Türkiye büyük ve olumlu bir dönüşümün içinden geçiyor; 2002 sonrası yaşanan bu dönüşüm sürecinin iyi değerlendirilmesi şart.
Toplumsal
dönüşüm, hele Türkiye gibi bir ülkede, hele üstelik değişim öncelikle
zihniyet meselesi ise, kolay değil. Değişim sürecine ilişkin çok
kötümser olmamak gerekiyor, son on senede ülkemizde çok şey olumlu yönde
gelişti ve gelişiyor; ancak, çok fazla iyimser olmamakta da yarar var,
bu olumlu dönüşüm sürecinde karşınıza öyle olaylar çıkıyor ki, hem
şaşırıyorsunuz, hem de dönüşüme ilişkin itimadınızda gedikler açılıyor.
Eski Türkiye-yeni Türkiye ayırımı bence çok da anlamsız olmayan bir ayırım; eskiden yeniye geçiş de, yukarıda belirttiğim gibi kolay değil, epey sancılı oluyor, toplumun çok çeşitli kesimlerinden, çok çeşitli direnişler söz konusu ve bu direnişleri de normal bulmalı, anlayışla karşılamalıyız diye düşünüyorum. Ancak, direnişi, dönüşüme direnişi anlayışla karşılamamız gerekir derken, burada devlet ve sivil toplum ayırımını da çok net yapmak ve dönüşüme dirence göstereceğimiz müsamahayı münhasıran sivil toplum kesimlerine ayırmamız şart. Devlet birimlerinin, devlet erki kullanan kesimlerin ise hukukun, çağın ruhunun ve en önemlisi, yargı erki dışında, siyasi iktidarın yönelimlerinin çok dışına çıkmalarının kabul edilemez olduğunu düşünüyorum. Burada, anayasal devlet erki kullanan birimler ya da kişiler derken de yargıyı, özerk kamu birimlerini, bağımsız üst kuruluşları kastetmediğimi özellikle ifade etmek istiyorum; zaten, vereceğim örnekler de doğrudan siyasi iktidara bağlı ya da bağlı olması gereken birimler ya da kişiler. Bu birimlerin ya da kişilerin siyasi iktidarın temel ve genel yönelimlerinin dışında hareket etmeleri demokrasilerde kabul göremez; aşağıda vereceğim örnekleri yeri Türkiye'ye çok somut direniş örnekleri olarak algıladığımı da belirtmek istiyorum.
Yazımın başlığında belirttiğim üç birim ya da kişiden bahsetmek istiyorum; başlıktaki sırayla gidebiliriz: Genelkurmay, MİT ve bir vali. 12 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa'nın geçici 15. maddesi kaldırıldı, 12 Eylül 1980 darbesinin ve mimarlarının yargılanması yolu açıldı ve "netekim" söz konusu yargılama Ankara'da iki emekli darbeci paşa için başladı. Bu süreçte mahkemenin bazı belgeler istemesi doğal, Genelkurmay'dan da, 1979 senesinin son günlerinde dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli Fahri Korutürk'e Genelkurmay tarafından verilen bir muhtıra metninin orijinali talep edilmiş; buraya kadar işler normal gibi duruyor ama Genelkurmay Başkanlığı, her gazetenin, her meraklı yurttaşın arşivinde mevcut bu muhtıranın Genelkurmay arşivlerinde olmadığını mahkemeye söylemiş. 2012 Türkiye'sinde, yeni Türkiye'ye geçiş sürecinde, ileri demokraside böyle bir şey normal karşılanabilir mi? Genelkurmay Başkanlığı, açıkça, yargıya, hukuk devleti sınırlarını zorlayarak, hatta ihlal ederek, milyonların gözü önünde, yanlış beyanda bulunabilmektedir. Ve çok açık bu hukuk ihlali karşısında ise siyasi iktidar ellerini kavuşturmuş, olayı bizim gibi izlemektedir. Aslında burada ihlal edilen hukuk kadar siyasi iktidarın prestiji, saygınlığıdır. Başbakan ya da Milli Savunma Bakanı Genelkurmay Başkanı'nı çağırıp, bu belgenin hemen mahkemeye resmi kanallardan intikalini sağlamak zorundadırlar. Bu aşamada da gündeme Anayasa (!) gelmektedir; Anayasa'nın 117. maddesine göre Genelkurmay Başkanı'nın Başbakan'a bile bağlı olmadığı, sadece sorumlu (!) olduğu bir ülkede yaşadığımızı hatırlatmak gerekebilir. Başbakan'a bile bağlı olmayan Genelkurmay Başkanı'na, sanki normal bir ülkede yaşıyormuşuz gibi, Milli Savunma Bakanı'nın emir vermesini beklemek de abesle iştigal; üstelik söz konusu Milli Savunma Bakanı, ziyaretine gittiği bir askeri üssün (Şırnak'ta bir hava üssü) komutanı bir korgeneral tarafından karşılanmaması demokrasi faciası sonrası bu faciayı hazmedebilmiş bir Milli Savunma Bakanı (!) ise. Bu çok sıradan bir olay bile Anayasa'nın değiştirilmesinin ne kadar acil bir konu olduğunu bir kez daha gözlerimizin önüne koymaktadır.
İkinci olay MİT ile ilgili; konuyu Mümtaz'er Türköne'nin Zaman gazetesindeki yazısından öğreniyorum. Aynı mahkeme, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'yı yargılayan mahkeme, yakın tarihimizin kanımca en önemli olaylarının başında gelen 1 Mayıs 1977'ye ilişkin bilgileri MİT'e soruyor ve çok ilginç bir cevap alıyor. Türköne'nin de yazısında belirttiği gibi bu cevap ülkemizde yeni bir tartışmayı, hatta yeni bir dönemi açmaya aday bir cevap. MİT, 1 Mayıs 1977'ye ilişkin bilgilerin kendisinde olmadığını değil de bu korkunç provokasyona ilişkin bilgilerin devlet sırrı kapsamında olması nedeniyle yargıya iletilemeyeceğini belirtiyor, böylece bizler de bu lanetli günün, çok sayıda vatandaşımızın hayatını kaybettiği bugüne ilişkin bilgilerin MİT'te mevcut olduğunu resmi bir yanıt sonrası öğrenmiş oluyoruz. Türkiye'de vicdan sahibi insanların öncelikli işi bu günden sonra bu bilgilerin, bu iğrenç provokasyon bilgilerinin kamuya açıklanması olduğunu, olacağını düşünüyorum. Bunu talep ederken de, bu iğrenç olayın devlet sırrı kapsamında MİT yönetimi tarafından değerlendirilmiş olmasını da, hem devlet kavramına, hem de o gün yaşamlarını yitiren insanların hatırasına, ailelerine büyük bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Devlet sırrı diye bir kavram olabilir ama bu kavramın sınırlarının çok iyi ve çok dar belirlenmesi ve özellikle de iğrenç cinayetlerin devlet sırrı kavramı çerçevesinde korunmasının kaldırılmasının şart olduğuna inanıyorum.
Siyasi iktidarın da, bu konunun üzerine gitmesi, Genelkurmay gibi değil, doğrudan kendisine bağlı MİT'ten 1 Mayıs 1977'ye yönelik bilgileri istemesi ve aleni hale gelmesini sağlaması yeni Türkiye, ileri demokrasi için bir zorunluluk; dönemin (1 Mayıs 1977) başbakanı Süleyman Demirel de aramızda iken bu konunun toplumda tartışılmasının, karanlık günün aydınlatılmasının Türkiye'nin geleceği için çok hayati olacağını değerlendiriyorum.
Üçüncü konu da Edirne Valisi Sayın Gökhan Sözer ile ilgili; Selimiye Camii ve külliyesindeki sorunlara dikkat çekmek için gerçekleştirilen bir sivil toplum girişimine Selimiye Camii eski imamı Sayın Nadir Ersoy, Bulgar Ortodoks kiliseleri rahibi Aleksandr Çıkrık'ı da davet ediyor, bence de çok iyi yapıyor, Selimiye Meydanı'na beraber geliyorlar ama valimiz Sayın Sözer, protokol kurallarını gerekçe göstererek Bulgar rahibi ön sıralara almıyor, Selimiye'nin eski imamı da misafiri rahip ile birlikte töreni arkadan izliyorlar. Valimizin gerekçesi de "Bulgaristan'da bizim müftüyü, hocayı, sağına, soluna alıyorlar mı" gerekçesi. Yazının başında en büyük sorunumuz zihniyet meselesi derken neyi kastettiğim bu küçük olaydan anlaşılıyor galiba. Sevsinler protokole bu kadar bağlı valimizi, sevsinler uyguladığı protokolü. Rahip Çıkrık ise olay sonrası kendisine sorulan bir soruya "Şimdi biz kardeşlik için toplandık, böyle şeyleri öne çıkarmamak gerekiyor" diyerek valimize güzel bir protokol, diyalog dersi veriyor.
Yeni Türkiye'den, ileri demokrasiden sizlere sunmaya çalıştığım üç manzara: Bir Genelkurmay, bir MİT bir de vali manzarası. Umutlu olurken temkinli olmak da lazım dediğim galiba bu manzara, zira yeni Türkiye'ye direniş çok güçlü. Bu direniş siyasi iktidara doğrudan bağlı kişilerden gelir ise, durumun vahameti daha da artıyor.
Eski Türkiye-yeni Türkiye ayırımı bence çok da anlamsız olmayan bir ayırım; eskiden yeniye geçiş de, yukarıda belirttiğim gibi kolay değil, epey sancılı oluyor, toplumun çok çeşitli kesimlerinden, çok çeşitli direnişler söz konusu ve bu direnişleri de normal bulmalı, anlayışla karşılamalıyız diye düşünüyorum. Ancak, direnişi, dönüşüme direnişi anlayışla karşılamamız gerekir derken, burada devlet ve sivil toplum ayırımını da çok net yapmak ve dönüşüme dirence göstereceğimiz müsamahayı münhasıran sivil toplum kesimlerine ayırmamız şart. Devlet birimlerinin, devlet erki kullanan kesimlerin ise hukukun, çağın ruhunun ve en önemlisi, yargı erki dışında, siyasi iktidarın yönelimlerinin çok dışına çıkmalarının kabul edilemez olduğunu düşünüyorum. Burada, anayasal devlet erki kullanan birimler ya da kişiler derken de yargıyı, özerk kamu birimlerini, bağımsız üst kuruluşları kastetmediğimi özellikle ifade etmek istiyorum; zaten, vereceğim örnekler de doğrudan siyasi iktidara bağlı ya da bağlı olması gereken birimler ya da kişiler. Bu birimlerin ya da kişilerin siyasi iktidarın temel ve genel yönelimlerinin dışında hareket etmeleri demokrasilerde kabul göremez; aşağıda vereceğim örnekleri yeri Türkiye'ye çok somut direniş örnekleri olarak algıladığımı da belirtmek istiyorum.
Yazımın başlığında belirttiğim üç birim ya da kişiden bahsetmek istiyorum; başlıktaki sırayla gidebiliriz: Genelkurmay, MİT ve bir vali. 12 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa'nın geçici 15. maddesi kaldırıldı, 12 Eylül 1980 darbesinin ve mimarlarının yargılanması yolu açıldı ve "netekim" söz konusu yargılama Ankara'da iki emekli darbeci paşa için başladı. Bu süreçte mahkemenin bazı belgeler istemesi doğal, Genelkurmay'dan da, 1979 senesinin son günlerinde dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli Fahri Korutürk'e Genelkurmay tarafından verilen bir muhtıra metninin orijinali talep edilmiş; buraya kadar işler normal gibi duruyor ama Genelkurmay Başkanlığı, her gazetenin, her meraklı yurttaşın arşivinde mevcut bu muhtıranın Genelkurmay arşivlerinde olmadığını mahkemeye söylemiş. 2012 Türkiye'sinde, yeni Türkiye'ye geçiş sürecinde, ileri demokraside böyle bir şey normal karşılanabilir mi? Genelkurmay Başkanlığı, açıkça, yargıya, hukuk devleti sınırlarını zorlayarak, hatta ihlal ederek, milyonların gözü önünde, yanlış beyanda bulunabilmektedir. Ve çok açık bu hukuk ihlali karşısında ise siyasi iktidar ellerini kavuşturmuş, olayı bizim gibi izlemektedir. Aslında burada ihlal edilen hukuk kadar siyasi iktidarın prestiji, saygınlığıdır. Başbakan ya da Milli Savunma Bakanı Genelkurmay Başkanı'nı çağırıp, bu belgenin hemen mahkemeye resmi kanallardan intikalini sağlamak zorundadırlar. Bu aşamada da gündeme Anayasa (!) gelmektedir; Anayasa'nın 117. maddesine göre Genelkurmay Başkanı'nın Başbakan'a bile bağlı olmadığı, sadece sorumlu (!) olduğu bir ülkede yaşadığımızı hatırlatmak gerekebilir. Başbakan'a bile bağlı olmayan Genelkurmay Başkanı'na, sanki normal bir ülkede yaşıyormuşuz gibi, Milli Savunma Bakanı'nın emir vermesini beklemek de abesle iştigal; üstelik söz konusu Milli Savunma Bakanı, ziyaretine gittiği bir askeri üssün (Şırnak'ta bir hava üssü) komutanı bir korgeneral tarafından karşılanmaması demokrasi faciası sonrası bu faciayı hazmedebilmiş bir Milli Savunma Bakanı (!) ise. Bu çok sıradan bir olay bile Anayasa'nın değiştirilmesinin ne kadar acil bir konu olduğunu bir kez daha gözlerimizin önüne koymaktadır.
İkinci olay MİT ile ilgili; konuyu Mümtaz'er Türköne'nin Zaman gazetesindeki yazısından öğreniyorum. Aynı mahkeme, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'yı yargılayan mahkeme, yakın tarihimizin kanımca en önemli olaylarının başında gelen 1 Mayıs 1977'ye ilişkin bilgileri MİT'e soruyor ve çok ilginç bir cevap alıyor. Türköne'nin de yazısında belirttiği gibi bu cevap ülkemizde yeni bir tartışmayı, hatta yeni bir dönemi açmaya aday bir cevap. MİT, 1 Mayıs 1977'ye ilişkin bilgilerin kendisinde olmadığını değil de bu korkunç provokasyona ilişkin bilgilerin devlet sırrı kapsamında olması nedeniyle yargıya iletilemeyeceğini belirtiyor, böylece bizler de bu lanetli günün, çok sayıda vatandaşımızın hayatını kaybettiği bugüne ilişkin bilgilerin MİT'te mevcut olduğunu resmi bir yanıt sonrası öğrenmiş oluyoruz. Türkiye'de vicdan sahibi insanların öncelikli işi bu günden sonra bu bilgilerin, bu iğrenç provokasyon bilgilerinin kamuya açıklanması olduğunu, olacağını düşünüyorum. Bunu talep ederken de, bu iğrenç olayın devlet sırrı kapsamında MİT yönetimi tarafından değerlendirilmiş olmasını da, hem devlet kavramına, hem de o gün yaşamlarını yitiren insanların hatırasına, ailelerine büyük bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Devlet sırrı diye bir kavram olabilir ama bu kavramın sınırlarının çok iyi ve çok dar belirlenmesi ve özellikle de iğrenç cinayetlerin devlet sırrı kavramı çerçevesinde korunmasının kaldırılmasının şart olduğuna inanıyorum.
Siyasi iktidarın da, bu konunun üzerine gitmesi, Genelkurmay gibi değil, doğrudan kendisine bağlı MİT'ten 1 Mayıs 1977'ye yönelik bilgileri istemesi ve aleni hale gelmesini sağlaması yeni Türkiye, ileri demokrasi için bir zorunluluk; dönemin (1 Mayıs 1977) başbakanı Süleyman Demirel de aramızda iken bu konunun toplumda tartışılmasının, karanlık günün aydınlatılmasının Türkiye'nin geleceği için çok hayati olacağını değerlendiriyorum.
Üçüncü konu da Edirne Valisi Sayın Gökhan Sözer ile ilgili; Selimiye Camii ve külliyesindeki sorunlara dikkat çekmek için gerçekleştirilen bir sivil toplum girişimine Selimiye Camii eski imamı Sayın Nadir Ersoy, Bulgar Ortodoks kiliseleri rahibi Aleksandr Çıkrık'ı da davet ediyor, bence de çok iyi yapıyor, Selimiye Meydanı'na beraber geliyorlar ama valimiz Sayın Sözer, protokol kurallarını gerekçe göstererek Bulgar rahibi ön sıralara almıyor, Selimiye'nin eski imamı da misafiri rahip ile birlikte töreni arkadan izliyorlar. Valimizin gerekçesi de "Bulgaristan'da bizim müftüyü, hocayı, sağına, soluna alıyorlar mı" gerekçesi. Yazının başında en büyük sorunumuz zihniyet meselesi derken neyi kastettiğim bu küçük olaydan anlaşılıyor galiba. Sevsinler protokole bu kadar bağlı valimizi, sevsinler uyguladığı protokolü. Rahip Çıkrık ise olay sonrası kendisine sorulan bir soruya "Şimdi biz kardeşlik için toplandık, böyle şeyleri öne çıkarmamak gerekiyor" diyerek valimize güzel bir protokol, diyalog dersi veriyor.
Yeni Türkiye'den, ileri demokrasiden sizlere sunmaya çalıştığım üç manzara: Bir Genelkurmay, bir MİT bir de vali manzarası. Umutlu olurken temkinli olmak da lazım dediğim galiba bu manzara, zira yeni Türkiye'ye direniş çok güçlü. Bu direniş siyasi iktidara doğrudan bağlı kişilerden gelir ise, durumun vahameti daha da artıyor.