Üç
darbenin de Soğuk savaş döneminde olması tesadüf değildi. Bu nedenle
askerler 28 Şubat'ı ciddi bir kılıç şakırdatma operasyonuyla yapabildi.
Çevik
Bir’i ilk kez 1992’de yayınladığım ilk kitabım ‘Ateş Hattında Aktif
Politika’nın yazım aşamalarında, bazı sorular için Genelkurmay’a
başvurduğumda tanıdım.
Askeri ve stratejik konularda verdiği bilgi ve görüşlerden çok faydalandım. Yeni kuşak, eğitimli, dünyaya açık subaylardan olduğu izlenimi veriyordu. Konu Türk ordusunun dönüşümü ve demokrasi konularına gelince, sohbetlerin renginin değişmeye başladığını hatırlıyorum; albay rütbesindeyken 12 Eylül 1980 darbesinin lideri Kenan Evren’in Çankaya’da başyaverliğini yapmış olan Bir, 12 Eylül’ün hem meşru, hem de yasal olduğunu düşünüyordu. Çevik Bir ile Somali’deki uluslar arası görev gücü komutanlığı yaptığı sırada, sonra Genelkurmay harekât başkanı iken ve nihayet ikinci başkanı iken de gazeteci olarak görüştüm.
Her görüşmemde nezaket dışında bir tavır görmediğim. Bir’in 12 Mart 1971 darbesi günlerinde (şimdi insan hakları savunucusu) Yavuz Önen’i –Emniyet’ten çıkarılıp Güvercinlik’teki askeri tesise götürerek- işkenceyle sorgulayan ekibin başı olduğunu sonradan öğrenecektim.
Çevik Bir dün sabaha karşı uzun bir sorgu ardından tutuklandı. Birkaç saat sonra da Yargıtay, Mehmet Ağar hakkındaki beş yıl hapis cezasını onayladı. Ağar 1990’ların ilk yarısında adı ağza alınırken korkulan bir polis şefi, 1990’ların ikinci yarısında, Türkiye’nin adalet ve güvenliğe en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde önce Adalet, sonra İçişleri Bakanı olarak hükümetlerde yer aldı. İkibinli yılların başında ise onu DYP’nin başında gördük. Dün dahi ‘Hata varsa hizmet kusurudur, ne yaptıysam devletin kararıyla yaptım’ mealinde duruşunu sürdürüyordu.
Ağar, 1996’da Necmettin Erbakan hükümetinden, Erbakan’ın Libya seyahati nedeniyle İçişleri Bakanı olarak istifa eden ilk isimdi. Aynı yıl içinde Susurluk’ta, bagajında silahlar bulunan bir Mercedes içinde DYP’nin Kürt kökenli bir siyasetçisi, İstanbul’dan bir polis şefi, polis tarafından aranan ülkücü bir eylemci ve onun sevgilisinin kaza geçirmesi hükümet aleyhinde müthiş bir kampanyayı başlattı.
Önce sivil toplum tarafından başlatılan kampanya kısa sürede askerlerce ele geçirildi.
Çevik Bir o sürecin mızrak ucu ve neredeyse sembolüydü. Yaşına göre dinç ve yakışıklı, ağzından Atatürk’ün adını düşürmeyen bu komutan, duruşu, oturuşuyla Erbakan’ın temsil ettiği her şeyin adeta anti-tezi olarak görülüyordu. Askerlerin tam saha baskı oyunuyla kısa sürede ‘Hükümetin bir an önce gitmesinde hayır var’ cephesi yargıdan sendikalara, iş dünyasından medyaya kadar hemen her alanda genişlemeye başladı.
Erbakan’ın en zor günü herhalde sürece adını veren 28 Şubat 1997 günkü MGK toplantısı oldu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Başkanlığındaki o toplantı, kısa sürede beş dört yıldızlı askerin ülkenin başbakanını kum torbasına çevirdiği bir boks ringine dönüştü. Erbakan 9 saat süren toplantıdan, aslında askerlere göre kendi oy tabanı demek olan ‘irtica eylem planı’ ile çıktı.
Aynı durumda Tayyip Erdoğan olsaydı ne yapardı? Hocası Erbakan gibi sessizce ter dökerek askerlerin eline tutuşturduğu bir planın altına imza atar mıydı?
Bu soruya çoğu kişi ‘hayır’ diyecektir. Ancak Erdoğan’ın 28 Nisan 2007’de Genelkurmay’ın bir gün önceki siyasete müdahalesini elinin tersiyle reddetmesini 1997’de Erbakan ile karşılaştırmak iyi bir örek olmayabilir.
O zaman ne Erbakan, ne Demirel, ne de askerler, Türkiye’de darbelerin zamanının geçtiğini, ‘zamanın ruhunun’ ki ‘zeitgeist’ deniyor, artık darbelere müsaade etmeyeceğinin tamamıyla ayrımında değildi.
Her üç tam teşekküllü darbenin Soğuk savaş döneminde olması bir tesadüf değildi. Soğuk savaşta Türkiye’nin batılı müttefikleri askerden alacakları desteğe bakıyorlardı; siyaset de tıpkı ekonomi gibi zayıf ve önemsizdi.
Bu nedenle askerler ciddi bir kılıç şakırdatma operasyonuyla, yani ciddi bir psikolojik savaş hamlesiyle bu post-modern darbeyi yapabildi. Erbakan istifasını verdiğinde, taraftarları onu hafiften terk etmeye ve onlara zaferi kavga değil oy yoluyla vadeden bir başkasına meyletmeye başlamıştı bile. Tayyip Erdoğan’ın devri böyle başladı.
Askeri ve stratejik konularda verdiği bilgi ve görüşlerden çok faydalandım. Yeni kuşak, eğitimli, dünyaya açık subaylardan olduğu izlenimi veriyordu. Konu Türk ordusunun dönüşümü ve demokrasi konularına gelince, sohbetlerin renginin değişmeye başladığını hatırlıyorum; albay rütbesindeyken 12 Eylül 1980 darbesinin lideri Kenan Evren’in Çankaya’da başyaverliğini yapmış olan Bir, 12 Eylül’ün hem meşru, hem de yasal olduğunu düşünüyordu. Çevik Bir ile Somali’deki uluslar arası görev gücü komutanlığı yaptığı sırada, sonra Genelkurmay harekât başkanı iken ve nihayet ikinci başkanı iken de gazeteci olarak görüştüm.
Her görüşmemde nezaket dışında bir tavır görmediğim. Bir’in 12 Mart 1971 darbesi günlerinde (şimdi insan hakları savunucusu) Yavuz Önen’i –Emniyet’ten çıkarılıp Güvercinlik’teki askeri tesise götürerek- işkenceyle sorgulayan ekibin başı olduğunu sonradan öğrenecektim.
Çevik Bir dün sabaha karşı uzun bir sorgu ardından tutuklandı. Birkaç saat sonra da Yargıtay, Mehmet Ağar hakkındaki beş yıl hapis cezasını onayladı. Ağar 1990’ların ilk yarısında adı ağza alınırken korkulan bir polis şefi, 1990’ların ikinci yarısında, Türkiye’nin adalet ve güvenliğe en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde önce Adalet, sonra İçişleri Bakanı olarak hükümetlerde yer aldı. İkibinli yılların başında ise onu DYP’nin başında gördük. Dün dahi ‘Hata varsa hizmet kusurudur, ne yaptıysam devletin kararıyla yaptım’ mealinde duruşunu sürdürüyordu.
Ağar, 1996’da Necmettin Erbakan hükümetinden, Erbakan’ın Libya seyahati nedeniyle İçişleri Bakanı olarak istifa eden ilk isimdi. Aynı yıl içinde Susurluk’ta, bagajında silahlar bulunan bir Mercedes içinde DYP’nin Kürt kökenli bir siyasetçisi, İstanbul’dan bir polis şefi, polis tarafından aranan ülkücü bir eylemci ve onun sevgilisinin kaza geçirmesi hükümet aleyhinde müthiş bir kampanyayı başlattı.
Önce sivil toplum tarafından başlatılan kampanya kısa sürede askerlerce ele geçirildi.
Çevik Bir o sürecin mızrak ucu ve neredeyse sembolüydü. Yaşına göre dinç ve yakışıklı, ağzından Atatürk’ün adını düşürmeyen bu komutan, duruşu, oturuşuyla Erbakan’ın temsil ettiği her şeyin adeta anti-tezi olarak görülüyordu. Askerlerin tam saha baskı oyunuyla kısa sürede ‘Hükümetin bir an önce gitmesinde hayır var’ cephesi yargıdan sendikalara, iş dünyasından medyaya kadar hemen her alanda genişlemeye başladı.
Erbakan’ın en zor günü herhalde sürece adını veren 28 Şubat 1997 günkü MGK toplantısı oldu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Başkanlığındaki o toplantı, kısa sürede beş dört yıldızlı askerin ülkenin başbakanını kum torbasına çevirdiği bir boks ringine dönüştü. Erbakan 9 saat süren toplantıdan, aslında askerlere göre kendi oy tabanı demek olan ‘irtica eylem planı’ ile çıktı.
Aynı durumda Tayyip Erdoğan olsaydı ne yapardı? Hocası Erbakan gibi sessizce ter dökerek askerlerin eline tutuşturduğu bir planın altına imza atar mıydı?
Bu soruya çoğu kişi ‘hayır’ diyecektir. Ancak Erdoğan’ın 28 Nisan 2007’de Genelkurmay’ın bir gün önceki siyasete müdahalesini elinin tersiyle reddetmesini 1997’de Erbakan ile karşılaştırmak iyi bir örek olmayabilir.
O zaman ne Erbakan, ne Demirel, ne de askerler, Türkiye’de darbelerin zamanının geçtiğini, ‘zamanın ruhunun’ ki ‘zeitgeist’ deniyor, artık darbelere müsaade etmeyeceğinin tamamıyla ayrımında değildi.
Her üç tam teşekküllü darbenin Soğuk savaş döneminde olması bir tesadüf değildi. Soğuk savaşta Türkiye’nin batılı müttefikleri askerden alacakları desteğe bakıyorlardı; siyaset de tıpkı ekonomi gibi zayıf ve önemsizdi.
Bu nedenle askerler ciddi bir kılıç şakırdatma operasyonuyla, yani ciddi bir psikolojik savaş hamlesiyle bu post-modern darbeyi yapabildi. Erbakan istifasını verdiğinde, taraftarları onu hafiften terk etmeye ve onlara zaferi kavga değil oy yoluyla vadeden bir başkasına meyletmeye başlamıştı bile. Tayyip Erdoğan’ın devri böyle başladı.