Sevda Salihoğlu Dursun, sevdadur@hotmail.com
Henüz 20’li yaşlarının başında “Armagedon” isimli kitabıyla gündeme geldi Aydoğan Vatandaş. 28 Şubat sürecinde bu kitabından dolayı 30 yılla yargılandı. O dönemlerde haftalık Aksiyon Dergisi’nde güvenlik, terör ve istihbarat konularında dosyalar hazırlardı. Daha 1996 senesinde Ergenekon’un adını ilk onun ağzından duymuştuk. Ergenekon tartışmalarında gündemde olması gerekirken, Amerika’da olmasından dolayı adını çok fazla duyamadık. Halen Cihan Haber Ajansı ve Today’s Zaman için haber ve yorum yazıları yapıyor, orada olmasına rağmen ses getiren kitaplar yazmaya devam ediyor. Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaretini fırsat bilerek, kendisiyle bu ilginç sohbeti gerçekleştirdik. 28 Şubat’ı o dönemde yargılanmış bir gazeteci olarak kendisinden dinledik.
28 Şubat sürecinde üstelik henüz 20’li yaşların başındayken Armagedon-Türkiye İsrail Gizli Savaşı adlı muhafazakar kesimlerin başucu kitabı olarak görülen kitabınızdan ötürü 6 ayrı davada yargılandınız. O günleri kendi gözünden anlatabilir misiniz?
O dönemde Aksiyon Dergisi’nde çalışan genç bir muhabirdim. Sıklıkla güvenlik, terör ve istihbarat konularıyla ilgili dosyalar hazırlardım. Deniz Harp Okulu’ndan ayrılalı da 1-2 yıl olmuştu. O nedenle olayları jeopolitik eksende okuma eğilimliydim. Harp Akademileri yayınlarını da yakından takip edebilme şansım vardı. Askerlerin kafalarının nasıl çalıştığını çok rahat anlayabiliyordum. Soğuk savaş sonrasında dünyada NATO merkezli yeni bir tehdit değerlendirmesi yapılmış ve bu tehdit değerlendirmesine göre yeni düşman “Fundamentalist İslam” olarak belirlenmişti. Türkiye de bir NATO üyesi ülkesi olarak pozisyon almıştı.
Nasıl bir pozisyon?
Askerlerin o dönemde aldığı pozisyon bu tehdit değerlendirmesine paralel olarak gelişen bir refleksti aslında. Refah Partisi’nin yükselişi ve iktidarın büyük ortağı olarak belirmesi ve de Anti- Amerikan, Anti-Batıcı ve Anti-İsrailci retoriğe sahip olması, anti-İslami ve seküler bir retoriğe sahip olan askerlerin elini güçlendirdi. Demokrasileri destekleme eğiliminde olan ABD ve Batı ülkeleri, o dönemde askerlerin yanında pozisyon aldı. 28 Şubat bu yüzden başarılı oldu. Diğer taraftan, emniyet teşkilatı ve sivil toplum örgütleri, böyle bir post-modern darbe girişimine karşı tutum alacak kadar güçlü değillerdi. Medyanın her zaman “güçle” doğrudan ilişkisi olmuştur ve o dönemde “güç” askeri bürokrasiydi ve merkez medya büyük oranda “askerin” güdümündeydi.
Peki, o dönemde TSK’nın komuta kademesinin tümü aynı tarafta mıydı?
Aslında laikliği algılama konusunda o rütbelere erişmiş olan askerlerin çoğu aynı görüştedir. Ancak sorunuz anlamlıdır, zira o dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun 28 Şubat’a karşı olduğu gibi bir algı vardı. Şunu söyleyebiliriz; Çevik Bir NATO konseptine ve ABD çıkarlarına daha uygun bir görüntü verirken, Hüseyin Kıvrıkoğlu daha ulusalcı-3. dünyacı bir görüntü veriyordu. Genelkurmay Başkanlığı’na geldikten sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ziyarette bulunmuştu. Yalçın Küçük o zamanlar bana “Hüseyin Paşa 28 Şubatı bitirdi.” Demişti. Kıvrıkoğlu bir süre sonra “28 Şubat bin yıl sürecek” ifadesini kullanmıştı. Anladığım kadarıyla genel konseptin dışında gözükmek istemiyordu. Karargâha geldikten sonra Çevik Bir’e yakın isimleri de emekliye sevk etti.
Neydi aralarındaki mücadele?
Şöyle. O dönemde Çevik Bir’i Genelkurmay Başkanı yapmak için bir lobi yürütülüyordu. Hatta enteresan bir şey oldu. Hüseyin Kıvrıkoğlu KKK iken Kıbrıs’ta bir tatbikata katılmıştı. Özel Kuvvetler Komutanlığının bir tatbikatı idi. Seken bir kurşun omzunun yanından geçti ve hemen arkasındaki Albay’ı vurdu. Seken kurşun Kıvrıkoğlu’na isabet etseydi, Çevik Bir Genelkurmay Başkanı olurdu. Çevik Bir ve Kıvrıkoğlu 1.Ordu Komutanlığı devir teslim töreninden sonra bir daha hiç aynı kareye girmediler. Veli Küçük ekibi Kıvrıkoğlu’na ne kadar yakınsa, Çevik Bir’e o kadar uzaktır. Aynı ayrışma Kıvrıkoğlu ile Hilmi Özkök Paşa arasında da yaşandı.

Tüm davaların arkasında o vardı
Çevik Bir o dönemde sizinle şahsi olarak da uğraştı mı?
Kitabımdan oldukça rahatsız olduğunu biliyorum. Tüm davaların arkasında o vardı. İlgili savcılıklara yazılan tüm yazılarda onun imzası vardı. 1. Ordu’nun başına geçmesinden kısa bir süre sonra da, sivil mahkemelerde yargılanıyor olmama rağmen, Kuzey Deniz Saha Askeri mahkemesi hakkımda tutuklama kararı çıkarttı. Çok net hatırlıyorum, Askeri savcıya ifade vermeye gittiğimde “şeriat propagandası yapmışsınız kitabınızda” dedi. Kitabımı okumamıştı bile. Daha sonra o savcı Erol Evcil ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle Ordu’dan atıldı. Mahkeme Başkanı olan Yüzbaşı da rüşvet almaktan tutuklandı. Bense bir süre sonra beraat ettim. Askeri cezaevinde 1 gün kaldım.
Diğer davalar ne oldu?
Hepsinden beraat ettim. DGM’de devletin gizli belgelerini ifşa etmekten ötürü yargılanıyordum. Çok iyi bir savunma yaptım. 2. Celsede beraat ettim. Askeri savcı ben dışarı çıkarken, “odama gel, Albay Watson ile ilgili de elimde belgeler var” demişti. Çekiç Güç’te çalışan bir albaydı. Ben de Çekiç Güç’le ilgili bazı askeri belgeleri yayınlamıştım kitabımda. Ağır ceza mahkemesinde yargılanırken de, Mahkeme Başkanı, “çok güzel bir kitap yazmışsın, tebrik ederim” demişti. Bunu da unutamam. 28 Şubat baskıcılığı aslında toplumun her katmanında rahatsızlığa neden olmuştu. Ancak Çevik Bir’in açtığı şahsi tazminat davasını kaybetmiştim. Az sayılmayacak bir meblağı tazminat olarak ödedik TİMAŞ yayınlarıyla. Helal olsun.
Çevik Bir’le hiç karşılaştınız mı bu zaman içerisinde?
2007 yılının son ayında, New York’ta Brynt Park’ta tesadüfen karşılaştık. Beni yakınında görünce çok şaşırdı. Birkaç dakika öylece bakakaldı. Sanırım kendisini orada da takip ettiğimi düşünmüştü. Oysa tamamen tesadüftü. Birkaç gün sonra Manhattan’daki Türk Kültür Merkezi’ne ziyarette bulunmuş. Benim sizinle bir sorunum yok mesajı vermiş.
Şimdi olsa öyle bir kitap yazar mıydınız?
Doğrusunu söylemek gerekirse, ben o kitapta jeopolitik bir okuma yapmıştım. Çok sayıda askeri kaynak da kullanmıştım kitabımda. Kürt meselesinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği noktayı analiz etmeye çalışmıştım. Kuşkusuz bazı isimlerle ilgili de alıntılar yapmıştım. Çevik Bir bunların başında geliyordu. Şimdi olsam aynı ifadeleri kullanmazdım herhalde. O da sanırım kendi muhasebesini yapmıştır ve pişman olmuştur. Aslında daha büyük senaristler ve oyuncular tarafından kullanıldığını zaman içerisinde fark etti. Ama eğer işlenen suçlar varsa, çekilen cezalar insanın vicdanının rahatlaması için bir imkandır aynı zamanda.
Sizce Çevik Bir 28 Şubat sürecinin mimarı mıydı?
Asla değil. Bir darbede senarist, oyuncu, figüranlar, kullanılacak argümanlar ve hedef kitle vardır. Çevik Bir burada sadece bir oyuncudur. Ama tek başına bir oyuncu değildir. O zamanlar Genelkurmay Başkanı Hakkı Karadayı’ydı. Çevik Bir inisiyatif kullanabilen bir generaldi ama Hakkı Karadayı da elbette bu işin içindeydi. 28 Şubat’ın en önemli habercisi, Refah Partisi’nin iktidara gelmesinden hemen sonra tüm Orgeneral ve Amirallerin Gölcük’te yaptığı bir değerlendirme toplantısıydı. 28 Şubat sürecinde elbette tüm komuta kademesi vardır. Hiyerarşik düzen içinde hareket ettiler. Savcıların da deliller üzerinden gitmeleri doğal. Kimin imzası varsa onları alıyorlar.
28 Şubat davasına müdahil olmayı düşünüyor musunuz?
Hayır. İlahi adalet bir şekilde tecelli ediyor zaten. Ben 28 Şubat’a Armagedon kitabımla müdahil oldum. Kader hükmünü çoktan verdi zaten.
Barnabas incili hala kayıp
Takvim gazetesi yazarı Emin Pazarcı sizin Muhsin Yazıcıoğlu ile Barnabas İncili’nin sinema filmi yapılması için bir toplantı yaptığınızı yazdı. Nedir bu konu?
Doğrudur. Ben Barnabas İncili’nin bulunuş hikayesini önce sinema senaryosu, sonra roman(Kayıp Kitap-Barnabas’ın Sırrı-Timaş Yayınları) sonra da araştırma-inceleme, (Apokrifal-Timaş Yayınları) kitabı olarak yazdım. Apokrifal çıktıktan 4 ay sonra 2008 yılı Aralık ayında Muhsin Bey’e yakınlığı ile bilinen Yakup Demirkale benimle bu konuyla ilgili görüşmek istedi. Şimdi BBP Başkan Yardımcısı. Amerika’dan atladım geldim. Önce Beşiktaş’ta Dedeman Otel’de görüştük. Bir kaç gün sonra Ankara’ya geçtim.
Muhsin Beyle görüştünüz mü?
Evet, 40 dakika kadar kendisine bu konuyu anlattım. Muhsin Bey bana bu konuda ne yapabiliriz diye sordu. Ben de kendilerinin milletvekili olduğunu, bu konuyu meclis gündemine getirebileceklerini söyledim. Ama daha çok belgesel ya da sinema fikri üzerinde durdu. Daha sonra bana sinema konusunda karar kıldığı söylendi. Hala tüm yazışmalar duruyor bende. Ama helikopteri bu yüzden düştü iddiasında bulunamam.
Emin Pazarcı, bu konuyla ilgili soruşturmayı yürüten Malatya’daki Özel Yetkili Savcılığa ifade verdiğinizi de yazdı.
Savcıya, Muhsin Yazıcıoğlu ile yaptığımız bu görüşmeyi doğruladım. Hakkari’de 1984’de Jandarma’nın eline geçen, ardından da Özel Harp Dairesi’nin eline geçtiği Aramice uzmanı Hamza Hocagil ve araştırmacı Müfit Yüksel tarafından ifade edilen İncil’in akıbeti gerçekten merak konusu. O sırada İncil’le birlikte bulunan Madalyon’un Paris’te bir müzayedede satıldığı söyleniyor.
İncil’e ne oldu peki?
Bu İncil’in başına ne geldiğini bilmiyoruz. Türkiye’nin bu konuda konuşmaması bir devlet politikası mıdır, bazı anlaşmalarla mı sağlanmıştır bilmiyorum. Ancak Dr. Hamza Hocagil bu kitabı yıllar önce Özel Harp Dairesi’nde tercüme ettiğini açıkça ifade ediyor. Müfit Yüksel Bey de bu İncil’in izini yıllarca sürmüş ve o da aynı yeri işaret ediyor. Muhsin Yazıcıoğlu da aynı kanaatte olduğunu ve hatta bunu bildiğini net bir şekilde Ramazan Akgün ve Ahmet Yenilmez’e söylemiş. Kitabımı da masanın üzerine koyarak sinema olmasını istediğini ifade etmiş.
Helikopterin düşmesi bir kaza olamaz mı?
Sanmıyorum. Çok organize bir faaliyet bu.
Bilindiği gibi, Genelkurmay Başkanlığı ile Devlet Denetleme Kurulu arasında yapılan yazışma ve görüşmelerde Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü 15:03:02-15:07:40 zaman aralığında tüm doğu bölgesindeki radarlarda gerçekleştiği ileri sürülen arızadan hiç söz edilmedi. Uçakların helikopterlere yakın mesafeden geçmeleri durumunda, helikopterleri nasıl düşürebildikleri sır değil.
Durum böyleyken, Genelkurmay Başkanlığı Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü esnada helikoptere yakın mesafede TSK’ne ait herhangi bir hava trafiğinin olmadığını iddia etti ve bu kısa sürede yalanlandı.
Şüphe çeken başka durumlar var mı?
Malatya Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilen 27.05.2011 tarihli yazıda saat 14.59.47’de olay mahallinde 28.5 km uzaklıktan iki F16 ve F4 uçağının geçtiği kabul edildi. Bunun da aslında 7 km olduğu ortaya çıktı. Helikopterde yer alan GPS cihazlarının askeri kişilerce çalınması, çalan kişilerin, “hatıra olarak” aldıklarını pervasız bir şekilde ifade etmiş olmaları, helikopterde bulunanların cesetlerinde yapılan 1. Otopside CO2’ye rastlan-ma-ması ancak 2. Otopside CO2 tespit edilmesi ve buna yakından geçen uçakların neden olabileceği şüphesi mevcut.
Helikopterin düşürülme sebebi ne veya neler olabilir?
3 senaryo konuşuluyor. Bence 3 senaryo da bizi aynı yere götürüyor. Uçakların helikopteri savurma marifetiyle düşürdükleri net bir şekilde ortaya konursa, gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Türkiye uçurumun kenarından döndü
Fethullah Gülen Hoca efendi’nin 28 Şubat döneminde Hükümetin gitmesi yönünde bir açıklaması olmuştu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalçın Doğan’ın programına çıkmıştı. Dün gibi hatırlıyorum. Hoca efendi o dönemde 28 Şubat’ın sıcak bir darbe ortamına dönüşme ihtimalinden ötürü ciddi bir kaygı içindeydi. Hükümeti de olası bir darbe ihtimalinden ötürü daha dikkatli davranmaya davet ediyordu. Hoca efendi yıllar sonra bu konuda üzüntüsünü kamuoyuyla paylaştı, ancak uyarılarının pek dikkate alınmadığını biliyorum. Türkiye uçurumun kenarından döndü. Sıcak bir darbe ihtimali, yıllar sonra ortaya çıkan belgelerden daha iyi anlaşılıyor.
Hoca efendi’nin AK Parti Hükümeti ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hoca efendi Türkiye’nin çıkarına olabilecek her şeyin yanındadır. Partiler üstüdür. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın manifestosu bunu net bir şekilde özetliyor aslında. Türkiye’yi geleceğe taşıyacak, dinamik, sivil toplumun önünü açacak, demokrasinin daha da güçlü kılındığı politikaların her zaman yanındadır. Ama eğer varsa Türkiye’nin çıkarına olmayacak politikaların da yanında olmamak herkes kadar onun da demokratik hakkı olarak görülmeli diye düşünüyorum.
6 yıldır Amerika’dasınız. Neler yaptınız Amerika’da?
Amerika’da Cihan’a ve Today’s Zaman’a yazıyorum sıklıkla. New York’ta The New School’da Medya alanında master yaptım. Burada yaptığım söyleşiler İngilizce ve Türkçe olarak kitap oldu. Türkçesi Kara Kutu yayınları tarafından “Arabulucu-Amerika Konuşmaları” adıyla yayınlandı. İngilizcesini Bludome Press basmak üzere Amerika’da. Yoğun olarak da medya üzerine panel, seminer programları organize ediyorum. Konferanslara moderator ya da konuşmacı olarak katılıyorum.
Temelli dönüş yapmayı düşünüyor musunuz?
Çok sık gelip gidiyorum zaten. Kısmet diyelim. Nasibimiz neredeyse ordayız.
Henüz 20’li yaşlarının başında “Armagedon” isimli kitabıyla gündeme geldi Aydoğan Vatandaş. 28 Şubat sürecinde bu kitabından dolayı 30 yılla yargılandı. O dönemlerde haftalık Aksiyon Dergisi’nde güvenlik, terör ve istihbarat konularında dosyalar hazırlardı. Daha 1996 senesinde Ergenekon’un adını ilk onun ağzından duymuştuk. Ergenekon tartışmalarında gündemde olması gerekirken, Amerika’da olmasından dolayı adını çok fazla duyamadık. Halen Cihan Haber Ajansı ve Today’s Zaman için haber ve yorum yazıları yapıyor, orada olmasına rağmen ses getiren kitaplar yazmaya devam ediyor. Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaretini fırsat bilerek, kendisiyle bu ilginç sohbeti gerçekleştirdik. 28 Şubat’ı o dönemde yargılanmış bir gazeteci olarak kendisinden dinledik.
28 Şubat sürecinde üstelik henüz 20’li yaşların başındayken Armagedon-Türkiye İsrail Gizli Savaşı adlı muhafazakar kesimlerin başucu kitabı olarak görülen kitabınızdan ötürü 6 ayrı davada yargılandınız. O günleri kendi gözünden anlatabilir misiniz?
O dönemde Aksiyon Dergisi’nde çalışan genç bir muhabirdim. Sıklıkla güvenlik, terör ve istihbarat konularıyla ilgili dosyalar hazırlardım. Deniz Harp Okulu’ndan ayrılalı da 1-2 yıl olmuştu. O nedenle olayları jeopolitik eksende okuma eğilimliydim. Harp Akademileri yayınlarını da yakından takip edebilme şansım vardı. Askerlerin kafalarının nasıl çalıştığını çok rahat anlayabiliyordum. Soğuk savaş sonrasında dünyada NATO merkezli yeni bir tehdit değerlendirmesi yapılmış ve bu tehdit değerlendirmesine göre yeni düşman “Fundamentalist İslam” olarak belirlenmişti. Türkiye de bir NATO üyesi ülkesi olarak pozisyon almıştı.
Nasıl bir pozisyon?
Askerlerin o dönemde aldığı pozisyon bu tehdit değerlendirmesine paralel olarak gelişen bir refleksti aslında. Refah Partisi’nin yükselişi ve iktidarın büyük ortağı olarak belirmesi ve de Anti- Amerikan, Anti-Batıcı ve Anti-İsrailci retoriğe sahip olması, anti-İslami ve seküler bir retoriğe sahip olan askerlerin elini güçlendirdi. Demokrasileri destekleme eğiliminde olan ABD ve Batı ülkeleri, o dönemde askerlerin yanında pozisyon aldı. 28 Şubat bu yüzden başarılı oldu. Diğer taraftan, emniyet teşkilatı ve sivil toplum örgütleri, böyle bir post-modern darbe girişimine karşı tutum alacak kadar güçlü değillerdi. Medyanın her zaman “güçle” doğrudan ilişkisi olmuştur ve o dönemde “güç” askeri bürokrasiydi ve merkez medya büyük oranda “askerin” güdümündeydi.
Peki, o dönemde TSK’nın komuta kademesinin tümü aynı tarafta mıydı?
Aslında laikliği algılama konusunda o rütbelere erişmiş olan askerlerin çoğu aynı görüştedir. Ancak sorunuz anlamlıdır, zira o dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun 28 Şubat’a karşı olduğu gibi bir algı vardı. Şunu söyleyebiliriz; Çevik Bir NATO konseptine ve ABD çıkarlarına daha uygun bir görüntü verirken, Hüseyin Kıvrıkoğlu daha ulusalcı-3. dünyacı bir görüntü veriyordu. Genelkurmay Başkanlığı’na geldikten sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ziyarette bulunmuştu. Yalçın Küçük o zamanlar bana “Hüseyin Paşa 28 Şubatı bitirdi.” Demişti. Kıvrıkoğlu bir süre sonra “28 Şubat bin yıl sürecek” ifadesini kullanmıştı. Anladığım kadarıyla genel konseptin dışında gözükmek istemiyordu. Karargâha geldikten sonra Çevik Bir’e yakın isimleri de emekliye sevk etti.
Neydi aralarındaki mücadele?
Şöyle. O dönemde Çevik Bir’i Genelkurmay Başkanı yapmak için bir lobi yürütülüyordu. Hatta enteresan bir şey oldu. Hüseyin Kıvrıkoğlu KKK iken Kıbrıs’ta bir tatbikata katılmıştı. Özel Kuvvetler Komutanlığının bir tatbikatı idi. Seken bir kurşun omzunun yanından geçti ve hemen arkasındaki Albay’ı vurdu. Seken kurşun Kıvrıkoğlu’na isabet etseydi, Çevik Bir Genelkurmay Başkanı olurdu. Çevik Bir ve Kıvrıkoğlu 1.Ordu Komutanlığı devir teslim töreninden sonra bir daha hiç aynı kareye girmediler. Veli Küçük ekibi Kıvrıkoğlu’na ne kadar yakınsa, Çevik Bir’e o kadar uzaktır. Aynı ayrışma Kıvrıkoğlu ile Hilmi Özkök Paşa arasında da yaşandı.
Tüm davaların arkasında o vardı
Çevik Bir o dönemde sizinle şahsi olarak da uğraştı mı?
Kitabımdan oldukça rahatsız olduğunu biliyorum. Tüm davaların arkasında o vardı. İlgili savcılıklara yazılan tüm yazılarda onun imzası vardı. 1. Ordu’nun başına geçmesinden kısa bir süre sonra da, sivil mahkemelerde yargılanıyor olmama rağmen, Kuzey Deniz Saha Askeri mahkemesi hakkımda tutuklama kararı çıkarttı. Çok net hatırlıyorum, Askeri savcıya ifade vermeye gittiğimde “şeriat propagandası yapmışsınız kitabınızda” dedi. Kitabımı okumamıştı bile. Daha sonra o savcı Erol Evcil ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle Ordu’dan atıldı. Mahkeme Başkanı olan Yüzbaşı da rüşvet almaktan tutuklandı. Bense bir süre sonra beraat ettim. Askeri cezaevinde 1 gün kaldım.
Diğer davalar ne oldu?
Hepsinden beraat ettim. DGM’de devletin gizli belgelerini ifşa etmekten ötürü yargılanıyordum. Çok iyi bir savunma yaptım. 2. Celsede beraat ettim. Askeri savcı ben dışarı çıkarken, “odama gel, Albay Watson ile ilgili de elimde belgeler var” demişti. Çekiç Güç’te çalışan bir albaydı. Ben de Çekiç Güç’le ilgili bazı askeri belgeleri yayınlamıştım kitabımda. Ağır ceza mahkemesinde yargılanırken de, Mahkeme Başkanı, “çok güzel bir kitap yazmışsın, tebrik ederim” demişti. Bunu da unutamam. 28 Şubat baskıcılığı aslında toplumun her katmanında rahatsızlığa neden olmuştu. Ancak Çevik Bir’in açtığı şahsi tazminat davasını kaybetmiştim. Az sayılmayacak bir meblağı tazminat olarak ödedik TİMAŞ yayınlarıyla. Helal olsun.
Çevik Bir’le hiç karşılaştınız mı bu zaman içerisinde?
2007 yılının son ayında, New York’ta Brynt Park’ta tesadüfen karşılaştık. Beni yakınında görünce çok şaşırdı. Birkaç dakika öylece bakakaldı. Sanırım kendisini orada da takip ettiğimi düşünmüştü. Oysa tamamen tesadüftü. Birkaç gün sonra Manhattan’daki Türk Kültür Merkezi’ne ziyarette bulunmuş. Benim sizinle bir sorunum yok mesajı vermiş.
Şimdi olsa öyle bir kitap yazar mıydınız?
Doğrusunu söylemek gerekirse, ben o kitapta jeopolitik bir okuma yapmıştım. Çok sayıda askeri kaynak da kullanmıştım kitabımda. Kürt meselesinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği noktayı analiz etmeye çalışmıştım. Kuşkusuz bazı isimlerle ilgili de alıntılar yapmıştım. Çevik Bir bunların başında geliyordu. Şimdi olsam aynı ifadeleri kullanmazdım herhalde. O da sanırım kendi muhasebesini yapmıştır ve pişman olmuştur. Aslında daha büyük senaristler ve oyuncular tarafından kullanıldığını zaman içerisinde fark etti. Ama eğer işlenen suçlar varsa, çekilen cezalar insanın vicdanının rahatlaması için bir imkandır aynı zamanda.
Sizce Çevik Bir 28 Şubat sürecinin mimarı mıydı?
Asla değil. Bir darbede senarist, oyuncu, figüranlar, kullanılacak argümanlar ve hedef kitle vardır. Çevik Bir burada sadece bir oyuncudur. Ama tek başına bir oyuncu değildir. O zamanlar Genelkurmay Başkanı Hakkı Karadayı’ydı. Çevik Bir inisiyatif kullanabilen bir generaldi ama Hakkı Karadayı da elbette bu işin içindeydi. 28 Şubat’ın en önemli habercisi, Refah Partisi’nin iktidara gelmesinden hemen sonra tüm Orgeneral ve Amirallerin Gölcük’te yaptığı bir değerlendirme toplantısıydı. 28 Şubat sürecinde elbette tüm komuta kademesi vardır. Hiyerarşik düzen içinde hareket ettiler. Savcıların da deliller üzerinden gitmeleri doğal. Kimin imzası varsa onları alıyorlar.
28 Şubat davasına müdahil olmayı düşünüyor musunuz?
Hayır. İlahi adalet bir şekilde tecelli ediyor zaten. Ben 28 Şubat’a Armagedon kitabımla müdahil oldum. Kader hükmünü çoktan verdi zaten.
Barnabas incili hala kayıp
Takvim gazetesi yazarı Emin Pazarcı sizin Muhsin Yazıcıoğlu ile Barnabas İncili’nin sinema filmi yapılması için bir toplantı yaptığınızı yazdı. Nedir bu konu?
Doğrudur. Ben Barnabas İncili’nin bulunuş hikayesini önce sinema senaryosu, sonra roman(Kayıp Kitap-Barnabas’ın Sırrı-Timaş Yayınları) sonra da araştırma-inceleme, (Apokrifal-Timaş Yayınları) kitabı olarak yazdım. Apokrifal çıktıktan 4 ay sonra 2008 yılı Aralık ayında Muhsin Bey’e yakınlığı ile bilinen Yakup Demirkale benimle bu konuyla ilgili görüşmek istedi. Şimdi BBP Başkan Yardımcısı. Amerika’dan atladım geldim. Önce Beşiktaş’ta Dedeman Otel’de görüştük. Bir kaç gün sonra Ankara’ya geçtim.
Muhsin Beyle görüştünüz mü?
Evet, 40 dakika kadar kendisine bu konuyu anlattım. Muhsin Bey bana bu konuda ne yapabiliriz diye sordu. Ben de kendilerinin milletvekili olduğunu, bu konuyu meclis gündemine getirebileceklerini söyledim. Ama daha çok belgesel ya da sinema fikri üzerinde durdu. Daha sonra bana sinema konusunda karar kıldığı söylendi. Hala tüm yazışmalar duruyor bende. Ama helikopteri bu yüzden düştü iddiasında bulunamam.
Emin Pazarcı, bu konuyla ilgili soruşturmayı yürüten Malatya’daki Özel Yetkili Savcılığa ifade verdiğinizi de yazdı.
Savcıya, Muhsin Yazıcıoğlu ile yaptığımız bu görüşmeyi doğruladım. Hakkari’de 1984’de Jandarma’nın eline geçen, ardından da Özel Harp Dairesi’nin eline geçtiği Aramice uzmanı Hamza Hocagil ve araştırmacı Müfit Yüksel tarafından ifade edilen İncil’in akıbeti gerçekten merak konusu. O sırada İncil’le birlikte bulunan Madalyon’un Paris’te bir müzayedede satıldığı söyleniyor.
İncil’e ne oldu peki?
Bu İncil’in başına ne geldiğini bilmiyoruz. Türkiye’nin bu konuda konuşmaması bir devlet politikası mıdır, bazı anlaşmalarla mı sağlanmıştır bilmiyorum. Ancak Dr. Hamza Hocagil bu kitabı yıllar önce Özel Harp Dairesi’nde tercüme ettiğini açıkça ifade ediyor. Müfit Yüksel Bey de bu İncil’in izini yıllarca sürmüş ve o da aynı yeri işaret ediyor. Muhsin Yazıcıoğlu da aynı kanaatte olduğunu ve hatta bunu bildiğini net bir şekilde Ramazan Akgün ve Ahmet Yenilmez’e söylemiş. Kitabımı da masanın üzerine koyarak sinema olmasını istediğini ifade etmiş.
Helikopterin düşmesi bir kaza olamaz mı?
Sanmıyorum. Çok organize bir faaliyet bu.
Bilindiği gibi, Genelkurmay Başkanlığı ile Devlet Denetleme Kurulu arasında yapılan yazışma ve görüşmelerde Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü 15:03:02-15:07:40 zaman aralığında tüm doğu bölgesindeki radarlarda gerçekleştiği ileri sürülen arızadan hiç söz edilmedi. Uçakların helikopterlere yakın mesafeden geçmeleri durumunda, helikopterleri nasıl düşürebildikleri sır değil.
Durum böyleyken, Genelkurmay Başkanlığı Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü esnada helikoptere yakın mesafede TSK’ne ait herhangi bir hava trafiğinin olmadığını iddia etti ve bu kısa sürede yalanlandı.
Şüphe çeken başka durumlar var mı?
Malatya Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilen 27.05.2011 tarihli yazıda saat 14.59.47’de olay mahallinde 28.5 km uzaklıktan iki F16 ve F4 uçağının geçtiği kabul edildi. Bunun da aslında 7 km olduğu ortaya çıktı. Helikopterde yer alan GPS cihazlarının askeri kişilerce çalınması, çalan kişilerin, “hatıra olarak” aldıklarını pervasız bir şekilde ifade etmiş olmaları, helikopterde bulunanların cesetlerinde yapılan 1. Otopside CO2’ye rastlan-ma-ması ancak 2. Otopside CO2 tespit edilmesi ve buna yakından geçen uçakların neden olabileceği şüphesi mevcut.
Helikopterin düşürülme sebebi ne veya neler olabilir?
3 senaryo konuşuluyor. Bence 3 senaryo da bizi aynı yere götürüyor. Uçakların helikopteri savurma marifetiyle düşürdükleri net bir şekilde ortaya konursa, gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Fethullah Gülen Hoca efendi’nin 28 Şubat döneminde Hükümetin gitmesi yönünde bir açıklaması olmuştu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalçın Doğan’ın programına çıkmıştı. Dün gibi hatırlıyorum. Hoca efendi o dönemde 28 Şubat’ın sıcak bir darbe ortamına dönüşme ihtimalinden ötürü ciddi bir kaygı içindeydi. Hükümeti de olası bir darbe ihtimalinden ötürü daha dikkatli davranmaya davet ediyordu. Hoca efendi yıllar sonra bu konuda üzüntüsünü kamuoyuyla paylaştı, ancak uyarılarının pek dikkate alınmadığını biliyorum. Türkiye uçurumun kenarından döndü. Sıcak bir darbe ihtimali, yıllar sonra ortaya çıkan belgelerden daha iyi anlaşılıyor.
Hoca efendi’nin AK Parti Hükümeti ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hoca efendi Türkiye’nin çıkarına olabilecek her şeyin yanındadır. Partiler üstüdür. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın manifestosu bunu net bir şekilde özetliyor aslında. Türkiye’yi geleceğe taşıyacak, dinamik, sivil toplumun önünü açacak, demokrasinin daha da güçlü kılındığı politikaların her zaman yanındadır. Ama eğer varsa Türkiye’nin çıkarına olmayacak politikaların da yanında olmamak herkes kadar onun da demokratik hakkı olarak görülmeli diye düşünüyorum.
6 yıldır Amerika’dasınız. Neler yaptınız Amerika’da?
Amerika’da Cihan’a ve Today’s Zaman’a yazıyorum sıklıkla. New York’ta The New School’da Medya alanında master yaptım. Burada yaptığım söyleşiler İngilizce ve Türkçe olarak kitap oldu. Türkçesi Kara Kutu yayınları tarafından “Arabulucu-Amerika Konuşmaları” adıyla yayınlandı. İngilizcesini Bludome Press basmak üzere Amerika’da. Yoğun olarak da medya üzerine panel, seminer programları organize ediyorum. Konferanslara moderator ya da konuşmacı olarak katılıyorum.
Temelli dönüş yapmayı düşünüyor musunuz?
Çok sık gelip gidiyorum zaten. Kısmet diyelim. Nasibimiz neredeyse ordayız.