Soğuk savaş döneminde, büyük bölümü karanlıkta kalan ve asla
aydınlığa çıkmayacakmış gibi görünen bloklararası kıvılcımlanma
hadiseleri vardı; meselâ 1960 Mayısı'nda Sovyet topraklarında Mig
jetlerince düşürülen U2 adlı ABD casus uçağının gümbürtüsü böyle bir
hadise idi.
Böyle skandallar günlerce basından saklanır, örtbas edilir ve
gizli kapılar ardında pazarlıklara konu teşkil ederdi. Ne var ki,
Uludere faciasından sonra gerek hükümetin, gerek cihet-i askeriyenin
takındığı tutumu anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Beş ay önce olup
bitti her şey; tam beş aydan beri, sanki bütün mesele istihbaratın
kimden alındığından ibaretmiş gibi kaynak konusunu tartışıyor, kaynağın
menşei üzerinden siyaset yürütüyoruz.
Uludere'de olup bitenler, yavaş yavaş tam da en görünür yerde,
adeta ortalıkta bırakıldığı için kimsenin fark etmediği bir mahiyete
bürünmeye başladı. Çok görünen şeyler, zamanla sıradanlaştığı için
görünmezleşebilir. Ekseninden kaymış bir tartışmayı iştahla sürdürmek,
ayıplanması gereken daha büyük bir ihmâli veya cürmü kapatabilir.
Uludere konusunda bu ihtimalden endişe ediyorum doğrusu.
WSJ Gazetesi'nin konuyla ilgili haberi böyle bir nitelik taşıyor;
temel iddia, söz konusu istihbaratın ABD kontrolündeki Predatorlar'dan
verildiği yönünde. Genelkurmay ve Hükümet bu iddiayı sistematik olarak
yalanlıyor ve istihbaratın ısrarla "milli" bir kaynaktan alındığını
-sanki güzel bir bahaneymiş gibi- ileri sürüyorlar. Türkiye çapında bir
felâkete sebep olan bu mel'un istihbaratın hangi kaynaktan geldiği artık
tâli derecede önemli. Kamuoyunun ısrarla merak ettiği şey -yanlış veya
doğru, ecnebî veya yüzde yüz yerli ve millî bir kaynaktan gelen- haberin
kimler tarafından, nasıl (hatta niçin) yanlış değerlendirildiği, kimler
tarafından eylem kararına dönüştürüldüğüdür.
O sorumluları Türkiye 5 aydır bekliyor neredeyse. 5 ay uzun süre.
Dağlardan bomba, ceset parçaları toplayıp adli tıbba göndermeye filan
gerek yok. Bütün verilerin elektronik cihazlarda ve devlet kayıtlarında
mevcut bulunduğunu artık anaokulu öğrencileri bile biliyor. Sizi
yanıltan her kim ise (yerli, yabancı, ikinci el, yan sanayi ürünü
vesaire farketmez!) şimdiye kadar çoktan yakasına yapışıp yargı
karşısına çıkartmak, bîgünâh sivillerin hesabını sormak gerekirdi.
Uludere'nin sıradan bir iş kazası olmadığını artık kreş gençliği
bile seziyor; bu fitne, Türklerle Kürtlerin arasına benzin döküp
tutuşturma denemesiydi. Failleri, mes'ulleri aranıp da bulunması gereken
esrarengiz kişiler değildir. Yerli veya yabancı, orjinal veya tapon,
kaynağı ne olursa olsun bir istihbaratın eylem kararına dönüşmesi
sürecinde hangi resmi aktörlerin görevli olduğu kağıt üzerinde teorik
olarak belli. Bir saatte şıkır şıkır aydınlatılabilecek bir mesele niçin
5 aydan beri kulak üzre yatırılır?
Bu "Milli kaynak" icadını kim yaptıysa doğrusu bu orjinal hedef
saptırma taktiğinden dolayı tebrik etmek gerekecek; "Doğru olsun da
isterse hasm-ı bî amânımızdan gelsin" demek daha doğru değil midir? WSJ
gazetesinin Obama yönetimine dirsek çakmak için ortalığı karıştırdığı
tezi ile bizim bigünâh Kürt kaçakçılarının ne alâkası var. Kaldı ki
vaktiyle "Anında istihbarat paylaşımı" filan gibi bir mutabakatımız da
vardı ABD ile aramızda; o zaman "Milli-gayrımilli, tu-kaka kaynak" gibi
bir tasnifimiz yoktu. Bu süslü püslü sözlerle, zihin karıştırıcı
saptırmalarla kimi kandırmaya çalışıyorlar?
Kemal Kılıçdaroğlu, aynı soruları farklı cümlelerle dile
getirirken buz gibi haklıydı. İstihbarat nerden gelmiş olursa olsun,
eylem kararını kim verip uygularsa uygulasın, işin siyasi sorumluluğu
hükümetin sırtında.
Şu kör-topal mevcut anayasamızın bile vatandaşa bahşettiği bir
bilgi edinme hakkı diye bir kavram var; dört başı ma'mur açıklama ve
bilgilendirilmek hakkımı kullanmak isterim şahsen. Siyasî sorumlusuna
soruyorum: Kimdi bu adamlar; niçin ve nasıl böyle büyük bir hatayı
yaptılar ve birkaç gün sonra yeni bir faciaya sebep olmayacaklarını kim
bilebilir?