile ilişkisine büyük dikkat göstermesi şart.
Çünkü artık Çin çok uzaklarda, esrarengiz tapınaklarla dolu bir ülke değil.
Eskiden kullanılan, “Çin’de bir pirinç çuvalı devrilse, kimi ilgilendirir” sözü tarih oldu.
Çin kapımıza dayandı.
Artık Çin Avrupa’da, Yunanistan’da, Pire Limanı’nın antrepolarında.
Yakında da büyük altyapı projeleriyle Türkiye’ye gelecek.

Ticaret iyi bir şey ve iç içe geçen ilişkiler yeni perspektifler ve istikrar sağlıyor.
Ama bir soru da giderek önem kazanıyor:

Çin nedir?
İkinci soru:
Burada, Avrupa’da, bir yandan cüzdanını sallayan Çin’le ilişkiye geçerken, diğer yandan ruhumuzu satmamak için ne yapmalıyız?
Çekirdek Avrupa buna yanıt arıyor.
Londra, Paris ve Berlin’de avro zayıfken, Çin’in duyduğu yatırım açlığı endişe yaratıyor.
Avrupa’nın çevre bölgelerinde, Polonya, Bulgaristan ve Yunanistan’da ise, Pekin’in yeni uyanan ilgisi selamlanıyor ve bu darlık günlerinde kendilerine yardım eden zengin kurtarıcıya teşekkür ediliyor.

Ya Türkiye hükümeti?
Boğaz sahillerinde mali krizden eser yok.
Buna rağmen, bütün bu saydığımız Avrupa ülkeleri arasında Pekin’e en büyük iç politik iyiliği yapıp, karşılığında olabilecek en asgari ekonomik faydayı elde eden Ankara.

Ankara, hassas bir konu olan Uygur sorununda tamamen Pekin’in yanında yer aldı.
Bunun karşılığında da Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Kaşgar’daki tarihî İdka Camii’ni gezmesine ve Urumçi’de medyatik bir namaz kılmasına izin verildi.
Tabii Ankara, Başbakan Erdoğan’ın, 2009 yazında yaptığı ve Çin güvenlik kuvvetlerinin protestocu Uygurlara müdahalesini “soykırım”a benzettiği açıklamasının, Pekin ile “ticarete zarar verdiği”ni de kabullenmek zorunda kaldı.

Ama zaten demir yumrukla yönetilen ekonomik mucize ülkesi Çin’le ilişkilerin güç tarafı da bu.
Çin hükümeti gelecekte de dış dünyadan gelen ve hoşuna gitmeyen eleştirileri ekonomik araçlarla cezalandıracak.
Peki, biz, sadece baskıyla işleyen bir pazarın unsurları mı, yoksa siyasetçiler yeni gelir kaynakları ararken, kararlara katılan vatandaşlar olmak mı istiyoruz?
Herkesin kendi adına yanıtlaması gereken soru bu.