31 Mayıs 2016 Salı

Yargı ve MGK – Mümtaz’er Türköne


Numan Kurtulmuş’a sorulan, Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı tavsiye kararı ile ilgili soru, “Bundan sonra ne yapılacak?” Cevap: “Mücadele bir terör örgütü ile mücadele haline gelmiştir.” Minerva’nın alacakaranlıkta uçan bilgelik kuşunun ötüşü değil bu, Hükümet sözcüsü, belirsizliği ve karanlığı koyulaştırarak konuşuyor. Bir terör örgütü icat edildiğine göre her vatandaşın “nasıl yani?” sorusuna açık ve seçik cevaplar gerekmez mi? Herşeyden önce MGK Genel Sekreterliği’nim o toplantıdan sonra yaptığı yedi maddelik, oldukça mufassal açıklamanın içinde neden bu çok önemli “tavsiye kararı” yer almıyor? IŞİD var, PKK var, ama bu “yeni” terör örgütü neden yok? Yoksa MGK’da böyle bir tavsiye kararı alınmadı mı? Bu müphemiyet, bu çekingenlik neden? MGK Genel Sekreterliği toplantıya katılan bütün üyeler adına bu konuya açıklık getiremez mi?

Sami Selçuk’un, Cumhurbaşkanı’nın bu “tavsiye kararı” açıklaması hakkında Cumhuriyet’te Pazar günü yayımladığı “Sakın Ha!”  başlıklı yazısını, MGK üyeleri dikkatle okumalı. Özellikle şu satırları:

“…’FETÖ/PDY’ olarak adlandırılan örgğtün terör örgütü olup olmadığı ve varlığı konusunda mahkemelerin tekelinde bulunan bu yetkiyi yalnızca mahkemeler kullanır, sonra da Yargıtay denetler ve sahici (otantik) yorumuyla son sözünü söyler. Dolayısıyla söz konusu yetkiyi ne yasama organı (TBMM) ne yürütme ornganı (hükümet, Bakanlar Kurulu) ve başkanları ne de Millî Güvenlik kurulu gibi bir başka organ asla yargının elinden alamaz ve yargıya bu konuda “emir ve talimat veremez; genelge gönderemez”, en küçük bir “telkin ve tavsiyede bulunamaz” (Anayasa, m. 138/2).

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un işaret parmağını MGK üyelerine ve bütün yürütme organı mensuplarına doğru “sakın ha!” ihtarıyla birlikte sallayarak söylediği bu sözlerde, anlaşılmayan bir taraf var mı? Bir hukukçu konuşuyor ve hukuk adına hüküm veriyor. Bu hüküm, MGK’daki hükümet üyelerinin pek işine gelmeyebilir, ama asker üyelerin sorumluluk doğuracak böyle bir hukuksuzluğa evet demeyecekleri aşikâr. O zaman Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin vuzûha kavuşturulması lâzım. İşte bu oldukça güç; çünkü Erdoğan bu sözleri son iki senede hem başbakan hem de cumhurbaşkanı sıfatıyla bir kaç kere söyledi. Sürekli tekrarlanması ve bu tekrarlarla gündem oluşturulması bir siyasî gayenin gözetildiğini gösteriyor, Meselâ sırf “paralel yapı”nın terör örgütü ilan edilebilmesi için Cumhurbaşkanı’nın “terör tanımını yeniden yapalım” önerisi bile sadece hukuk değil mantık sınırlarının da oldukça zorlandığını göstermişti. AB ile Türkiye ilişkilerini, çıkarlarımız adına çok rahatlatacak “Vize Anlaşması”nın imzalanamamasının tek gerekçesi zaten halihazırdaki terör tanımı iken, siyası muhaliflerin tamamını “terörist” ilan edecek bir tanımı nasıl yapacaksınız? Bu yüzden ısrarla soruluyor: “Hangi terör eylemi?”, “hani silah?”, “Nerede terör amaçlı örgütlenme?” diye. Hiç cevap aldınız mı bu sorulara?

Türkiye, muhalefeti torbaya sokmak için zorlanan bu terör tanımlamaları yüzünden güvenliğini tehlikeye atıyor. Terörün her türüne karşı çıkan barışçı insanları “terörist” ilan ettiğiniz zaman gerçek terörle, yani IŞİD ve PKK ile mücadele edemezsiniz? PKK’nın ve IŞİD’in terörüne meşruiyet kazandırmış olursunuz. Ama çok daha önemlisi hukuku, devleti ve milleti bir arada tutan sağlam bit zincir olmaktan çıkartır, ülkeyi bileşenlerine ayırırsınız.

New York Savcısı, “hayırsever vatandaş”ımızı, Hükümet üyelerine rüşvet vermek ve bu yolla kendisini yargılayanları görevden aldırmak ve cezadan kurtulmak suçuyla itham ediyor. Bu meseleye bir hukuk ve yargı bağımsızlığı sorunu olmaktan önce Türkiye’nin güvenliğini gölgeleyen bir sorun olarak bakmayı deneyin. Devletinizi yönetenler bir başka ülkede yargılanıyor. MGK’da ele alınması gereken çok hayatî bir mesele değil mi? Yüksek yargı temsilcilerini yürütmeye ekleyerek, barışçı insanları terörist ilan ederek bu töhmetten kurtulmak mümkün mü?

Nerede terör, nerede örgüt? – Mustafa Ünal


Bir ülke ki bir bölgesi yangın yeri. Alev alev. Her gün şehit haberi. Yerleşim alanları enkaz yığını. Suriye’den farksız. Bir dönemin Genelkurmay Başkanı ‘Düşük yoğunluklu savaş’ diye tanımlamıştı. Çatışma, kan ve gözyaşı da bu kadar değildi. Eşkıya dağdaydı. Şimdi elinde silah ve patlayıcılarla şehirlere indi.
AKP iktidarı göz yumdu. Kandil’i de, İmralı’yı da meşrulaştırdı. MGK’nın talebi doğrultusunda heyetler gönderdi ‘Dağ’a. Sırrı Süreyya Önder’in söyledikleri ortada. Suskunluk kurtarmaz. MGK zan altında. Acı ama sokakta ‘MeGeKe’ diye espriler yapılmakta.

Valilerin dokunmadığı PKK’lı teröristler, elini kolunu sallayarak serbestçe şehir merkezlerinde konuşlandı. Savaş düşük yoğunluğu çoktan aştı. Bölgenin şiddeti çok yüksek. Buna karşılık Ankara’da profili çok düşük hükümet işbaşında.

Bir ülke düşünün, bir şehri sürekli roket mermisi altında. Patlayıcıların hedefi. Kilis’i kastediyorum. Suriye’nin içinde namluyu doğrultan ve tetiğe basan var. Hayatını kaybeden vatandaşların sayısı hiç de az değil. Roketlerin menzili Gaziantep’e uzandı.

Bu tablo karşısında hangi ülkenin başkenti olağan yaşantısına devam edebilir? Bizde yaşananlar sadece rakam ve istatistiğe dönüştü. Şehit haberleri de, Kilis’e düşen patlayıcılar da rutin günlük gelişme sayılmakta. Vaziyet hiç bu kadar ağırlaşmamıştı. Risk ve tehlike bu kadar büyümemişti.

Durum ciddi ve vahim. Peki, Ankara ne halde? Ne ciddiyetin yansımasından söz edilebilir ne vahametin boyutlarından. Önceki hafta MGK toplandı. Türkiye’nin, milli güvenlik ve beka probleminin ciddi boyutlarda olduğu bir süreçte MGK’dan ne çıktı dersiniz? ‘Cemaat terör örgütü’ kararı. Diğer konular da konuşuldu. Ama ‘Cemaat’ kadar ağırlıkta değil.

MGK, topu Bakanlar Kurulu’na attı. AKP hükümeti ‘Cemaat’in terör örgütü’ olduğuna karar verecekmiş. Emir büyük yerden… MGK’dan. Verir mi, verir. Sivil yapıların öteden beri devletin  tarassutu ve baskısı altında olduğu sır değil. Cemaat ve benzeri oluşumlar ilk kez masaya gelmiyor.

2004’te MGK ‘bitirme kararı’ aldı. AK Parti hükümeti de imza attı. Bugün o kararı ‘eylem planına’ dönüştürdü. Ama yüzüne gözüne bulaştırarak. Hukuku yerle bir etti. Devleti çökertti. Toplumun dokusunu parçaladı. En ilkel sistemlerde ve devletlerde bile kendi vatandaşıyla böyle mücadele edilmez.

MGK, bir icra ve karar organı değil. 28 Şubat’ta sistemi zorlayarak bir dizi karar almıştı. Ama siyaset soğuttu. Birebir icraate yansıtmadı. O MGK kararları da ilerleyen yıllarda yargıya taşındı. Askeri erkân hakkında dava açıldı. AKP diğer darbe davalarını gibi 28 Şubat’ı da sulandırdı.

Hukukçular ayakta: ‘MGK kendini yargı yerine koyamaz.’ Bırakın hukuku, siyaseten de ne terör, ne silahlı örgüt yaftası inandıcı. AKP iktidarı da, AKP’yi rehin alan Ergenekon türü yapılar da bunun farkında. Sistemi zorlamaları o yüzden. AKP’ye cevabı bizzat partinin kurucu ismi Bülent Arınç verdi. ‘Nerede örgüt, nerede silah’ diyerek. Cevap yok. Sadece kara propaganda ve algı operasyonu var.

Gerçek terör de, silahlı örgüt de Güneydoğu’da. Kan dökmekte. Ve tehlike Kilis’te, Gaziantep’te, her yerde. Peki, devlet nerede? MGK nerede?
Vaziyetin ciddiyeti ve vahameti sizi de ürkütmüyor mu?

Anaların feryatları yürekleri dağladı

Yine şehit ateşi, yine gözyaşı düştü ülkemizin üzerine. Karadeniz ve Akdeniz'in 2'şer kenti, şehit acısıyla sarsıldı dün. Teröristlerle kahramanca savaşan 3 polisimiz ile 2 askerimiz şehadet şerbeti içti. 8 çocuk yetim kaldı. Baba evlerinden yükselen anaların feryatları, yürekleri dağladı


Türkiye'nin yüreği dün yine şehit haberleriyle yandı. Şırnak, Siirt ve Van'da teröristlerle çıkan çatışmada; 3 polis, 1 üsteğmen ve 1 asker şehit düştü. Şehit olan Piyade Üsteğmen Mehmet Düzenli ile Şırnak merkezde çıkan çatışmada şehit düşen Özel Harekat Polisi Cuma Bilek'in cenazeleri, düzenlenen tören ardından memleketlerine uğurlandı.

TABUTUNU ARKADAŞLARI OMUZLADI

23'üncü Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı'ndaki törende Tümen Komutanı Tümgeneral Abdullah Baysar, Çakırsöğüt 1'inci Jandarma Tugay Komutanı Tuğgeneral Ali Osman Gürcan, Emniyet Müdürü Celal Sel, şehitlerin silah arkadaşları ve geçici köy korucuları katıldı. Şehitlerin Türk Bayrağı'na sarılı cenazelerinin alana getirilmesiyle başlayan törende, şehitler için dualar okundu. Şehitlerin cenazeleri tören mangası tarafından omuzlanarak ambulanslara götürülürken, silah arkadaşları, koşar adımlarla meslektaşlarının tabutunu omuzladı.

3 ÇOCUĞU YETİM KALDI

VAN'da şehit düşen polis memuru Yakup Kurt'un (43) acı haberi Samsun'un Havza ilçesindeki baba evine ateş düşürdü. Şehit Kurt'un acı haberi, Samsun'un Havza İlçesi Demiryurt Mahallesi'nde yaşayan 6 çocuk babası Naci Kurt (71) ve annesi Hayriye Kurt'a (70), İlçe Kaymakamı Alper Tanrısever tarafından verildi. Acı haberin verilmesinin ardından şehit için evinde Kuran-ı Kerim okunup dua edildi. Şehidin baba evine Türk bayrağı asıldı. Yakınları taziyede bulunmak için şehidin baba evine geldi. Şehit polis memuru Yakup Kurt'un Pembe Kurt (41) ile evli ve Beyza (17), Muhammet Furkan (12) ve Elif Liva (3) Kurt isimli çocuklarının olduğu belirtildi.

FERYATLAR YÜKSELDİ

Şırnak'ın Uludere ilçesinde şehit düşen Piyade Üsteğmen Mehmet Düzenli'nin (31) Antalya'daki baba evinde yas vardı. Düzenli ailesine şahadet haberi, sağlık görevlileri eşliğinde verildi. Baba Sayit ve anne Anakadın Düzenli, acı haber üzerine gözyaşlarına boğuldu. Şehidin baba evinden feryatlar yükseldi. Yakınları ve komşuları da acı haber üzerine şehit evine akın etti. Mehmet Düzenli'nin 3 kardeşi olduğu ve evli olmadığı kaydedildi.

AİLESİNDEN UZAKTI

Van'da yola döşenen el yapımı patlayıcının infilak ettirilmesi sonucu şehit düşen polis memuru Osman Bodur'un, Ordu'nun Ünye ilçesinde oturan eşi ve 3 çocuğuna acı haberi ulaştı. Bodur'un, 8 yıl Ordu'nun Fatsa ilçesinde, ardından Çaybaşı'nda görev yaptığı, 2 yıl önce Van'a şark görevi için tayininin çıktığı belirtildi. Şehidin Van'a ailesini götürmediği, eşi ve çocuklarının Fatsa'da oturdukları belirtildi.

1 YAŞINDAKİ BEBEĞİ UĞURLADI

Şırnak'ta şehit olan Özel Harekat Polisi Cuma Bilek'in (28) Hatay'daki baba ocağına ateş düştü. 5 çocuk babası Abdullah ve anne Fatma Bilek'e acı haberi, Antakya Kaymakamı Eflatun Can Tortop verdi. Melahat Bilek ile evli olan 3 yaşında Fatma Hilal ve 1 yaşında Elif Duru adında 2 çocuk babası Cuma Bilek'in, 8 yıllık polis olduğu belirtildi. Şehit polis dün toprağaü verildi. Şehidin 3 yaşındaki kızı Fatma Hilal amcasının, 1 yaşındaki kızı Elif Duru da bir kadın polisin kucağında katıldığı törende fenalaşan eşi Melahat Bilek sağlık ekipleri tarafından ambulansa alındı. Törende minik Elif Duru, polisin kucağında uyurken, ablası Fatma Hilal sık sık babasının tabutuna baktı. Şehit polis, götürüldüğü Açıkdere Mezarlığı'nda gözyaşları arasında toprağa verildi.

Türk kökenli askerler Efes 2016 Tatbikatı'nda buluştu


Efes 2016 Birleşik Müşterek Fiili Atışlı Tatbikatı'na katılan Türk kökenli personel ile Türk askerler arasında geçen sıcak sohbet dikkat çekti. Biraraya gelen askerlerin ortak noktası ise futbol oldu.

Efes 2016 Birleşik Müşterek Fiili Atışlı Tatbikatı'na katılan ABD, İngiltere ve Almanya ordularında görev yapan 3 Türk kökenli personel, vatanlarından binlerce kilometre uzakta da olsalar gelenek göreneklerini unutmuyor, Türk futbolunu ilgiyle takip ediyorlar.

Piyade Başçavuş Necati Akpınar Amerikan ordusunda 26 yıldır görev yapıyor. Efes 2016 tatbikatına katılan Akpınar, yabancı ordularda görev yapan Türk kökenli 3 askeri personelden en kıdemlisi.

Ankara'da büyüdüğünü belirten Akpınar, "Bizim aile Kars'tan gelmiş. Üniversiteyi bitirdim. 1984'ten beri Amerika'dayım. Bizim askerlerle çalışmak gurur verici. Hakikaten gurur duyuyorum" dedi.
Alman ordusunda sözleşmeli onbaşı olarak görev yapan Hakan Keski ise Tekirdağlı gurbetçi bir ailenin oğlu. Almanya'da doğduğunu hatırlatan Keski, "Annem babam Türkiye'de doğdular. Evlenirken Almanya'ya taşındılar. 9 yıldan beri askerim, mutluyum" dedi.

Helikopter teknisyeni olan Astsubay Çavuş Oğuz Yalvaç ise İngiliz Ordusunda görev yapıyor.
Yalvaç şöyle konuşuyor: "Babam Türk, Konya'dan. Annem İngiliz Londra'dan. Ben Londra'da doğdum. İngiliz okuluna gittim. Şimdi 4 yıldır asker olarak çalışıyorum."
Her üç askeri personelde tatbikat nedeniyle vatanlarında olmaktan mutlu. Bu neşeli sohbette futbolda unutulmuyor.
"Hangi takımı tutuyorsun?
Ben Galatasaraylıyım sen?
Cim bom bom ben.
Koçum benim.
Cim bom bom ne ya ben BJK. Şampiyon oldu kim şampiyon şimdi.
En büyük takım Galatasaray arkadaşlar.
Dün akşam ki maçı seyrettin mi? "

Genelkurmay Başkanı'ndan ABD'ye: Verilen sözler birer ahittir

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, TSK’nın bölgedeki "ittifaklara" destek verdiğini belirterek, “Ancak unutulmamalıdır ki ittifaklar kurulurken verilen sözler ve varılan mutabakatlar karşılıklı birer ahittir” dedi.

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Rakka'da YPG armalı ABD askerleri ile ilgili açıklama yaptı.

"Türk Silahlı Kuvvetleri, en öncelikli görev olarak terörle mücadele harekatının siyasi direktif doğrultusunda büyük bir azim ve kararlılıkla sürdürmektedir" diyen Akar "Mücadelemiz etnik ve mezhep ayrımı yapmadan tüm vatandaşlarımızın güvenliği sağlanana ve terör bitene kadar devam edecektir. TSK, dünyada barış için kurultan ittifaklara destek sağlamaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki ittifaklar kurulurken verilen sözler ve vaatler birer ahittir" ifadelerini kullandı.

Hava Kuvvetleri Komutanlığı Sözleşmeli Erbaş/Er Alıyor


Hava Kuvvetleri Komutanlığı, 30 Mayıs’ta, Sözleşmeli Erbaş/Er alımı yapılacağını duyurdu.
Sözleşmeli Erbaş/Er olarak istihdam edilecek personel ile ilgili genel bilgiler şu şekilde:
–           Kışlada kalacaklar ve sabah, öğle ve akşam yemekleri devlet tarafından karşılanacak.
–           Askerliği bitiren personelden seçilebildiği gibi askerliğini yapmamış kişiler de  Sözleşmeli Erbaş/Er olmak için başvuru yapabilecekler.
–           Emsal rütbedeki erbaşların üstü, emsal rütbedeki uzman erbaşların astıdır.
–           3-4 yıllık sözleşme imzalayacaklar. Hizmet süreleri en fazla yedi yıl olacak.
–           Her yıl; 30 gün yıllık, 15 gün yıllık mazeret izni olmak üzere toplam 45 gün izin alma hakkına sahip olacaklar. Ölüm, doğum, hastalık gibi özel durumlarda da yıllık izin haricinde izin kullanabilecekler.
–           Sözleşmeli onbaşılığa ve sözleşmeli çavuşluğa terfi edebilecekleri gibi uzman erbaşlığa ve astsubaylığa geçiş yapabilecekler.
–           Kamu kurum ve kuruluşlarının boş kadro ve pozisyonlarına atanabilecekler.
–           En az ilköğretim okul mezunu olmaları gerekiyor.
–           Mesleki yetenek ve tecrübeleri dikkate alınarak Hv.K.K.lığının ihtiyacı doğrultusunda sınıflandırılacaklar.
–           Hv.K.K.lığına bağlı birlik ve kurumların oldukları illerde istihdam edilecekler.

Başvurularla ilgili tanıtım filmi: https://goo.gl/TiIlGg
Sıkça Sorulan Sorular Dokümanı:
http://ik.tekok.edu.tr/SozEr/Dokumanlar/Sikca_Sorulan_Sorular.pdf
Sözleşmeli Er/Erbaş Özlük Hakları :
http://ik.tekok.edu.tr/sozer/dokumanlar/bilgi/aylik.pdf
Başvuru Koşulları :
http://ik.tekok.edu.tr/SozEr/Dokumanlar/Basvuru_Kilavuzu.pdf

EFES 2016 Tatbikatı’nda KARAYEL Esti

1464679586_Vestel_Karayel_3

VESTEL Savunma, 31 Mayıs’ta yayımladığı basın bülteniyle, KARAYEL’in 30 – 31 Mayıs tarihleri arasında EFES 2016 Tatbikatı’nda kendisine verilen görevleri başarıyla yerine getirdiğini duyurdu. Aynı açıklamada, KARAYEL’in silahlandırılması çalışmaları kapsamında mühimmat entegrasyonunun tamamlandığı, Nisan ayı ortasında uçuş ve yer testleri başarıyla gerçekleştirildiği ve atış testleri için mühimmat üreticisi firmanın beklendiği bilgisi verildi. Vestel Savunma, ayrıca, tatbikatta Türk savunma sanayisi firmalarına ayrılan alanda bulunan yaklaşık 200 metrekarelik standında ürünlerini sergiledi.

Şemdinli çatışma: 1 asker şehit oldu

Şemdinli çatışma: 1 asker şehit oldu
Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde PKK'lılarla çıkan çatışmada 1 asker şehit düştü. TSK, Şemdinli kırsalında tespit edilen PKK hedeflerine yönelik hava harekâtı düzenlediğini duyurdu.
TSK'dan yapılan açıklamada, "31 Mayıs 2016 Salı günü  Hakkari ili  Şemdinliilçesi kırsalında yürütülmekte olan operasyonda, bölücü terör örgütü mensupları ile çıkan çatışmada biri ağır olmak üzere iki kahraman silah arkadaşımız yaralanmış, yaralılar derhal hastaneye sevk edilmiş ancak durumu ağır olan silah arkadaşımız hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak saat 05.40'da şehit olmuştur" denildi.
Açıklamada, "Bizleri derin bir acı ve üzüntüye boğan bu olayda hayatını kaybeden aziz şehidimize Allah'tan rahmet, şehidimizin değerli ailesine, yakınlarına,  Türk Silahlı Kuvvetleri ile Yüce Türk Milletine başsağlığı ve sabır, yaralanan kahraman silah arkadaşımıza acil şifalar temenni ediyoruz" ifadesi kullanıldı.
Şemdinli'ye hava harekâtı
Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan diğer açıklamada, 31 Mayıs 2016 tarihinde  Hakkari Şimdinli'de yürütülen operasyona yönelik alınan anlık bir istihbaratın değerlendirilmesi sonucu 01.05-01.58 saatleri arasında Hakkari/Şemdinli kırsalına, Türk Hava Kuvvetlerine ait savaş uçakları ile hava harekatı düzenlendiği kaydedildi.
Bölgede tespit edilen dört hedef (BTÖ silah mevzii ve barınağı) ateş altına alınarak imha edildiği kaydedildi.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Sığınak delici milli bombalar üretiliyor

Türkiye'de yerli kaynaklarla geliştirilen ilk beton delici mühimmat olma özelliği taşıyan "nüfuz edici bomba", Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumunun (MKEK) Kırıkkale'deki Mühimmat Fabrikasında üretiliyor.
Yerli kaynaklarla geliştirilen Türkiye'nin ilk beton delici mühimmatı olan "Nüfuz Edici Bombanın", MKEK'nin Kırıkkale'deki Mühimmat Fabrikasında üretimi sürüyor.
Nüfuz Edici Bomba (NEB), yer üstü ve yer altındaki hedeflere karşı kullanılmak üzere tasarlanan, Ardışık Delici Harp Başlığı teknolojisine sahip, Türkiye’de geliştirilen ilk beton delici mühimmat olma özelliğini taşıyor.
NEB’in dış geometrisi, güdüm kiti arayüzleri, kütle, kütle merkezi ve eylemsizlik özellikleri MK-84 (2000 lb.) GMB ile benzerlik taşıyor.

Bir ‘paralelci!’ olarak MGK’ya sorularım var – Mümtaz’er Türköne


Tam bir ay önce Sabah Gazetesi’nde, “Kurultay organizatörü FETÖ’cü Türköne” başlığıyla, hakkımda bir haber çıktı. Aynı gruba ait Takvim ve A Haber’de de yayımlanan bu haber, muhaliflerin talep ettiği Tüzük Kurultayı’nı algı operasyonları ile benim organize ettiğimi iddia ediyordu. “Terör Örgütü mensubu” iddiası ağır bir suçlama; kişilik haklarımı korumak adına savcılığa şikayet dilekçesi ile başvurdum. Bakırköy Savcısı Umut Tepe imzasıyla, bu ithamın “basın özgürlüğü kapsamı” içinde değerlendirildiği gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi. Takipsizlik kararına itiraz ettim, kesinleşirse AYM’ye, sonra da AİHM’e gitmeye niyetliyim.

“Terör örgütü mensubu” ithamı küfür etmek kadar ağır; ancak Savcılığa başvurmamın hukuken daha esaslı bir sebebi var. Başıma sık gelen “cumhurbaşkanına hakaret”  veya “tehdit” cinsi davalarda savcılığın veya müşteki tarafın “Terör örgütü mensubu olarak bilinen şahıs” diyerek atılı suçları “terör örgütü üyesi” sıfatıyla işlediğimi iddia etme ihtimali mevcut. Son olarak, yazdığım bir yazıdan dolayı TCK 310/2’den, “cumhurbaşkanına fiili saldırıda bulunmak” iddiasıyla hakkımda Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesinde bir dava açıldı. “Çözüm Süreci’nin sahiplerini, devlet aklının çok şedit bir şekilde cezalandıracağı” öngörümden Savcılık “tehdit”, tehdit suçundan da “fiilî saldırı” sonucu çıkartmış, Mahkeme de iddianameyi kabul ederek yargılamayı başlatmış. İlave olarak “terör örgütü mensubu” sıfatı da eklenirse kendimi nasıl savunacağım?

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ile Cumhurbaşkanı’nın MGK’da “Fethullahçı Terör Örgütü” olarak tavsiye kararı aldık” açıklaması ve  Bakanlar Kurulu kararı ile “tescilini gerçekleştireceğiz” demesi beni doğrudan ilgilendiriyor. En azından nasıl bir terör örgütüne üye iddiasıyla hakarete uğradığımı öğrenmem, Savcılığı takipsizlik kararına gözden geçirmeye zorlayacak kadar önemli olmalı.

Temel hak ve özgürlükleri alenî tehdit altında bulunan bir vatandaş sıfatıyla Mİllı Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine, aşağıdaki soruları içeren bir başvuruda bulunacağım:

Öncelikle Cumhurbaşkanı’nın söylediği doğru mudur? Son MGK toplantısıyla ilgili Genel Sekreterliğin basın açıklamasında yer verilmeyen “Fethullahçı Terör Örgütü” ve “”PDY” nin “terör örgütü olarak tescili”ni Bakanlar Kurulu’na “tavsiye kararı” alınmış mıdır? “Doğru mudur?” sorusunu, Başbakan ve Cumhurbaşkanı sıfatıyla Erdoğan’ın MGK’ya atfen daha önce yaptığı benzer içerikli “Kırmızı Kitap” ve “legal görünümlü illegal yapılar” açıklamalarının arkasının gelmemesine dayanarak soruyorum.

“FETÖ” ismini kim bulmuştur? Bu isim kimler tarafından benimsenmekte ve kullanılmaktadır? İktidarların kendilerini eleştiren veya muhalefet eden toplumsal veya siyasal kesimleri bu şekilde aşağılayıcı isimlerle yaftalamaları ülkenin güvenlik politkalarında nasıl yer bulacaktır? Herhangi bir muhalif kesimi “terör örgütü” olarak nitelerken, bir hukuk devletine uygun olarak benimsenen prosedür nedir?

Cumhurbaşkanı’nın Fethullah Gülen ismine ve ona saygı ve sevgi duyan kişilere atfen “FETÖ” ismini kullandığı, daha önceki beyanlarından açıkça anlaşılmaktadır. Dinin barışçı yorumlarını, hoşgörüye dayalı eğitim anlayışını savunduğu ve bu istikamette büyük başarılara ilham kaynağı olduğu için bu isme bendeniz de saygı duymaktayım. MGK marifetiyle aydınlatılmaya, her vatandaş gibi ihtiyacım var. Hedef alınan bu isim ve toplumsal kesimin bugüne kadar giriştiği terör eylemleri nelerdir? Bir terör örgütlenmesini gösterecek ve ülke güvenliği için tehdit oluşturacak hangi maddi delil veya iddialar söz konusudur?

Son olarak Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin Ergenekon temyiz kararının 166 sayfalık gerekçesinde “terör”, “terör örgütü” tanımlamalarına göre ve “kesinleşmiş yargı kararı olmadan terör örgütünden bahsedilemeyeceği” ihtarına, Dündar/Gül davasında İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “FETÖ/PDY olarak adlandırılan silahlı terör örgütünün varlığı yönünde kesin yargı hükmü mevcut olmadığına…(2016/162)” dair hükmüne göre, Cumhurbaşkanı’nın iddia ettiği karar, hangi yargı kararına müsteniddir?

PKK’nın silah bırakmadığını hükümet biliyordu

Cumhurbaşkanı, milliyetçi oylara mal olduğuna inandığı için çözüm sürecini bitirdi. Hesap açıktı; Diyarbakır’da Öcalan’ın mesajını okuttuğu zaman yüzde 42 oy alıyordu, Kürt kentlerini yıkarak yüzde 49 aldı.
Ortalama 5 metre arayla görev yapan 8 bin 500 polis. Erdoğan ve Başbakan Yıldırım Diyarbakır’ı ancak böyle bir polis ablukası altında ziyaret edebildi. Toplu açılış törenindeki herkese veryansın ettiği konuşmasında bir itirafta bulundu Erdoğan ve şöyle dedi: “Kuru kuruya silah bırakmak değil, gömecek ve betonlayacak. Bunların koordinatları da verilecek. Silahı bırakır bir müddet sonra da bıraktıkları yerden gelir alırlar. Olmadı bu ülkeyi terk etmek zorunda kalacaklar.”
“Betonlayacak, koordinat verecek…” fan- tezisini bir yana bırakalım, Erdoğan’ın, “Silah bırakır, bir müddet sonra bıraktığı yerden geri alır.” sözü önemli. Şu nedenle; Erdoğan çözüm sürecinin ilk günlerinden itibaren PKK’nın kolay kolay silah bırakmayacağını söyleyen herkesi hain ilan etti. İktidara yakın kalemler Erdoğan’ı Kürt sorununun öyle kolayca çözülmeyeceğini söyleyenleri, ‘PKK silah bırakacak diye korkmakla’ bile suçladı.
Oysa PKK dosyasını biraz bilenler için durum çok netti. PKK karşılığında çok büyük bir kazanım elde etmeden -mesela özerklik- silah bırakmazdı. Üstelik Suriye krizi PKK’ya yeni fırsatlar sunmuştu. Bölgede görev yapan güvenlikçiler de PKK’nın silah bırakacağına hiç inanmıyorlardı. İktidar sözcülerinin –sonradan muhalif Arınç dahil- her gün ‘PKK ha çekildi ha çekilecek’ açıklaması yaptığı o günlerde Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven ve Jandarma Alay Komutanı ile çekilme sürecini konuşmuştuk.
Bölgeyi iyi bilenler tutuklandı
Recep Güven, “Gerçekten silah bırakacaklar mı?” soruma gülerek, “Valla bize bir şey teslim eden yok.” demiş ve esprili bir dille alay komutanına dönerek, “Komutanım belki size bırakıyorlardır. Var mı öyle bir şey? Teslim aldınız mı silahları?” diye sormuştu. Ardından da çok net ifadelerle, “PKK silah bırakmaz. Hele asla teslim etmez. Ha bir kısmı silahları bir yerlere gömer, gerektiği zaman tekrar almak üzere. Sonra da ‘işte silahsız çıkıyoruz’ derler. Bu mümkün. Ama dikkat etmek lazım… Şimdi sınır dışına çıkıyorlar. Nereye gidiyorlar? Suriye’ye. PKK orada Kürt bölgesi kurmak için savaşıyor. Böyle bir dönemde Türkiye’de çatışmak zaten işine gelmez.” demişti. Biliyorsunuz, Recep Güven de bölgeyi çok iyi analiz eden onlarca güvenlikçi gibi görevden alındı. Hatta tutuklandı.
Çözüme hiç bir zaman inanmadı
Sonra ne oldu? ‘AKP, “PKK silah bırakma sözü verdi ama bırakmadı.” diyerek yeniden çatışma kararı aldı. Bu süreçte Erdoğan ve AKP iktidarı PKK’nın gerçekten silah bırakacağına inandı mı? Şüphe duymamızı gerektiren çok fazla işaret var. Muhtemelen Erdoğan o gün, siyasi geleceği için öylesini uygun gördü ve çözüm süreci başlattı. Yoksa çözüme inanmış değildi. Yaptığı matematik bir hesaptı. Bir dönem yakınındaki bir ismin ifadesiyle, -çözüm süreci yürürlükteyken bile- Erdoğan siyasi geleceği için Öcalan’ın idam edilmesi gerektiğine inansa gider İmralı’da ipi bizzat kendi çekerdi. İmralı’nın ipini çekmedi milliyetçi oylara mal olduğuna inandığı için süreci bitirdi.
Oy ihtiyacına göre üslubunu değiştiriyor
Hesap açıktı aslında. Diyarbakır’da Öcalan’ın mesajını okuttuğu zaman yüzde 42 oy alıyordu, Kürt kentlerini yıkarak yüzde 49 aldı. Şimdi yüzde 49’dan fazlasına ihtiyaç var. Bu nedenle dili ve tavrı daha da sertleşti. Görünen o ki daha da sertleşecek. Önceki gün Diyarbakır’da HDP ile ilgili söylediklerine bir bakın. ‘Burunlarından lime lime, fitil fitil getireceğiz’. Aynı Erdoğan 2 yıl önce öldürülen bir PKK’lı için yakılan ‘megri megri’ ağıtına gözyaşlarıyla eşlik ediyordu. Emine Hanım’la birlikte…
Şaşırtıcı mı? Hayır. Çünkü AKP’nin Kürt politikası başından bu yana Erdoğan’ın gelecek planına göre bir uçtan diğerine savruluyor. Ve AKP muhalifleri Kürt düşmanı olmakla, politika değiştiği zaman da, PKK ile işbirliği yapmakla suçluyor. Erdoğan etkileyici bir fütursuzlukla MHP’yi bile PKK ile işbirliği yapmakla suçlamadı mı? Ama ilginçtir, AKP iktidarı irtikap etmediği hiçbir suçla itham etmiyor muhalifleri. Oslo ve İmralı müzakerelerinde olduğu gibi…
Peki, yüzlerce şehit cenazesine ve sivil kaybına neden olan bu çatışma dönemi ne kadar sürer? Çok açık ki, iktidar ne kadar isterse o kadar. Ve Erdoğan eğer siyasi geleceği için gerek görürse yeniden bir çözüm süreci başlatır ve Diyarbakır’da yeniden megri megri ağıtı söyler. Hem de gözyaşları içinde… Hiç şüpheniz olmasın…

1 asker ve 1 polis şehit oldu

Şırnak'ta güvenlik güçleri ile PKK'lılar arasında çıkan çatışmada 1 polis şehit oldu. Siirt'in Pervari ilçesinde terör örgütü mensuplarına yönelik operasyonda ağır yaralanan bir asker şehit oldu.
Kaynak: DHA Haber tarihi: 30 Mayıs 2016 Pazartesi 10:00:15
1 asker ve 1 polis şehit oldu
Genelkurmay Başkanlığı, Siirt'in Pervari İlçesi'ndeki Doğan Üs Bölgesi güneyinde 29 Mayıs Pazar günü PKK'lı teröristlere karşı yürütülen operasyonda, teröristlerle çıkan çatışmada ağır yaralanan 1 askerin helikopterle kaldırıldığı hastanede kurtarılamayarak şehit olduğunu duyurdu.

Genelkurmay'ın açıklamasında ayrıca çıkan çatışmada 2 teröristin silahlarıyla birlikte ölü olarak ele geçirildiği bildirildi. Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi internet sitesinden yapılan yazılı açıklama, şöyle:
"29 Mayıs 2016 Pazar günü Doğan Üs Bölgesi güneyinde bölücü terör örgütü mensuplarına karşı yürütülmekte olan operasyonda, bölücü terör örgütü mensupları ile çıkan çatışmada bir kahraman silah arkadaşımız ağır yaralanmış, helikopter ile derhal hastaneye sevk edilmiş ancak hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak saat 20.47'de şehit olmuştur. Çıkan çatışmada iki terörist silahlarıyla birlikte ölü olarak ele geçirilmiştir. Bizleri derin bir acı ve üzüntüye boğan bu olayda hayatını kaybeden aziz şehidimize Allah'tan rahmet, şehidimizin değerli ailesine, yakınlarına, Türk Silahlı Kuvvetleri ile Yüce Türk Milletine başsağlığı ve sabır diliyoruz."

BİR ACI HABER DE ŞIRNAK'TA GELDİ

Şırnak'ta ise güvenlik güçleriyle PKK'lılar arasında çıkan çatışmada 1 özel harekat polis memuru şehit oldu.
Şırnak'ta PKK'lı teröristlerin kazdığı hendeklerin kapatılması, barikatların kaldırılması, halkın can ve güvenliğinin sağlanması ve teröristlerin etkisiz hale getirilmesi için 14 Mart'ta getirilen sokağa çıkma yasağıyla birlikte 'Şehit Jandarma Üsteğmen Mehmet Çiftçi Operasyonu' sürüyor.
Operasyonların sona yaklaştığı Şırnak kent merkezinde bu sabah saatlerinde PKK'lılar ile güvenlik güçleri arasında Bahçelievler Mahallesi'nde çatışma çıktı. PKK'lıların açtığı ilk ateşte 1 polis özel harekat memuru ağır yaralandı. Yaralı polis memuru olay yerine çağrılan zırhlı ambulans ile Şırnak Asker Hastanesi'ne kaldırıldı. Polis memuru burada doktorların yaptığı tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak şehit oldu.

Ordu ve Dış Politika – Gökhan Bacık

Özellikle hükümete muhalif çevrelerde bir süredir TSK ile ilgili bir algı yerleşmiş vaziyette: Buna göre dış politikada PYD sorunundan iç siyasette Kürt meselesine kadar sorunların kaynağı ve çözülememe nedeni olarak sadece hükümet eleştirilmektedir.

Aynı bakış açısı ise TSK’yı bu sorumluluk zincirinin dışında görmektedir. Buna göre TSK “güya”, hükümet gibi düşünmemekte Suriye krizinden, Kürt sorununa kadar pek çok konuda aslında daha “iyi” bir noktada durmaktadır. Hatta aynı bakış açısının bazı önermelerine göre TSK “perde arkasında” bu konularda hükümeti dengelemektedir.

Bu bakış açısının özü şudur: Son bir kaç yılda dış politikada ve Kürt sorununda ortaya çıkan sorunların sorumlusu siyasilerdir, TSK sorumlu değildir.
Peki bu bakış açısı doğru mu yoksa bir tür “şehir efsanesi”’ mi?

Mesela ne zaman bir asker PKK tarafından şehit edilse siyasilere çözüm süreci yüzünden eleştiri bombardımanı başlıyor. Bu kısmen elbette doğru bir eleştiridir. Ancak TSK’nın Çözüm Süreci’nde rolü yok muydu? “Bu yapılan yanlıştır ve ülkeye zarar verecektir.” diye bir üst düzey general istifa etti mi?
Yine bugün yüzlerce asker şehit olmuş durumda. Bunun salt sorumluluğu hükümetin mi? Hükümet, neredeyse TSK’ya şehirleri yok etme yetkisi vermiş durumda. Bir ordu bu kadar şehit verir mi? Bir savaşta verilmeyecek kadar şehit veriliyorsa bunun siyasi sorumluluğu hükûmete verilirken mesleki sorumluluğu TSK’nın generallerine verilmeli değil midir?

Aynı tür eleştirileri dış politikada yapmak da mümkün. Hükümete karşı okuma, TSK’yı “koruyarak”, bütün dış politikanın siyasiler ve MİT tarafından icra edildiğini ve asıl suçlunun onlar olduğunu ifade etmektedir. Bu kısmen doğru olsa da tamamen doğru olabilir mi?

Bugün eğer Kuzey Suriye’de Türkiye’nin arzulamadığı bir siyasi oluşum ortaya çıkmış, YPG askeri ile Türkiye’nin 50 yıllık müttefiki ABD askeri kol kola savaşıyor, IŞİD günlük olarak Türk topraklarını füze ile vuruyorsa bütün sorumlu siyaset mi?

Siyasi tarih olaylara böyle bakmaz. Eğer bugün bir IŞİD fiyaskosu varsa, eğer ABD askerinin YPG ile ortak savaşması bir başka fiyasko ise siyasi tarih bunu yazarken Türk siyasetçilerinin yanına dönemin Türk generallerinin de ismini yazar.

Ortadaki resim şudur: Türk dış politikasının oluşturduğu dinamikler tüm zamanlarda hiç görülmediği kadar anayurt güvenliğini tehdit eder sonuçlar üretmektedir. Bu noktaya gelinirken TSK neden belirleyici olmadı?
Burada TSK’nın eski dönemde olduğu gibi demokratik siyaset dışı çıkışlar yapmasını elbette kastetmiyorum.
Asker olsun sivil olsun bürokrasinin kuralları açıktır: Bir siyaseti uygun görmüyorsanız kurallar çerçevesinde eleştirirsiniz olmadı istifa edersiniz.

Türkiye’de bugün her şehit haber ile sorunların kaynağı olarak hatırlatılan Çözüm Süreci’nde kaç general istifa etti? Buradan çıkacak anlam şudur: Çözüm Süreci eleştirilecek bir şeydi ise bugün siyasiler kadar o dönemin generallerini de eleştirmeliyiz.

O nedenle Kilis’e veya Gaziantep’e her füze düşünce “bak hükümet nelere yol açtı” demek doğru ama kısmen doğrudur. Aynı zamanda nasıl oldu da bu kadar güçlü bir ordusu olan ülkenin başına bunlar geliyor diyerek kısmen de “başka yerleri” eleştirmek lazım.

Ancak bütün bu olup bitenlerde en “absürt” durum şudur: Hükümeti eleştiren içinde sol, milliyetçi, dindar, seküler gruplar olan büyük koalisyon her ne hikmetse TSK’nın “aslında farklı durduğunu ve sorunlara yol açan siyasetin kaynağı olmadığını” ifade eden bir algıyı yeniden üretip duruyor.

Asker-sivil ilişkilerinin tamamen demokratik normlar içinde olması gerektiğini düşündüğümü söyledikten sonra şunu not etmek isterim: Yukarıda TSK ile ilgili üretilen algı tam aksine en çok hükümetin işine yarar.
25 yıl sonra da siyasi tarihçiler muhtemelen şöyle yazacak: “Filan dönemde iyi veya kötü Türkiye’de ne olduysa bunun ortaya çıkmasında bazı küçük pürüzler dışında TSK-hükümet uyumunun katkısı olmuştur.”

Hotel Juliet'in sırrı


Hotel Juliet'in sırrı
NOKTA | Ertuğrul ERBAŞ / ertugrulerbas@derginokta.com
Profesör Haluk Savaş, Gaziantep Havalimanı’na indiğinde saatler gece yarısına dakikalar kalmıştı. Yorgun argın taşıdığı bagajıyla uçağa yanaşan merdivenlerden indi... İç Hatlar binasına doğru yürüdü. Ertesi gün başlayacak yoğun iş temposunun planlarını zihninden geçirirken bir Arap turistin apronda park halinde bekleyen yolcu uçağının önünde selfie çektiğini gördü. Tam da uçağın önüne geldiğinde dışındaki “Qatar” yazısını gördü.  Katar uçağının Antep’te ne işi vardı? Dubai’ye bir kaç kez gittiği için biliyordu ki Katar Havayolları’nın Gaziantep uçuşu yoktu. Biraz daha yaklaşınca uçağın pencere panjurlarının sıkı sıkıya örtülmüş olduğunu farketti. Merakı daha da arttı. Cep telefonunu çıkardı, sanal deklanşöre bastı. Çektiği o fotoğrafı Twitter hesabından şu yorumla paylaştı: “Katar Hava Yolları uçağı bayram değil seyran değil Gaziantep’te ne yapıyor ki acaba?”
Profesör Savaş’ın bu Tweet’i sosyal medyada etkili paylaşım aldı. İlgi onu da şaşırtınca Profesör Savaş’ın ‘imalı’ yorumu bu kez şöyle oldu: “Bu Tweet neden bu kadar ilgi gördü ki, anlayamadım? Basit bir soru... :)”
Tweet’in altına onlarca “dolarlı, silahlı, mücahitli” komplo teorisinin yerleşmesi gecikmedi. Ama -enteresandır- yorumlardan biri “ne var bunda?” tadındaydı:
“2011’den bu yana Suudi Arabistan ve Katar uçakları Antakya, Gaziantep Havaalanlarına düzenli sefer yapıyor.”

KATAR’IN ANTEP’E SEFERİ YOK

Ama internet sayfasına girip de sorguladığımızda görüyoruz ki; Katar havayollarının Gaziantep’e düzenli bir seferi falan yok.
Bırakın düzenli seferi Gaziantep’e inen tek Katar uçağı 2013 yılındaki bir C5 nakliye uçağıydı. O da Suriyeli göçmenlere insani yardım için inmişti. Ama yine de Gaziantep’i iyi bilen birine sormak lazımdı...

Profesör Savaş’ı ofisinden aradığımda telefona cevap veren kibar bir hanımefendi “Hocanın muayenede olduğunu” söyledi. Saatler geçti. Tam da “Herhalde aramayacak” diye düşünüyordum ki; telefonun gelen arama ikazına “342” alan kodu yansıyıverdi. Aynı kibar hanımefendi bu kez “Hocamız hatta” diyordu:
- Hocam; bayram değil seyran değil. Ne diye çektiniz o fotoğrafı?
- Ben vatandaşlık sorumluluğu taşıyan biriyim. Bu sorumluluk, beni çevremde olan bitene karşı daha bir duyarlı olmama zorluyor.  Suriye derken, IŞİD derken o sorumluluk duygum daha da katlandı. Biliyor musunuz? Antep Emniyetine  yapılan bombalı saldırıdan önce o caddede üç burkalı kadın görmüştüm. O burkalı kadınları da çok şüpheli bulmuştum. Ama yanlış anlaşılır diye paylaşmadım. Keşke paylaşsaydım...
- Uçağı da şüpheli mi buldunuz?
- On altı yıldır Gaziantep’teyim. Bakınız kaçtır bu havalimanını kullanıyorum. Ama şimdiye kadar hiç Katar uçağı görmüş değilim. Hem de bir çok kez Dubai’ye gitmeme rağmen. Üstelik uçağın pencerelerinin kapalı olması da garibime gitmişti.
- Attığınız Tweet’in bu kadar ses getireceğini öngörmüş müydünüz?
- Hayır. Hem ben o Tweet’te yorum yapmadım ki? Sadece bir soru sordum. Haksız da bir soru değil... Sorumlu bir vatandaş olarak merak ettim: “Bu uçağın burada ne işi var?”

ŞEYTAN AYRINTIDA...

Acaba bir ipucu var mı diyerek Haluk Hoca’nın paylaştığı fotoğrafı inceliyorum. Küçük bir araştırmanın ardından fotoğraftaki uçağın bir Airbus A319 olduğunu bulmam uzun sürmüyor.  Katar Havayolları internet sayfasının “aktif filomuz” diye anonslanan bölümüne baktığımızda anlıyoruz ki, Airbus A319’dan iki adet var:

Başka bir havacılık sayfasına baktığımızda ise o iki A319’un tescil işaretleri ve isimlerine ulaşıyoruz: A7-CJA / Al Hilal ile A7-CJB / Al Jasra uçakları.

Haberin devamını daha iyi anlamanız açısından kısa bir ansiklopedik bilgi:
Tıpkı otomobilleri tescilleyen plakalar gibi sivil havacılıkta her uçağın bir “Milliyet İşareti” (National Mark) ile “Tescil İşareti” (Registration Mark) bulunur. Bu işaretlerin niteliği, ICAO (International Civil Aviation Organization - Uluslararası Sivil Havacılık Organizasyonu) EK7 sözleşmesinde A’dan Z’ye tüm detaylarıyla belirlenir. Türkiye’de ise SHGM (Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü) “Hava Aracı Milliyeti ve Tescil İşaretleri Talimatı”nda konu ayrıntılı olarak düzenlenir.
Talimata göre; milliyet ve tescil işareti uçağın kuyruk kısmında “tastamam” olarak yer alır. Tescil işaretinin son iki harfi ise NLG (Nose Landing Gear - Burun İniş Takımı) kapısı üzerine yazılır.
Şimdi burası önemli: Adı üstünde; tescil. Dolayısıyla hiçbir uçağın tescil işareti aynı olamaz.
Bu kısa bilginin ardından Haluk Hoca’nın paylaştığı fotoğrafı incelemeye devam edelim. Uçağın bir Airbus A319 olduğunu söylemiştik. Her ne kadar kuyruk kısmı kadraja girmese de uçağın NLG kapısı üzerindeki tescil işareti rahatlıkla okunabiliyor: HJ (Hotel-Juliet). Uçağın ismi ise Al Ziyarah olarak okunuyor.
Bir “akıl yürütme” ile HJ tescil işaretinin baş kısmını şöyle dolduruyoruz:
1) Uçak Katar uçağı. Dolayısıyla milliyet işareti A7 olmalı.
2) Uçağın tescil işaretinde HJ’den önceki harf A olmalı. Çünkü Katar Havayollarının tüm Airbus uçaklarında böyle.
3) Böylece uçağın milliyet ve tescil işareti tastamam A7-AHJ (Alfa-Seven-Alfa-Hotel-Juliet) olmalı.
Uçağın milliyet ve tescil işaretinin A7-AHJ olduğunu böylece anladık.  Bu kez A7-AHJ’nin başka fotoğrafları olup olmadığına bakıyoruz. Var... Havacılık sayfalarında A7-AHJ Qatar uçağının onlarca-yüzlerce fotoğrafı bulunuyor. Çekim tarihi açısından bize daha yakın olan bir fotoğrafı seçiyoruz:
A7-AHJ’nin aşağıdaki fotoğrafı 14 Şubat 2015 tarihinde Oliver Scheich tarafından Almanya’da çekilmiş. Fakat bir gariplik var! HJ (Hotel-Juliet) tescil işaretli iki uçak aynı değil... İşte ayrıntıda saklanan şeytanın ayak izi...
Her iki uçağın da NLG kapısı üzerindeki tescil işareti aynı: HJ (Hotel-Juliet). Ama iki uçak arasında bariz farklar var. En görüneni “emergency” çıkış kapıları.

Oliver’in fotoğrafını çektiği HJ’nin iki acil çıkış kapısı var. Oysa ki, Haluk Hoca’nın fotoğrafladığı HJ’nin ise tek çıkış kapısı var.
Nedeni şu: Oliver’in resimlediği HJ, bir Airbus A320. Oysa ki Gaziantep’te Haluk Hoca’nın resimlediği HJ ise bir Airbus A319 idi... Eğer; Haluk Hoca’nın çektiği uçak gerçek HJ ise, Oliver’in çektiği uçak ne? Ya da; Eğer; Oliver’in çektiği uçak gerçek HJ ise, Haluk Hoca’nın çektiği uçak ne?

Belli ki son derece katı olan uluslararası havacılık kurallarına rağmen aynı tescil işaretini iki ayrı uçak kullanıyor.  Gizemli bir uçak gerçek HJ tescil işaretini sahte biçimde kullanıp, kayıtlarda gözükmeyen gizemli bir uçuş yapıp Gaziantep’e iniyor. Tescil işareti anlaşılan o ki gerçek değil... Uçuş kayıtlarda yok... Camlar tamamen kapalı... Yük ise meçhul…

KARANLIK TARAF...

“Acaba bir yerde hata mı yaptık? Peşine düştüğümüz teori doğru mu?” sorularıyla havacılık alanında uzman bir kaptan pilotun yolunu tutuyorum. Kaptan pilot dediysek “harbi” kaptan pilot. Sivil havacılığa geçmeden önce yıllarını yurt savunmasında harcamış TSK’nın yetiştirdiği nadide bir pilot.
Eğitim verdiği ofisinde biraz üzgün buluyorum kaptan pilotumuzu. Sebebi Van’daki son altı şehit... “Çok devrelerimi, öğrencilerimi kurban verdim bu terör belasına...” diyerek başlıyor söze. Kısa bir girizgahın ardından sorular:

- Teorimiz doğru mu?
- Doğru! ICAO (International Civil Aviation Organization - Uluslararası Sivil Havacılık Organizasyonu) sözleşmesine göre her uçağın milliyet ve tescil işareti farklıdır. İyi yakalamışsınız.
- Yani iki uçağın tescil işareti aynı olamaz?
- Evet olamaz.
- E nedir peki bu işin sırrı?
- Uçağın tüm parçaları içinde mutlaka bir kimlik bilgisi taşır. Motorunda... Kanat unsurlarında... Kaza-kırım araştırmalarında düşen bir uçağın kimliğine buradan ulaşılır. Tescil işaretleri ise boya ile yazılır. Sonuçta bir boya... Sil, yerine istediğini yaz...
- O zaman bu uçak bir “örtülü operasyon” uçağı mıydı?
- İçinde ne vardı ne taşıyordu bilemem. Siz de söylediniz. Gaziantep havalimanında  HJ (Hotel-Juliet) iniş ve kalkışına dair bir bilgi yok.
Biz uçakları ikiye ayırırız; State Aircraft  (Devlet Uçağı), Sivil Aircraft (Sivil Uçağı). Devlet işlerinin zaman zaman “dark side” (karanlık taraf) vardır. (Karanlık taraf derken sırlı-gizli taraf kastediliyor. E.E.) Bir savaş pilotu olarak bizzat ben de zaman zaman gizli operasyonlara katıldım. Devlet gizli operasyon yapar. Bunu her devlet yapar. Gizli operasyonlar sırasında da devletin enstrümanları kullanılır. Örneğin CIA. Guantanamo dışında, sorgulama için CIA çoğu zaman “uçak hapishaneleri” kullandı. Sorgu uçakları oradan oraya uçtu durdu. Kimsenin ruhu duymadı.
- Ama gerektiğinde de senatoda, kongrede hesap verdiler.
- Evet. İşin asıl önemli tarafı da bu. Hesap verilebilirlik.
- Peki “dark side” bir operasyonda, bir sivil enstrüman kullanmak sivil havacılık mevzuatına uygun mu?
- Katar HJ (Hotel-Juilett)’i soruyorsunuz?
- Evet.
- Ben size bir şey söyleyeyim mi? Katar havayollarının bile belki bu uçaktan haberi yoktur. (Gülüyor.)
- Sanırım bizim haberimizle artık öğrenecekler. Peki böyle bir kullanımın uluslararası sivil havacılık nezdinde bir yaptırımı olabilir mi? Mesela bir soruşturma?
- ICAO (International Civil Aviation Organization - Uluslararası Sivil Havacılık Organizasyonu) katı kurallara sahiptir. Bırakın bunu, sıradan bir uçak tescil hatasını bile affetmez.
- Kapalı panjurlara ne diyorsunuz?
- Ben de uçağın panjurlarını park halinde iken kapatırım. Ama gündüz! Neden? Güneş ışığı ile kabin gereksiz ısınmasın diye. Ama bu fotoğrafta panjurlar gece bile kapatılmış. Demek ki görülmesini istemedikleri şeyler var. (Bir tebessüm daha...)
- Peki HJ (Hotel Juliet)’in bu halinden bizimkilerin haberi var mıdır?
- Olması lazım. Sonuçta her uçak kendi kimliğiyle uçar. Öyle ben geldim olmaz. Uçağın daha alana inmeden ne zaman geleceği, kimliği falan bunların hepsi bellidir. Muhtemelen de HJ (Hotel-Juliet)’in gerçek kimliğini bizimkiler biliyordur.

O UÇUŞ KAYITLARDA YOK!

Hesap verilebilirlik... Evet devletlerin gizli operasyonları mutlaka olacaktır. Bunu zaten kimse inkar etmiyor. Ama bu noktada görüşlerine başvurduğumuz kaptan pilot da hesap verilebilirlik unsurunu altını özenle çiziyor.
Katar Havayolları’na ait HJ (Hotel-Juliet)’in uçuş kayıtlarına bakıldığında bir Gaziantep destinasyonu görünmüyor.
Belli ki kayıt dışı bir uçuş...
Ne diyordu Haluk Hoca: “...bayram değil seyran değil”
O halde o meşhur tekerlemeyi devam ettirelim; “Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?”
Enişte kimdi?
Öpücük, bir hayat öpücüğü müydü?
Yoksa “alengirli” bir öpücük mü?
Ve asıl önemli soru:
O öpücükten “baba”nın haberi var mıydı?
Hangi babanın olacak?
Devlet babanın...

KARARTMA MI VAR?

Ökkeş Özekşi, Gaziantep’in “kulağı delik” gazetecilerinden biri. “gazete27.net “ adlı internet sitesinin de sahibi olan Özekşi’ye malum uçağı sorduk: “Sosyal medya olsun, sitemde olsun ben de bu soruyu sordum: ‘bu uçak neyin nesi?’ Ama her nedense hiç bir cevap alamadım. Uçak hakkında kimse bir şey söylemiyor. Aldığımız bir duyuma göre Katar emirinin annesi mülteci kampını ziyarete gelmiş... Bu uçak da onun eşyalarını getirmiş... Ancak ben şahsen bu senaryoya pek ihtimal vermiyorum.''

28 Mayıs 2016 Cumartesi

27 Mayıs sabahı Köşk'te neler yaşandı

1960 darbesinin bilinmeyenleri: 27 Mayıs sabahı Köşk’te neler yaşandı? – İdris Gürsoy

    

Bugün AKP ile ittifak içindeki ulusalcıların ‘devrim’ diye kutsadıkları 27 Mayıs, her yönü ile iyi planlanmış ‘başarılı’ bir darbeydi. Ülkeyi yeniden dizayn eden 1960 darbesinin üzerinden 56 yıl geçmesine rağmen bazı sırları ise hala açığa çıkmadı. Çankaya Köşkü’nde darbe sabahı neler yaşandı? Kim tarafından ve ne zaman kurulduğu bilinmeyen ‘Sekreterya’ örgütünün görevi neydi?

27 Mayıs 1960 sabahı, DP iktidarı son anlarını yaşıyordu. Bir avuç cuntacı hükümeti devirmek için harekete geçmişti.

Daha birkaç gün öncesine kadar yüz binlerce insanın peşinde koştuğu Başbakan Adnan Menderes Eskişehir’de tutuklandı.

Yaprak bile kıpırdamadı.

Ankara’daki kilit noktalara operasyonlar düzenlendi.

Tankların yönü Çankaya Köşkü’ne çevrilmişti.

Gözaltına alınmak üzere olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar, son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Saruhan Sancağı milletvekili olarak giren bir ittihatçıydı. Kurtuluş Savaşına “Galip Hoca” takma adıyla katılmıştı, İstiklal madalyası vardı. Atatürk zamanında bakanlık ve 1937-1939 yılları arasında başvekillik yapmıştı.

Tecrübeli devlet adamı, 10 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminin sonuna geldiğini anlamıştı. Ancak bir darbe ile indirilmeyi içine sindiremiyordu.

Direnecekti.

Silahını hazırladı. Muhafız Alayı Komutanı’nı, Köşk’ü koruması için göreve çağırdı. Bilmediği, Osman Köksal da darbeciydi.

Sözünü dinletemedi!

Son bir hamle yaptı. ‘Gitmiyorum; beni öldürün: ben komiteciyim!..” dedi, ancak beklemediği bir cevapla karşılaştı: “Biz sizin katil polisleriniz değiliz! Kan dökmeyeceğiz.”
Bu kısa konuşma DP iktidarında ülkenin nasıl bir uçurumun kenarına geldiğinin özetiydi.

27mayis

GÜÇ ZEHİRLENMESİ VE KAÇAN FIRSAT

1950’de seçimlerle iktidara gelen DP, özellikle 1957’den sonra adeta güç zehirlenmesi yaşadı. Demokratik yoldan saptı. Muhalefet ve basın üzerindeki baskılar arttı. CHP lideri İsmet İnönü, mücadeleyi Anadolu’ya taşıdı. Gerginlik tırmandı. İstanbul ve Ankara’da öğrencilerle polis arasında çatışmalar çıktı. Menderes’in bir ‘dikta rejimine’ doğru gittiği düşüncesi özellikle aydınlar arasında büyük endişe kaynağıydı. DP’li milletvekillerinden oluşan Tahkikat komisyonuna geniş yetkiler verilmesi ve ardı ardına gelen yasaklar ülkeyi yönetilemez hale getirdi.

1954’ten bu yana fırsat kollayan cuntalara gün doğmuştu. Kışlalar hareketliydi. Darbe söylentileri yayılıyordu.

29 Nisan 1960 gecesi Prof. Fuat Başgil, dikkate değer bir tavsiyede bulundu Menderes’e; ‘Tahkikat Komisyonu yetkilerini gözden geçirmek üzere kanunu tekrar Meclis’e gönderin.

Bilhassa gençliğe karşı çok sert tedbirler almamalısınız.” Prof. Dr. Başgil, ilerleyen saatlerde Menderes ve Bayar’la baş başa görüşmesinde de hükümetin istifası ve yeni bir koalisyon kurulmasıyla krizin aşılabileceğini söyledi. Menderes, darbeye ihtimal vermiyordu ama endişeliydi. Cumhurbaşkanı Bayar ise geri adım atmadı; “Ben hiçbir şekilde bu görüşe katılmıyorum. Bilakis, son derece sert davranmak ve tahrikçileri, nümune-i imtisal olmak suretiyle cezalandırmak lâzımdır. Hükümet makamlarının çalışma tarzı, şimdi böyle olmalıdır…” diyerek Başgil’in önerilerini reddetti. Bir fırsat kaçırılmıştı. Sıkıyönetim ilan edildi. Gazetelere yayın yasakları geldi.

6 Mayıs’taki Harp Okulu yürüyüşü ise darbenin habercisiydi. Ordu içindeki bir grup bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Önemli mevkilere tayinler yaptırıldı. Ankara’ya kuvvet kaydırılmasını son anda önlediler. Cunta için en kritik nokta Çankaya Köşkü’ydü. Cumhurbaşkanı Muhafız Alayı elindeki asker ve silahlarla direnirse darbe başarıya ulaşamayabilirdi. Ancak onu da hesap etmiş, tedbirlerini almışlardı.

27 Mayıs sabahı Cumhurbaşkanı’nı tevkif eden subaylar tarafından hazırlanan ‘rapor’, Celal Bayar ile cuntacıların karşı karşıya geldiği anı dakika dakika anlatıyordu. Raporda cuntada sadece birkaç kurmay subayın bildiği gizli bir yapılanma olan ‘Sekreterya’nın Müdürü Kurmay Albay Selim Işıner’in de imzası bulunuyordu:

27mayis1

İŞTE O RAPOR: SİLAHLAR ATEŞE HAZIR!

Mayıs 1960 Cuma. Saat: 04.15…

1-Harp Okulu giriş kapısının önünde alınan inzibat tedbirlerine rağmen, mahşeri bir kalabalık mevcut; gözler sevinçten parlıyor; parmaklar, temizlenmiş silahların tetiklerinde; her an ateşe hazır.

Subaylar ve Genç Harbiyeliler, gruplar halinde bulunuyor. Ortadaki grupta iki general, (Harp Okulu Kumandanı Tuğg. Sıtkı Ulay ve Veteriner Tuğg. Burhanettin Uluç) durumu görüşmekteler…

Saat: 05.05’dir; bu grubun yanına, seferi teçhizatlı Piyade Binbaşısı Dursun Soysal gelerek, şu haberi veriyor:

– Muhafız Alayı’ndan geliyorum; her şey tamam; vakit geldi; planı tatbike koyabiliriz; harekatı desteklemeyen bir jandarma taburu var; ihtiyatlı hareket şart!..

2 – Durum, bir kaç dakika içinde, muhakeme edilerek, yeni takviye Kıt’aları alınmasına karar verildi; bu esnada emre hazır bulunan iki açık jeep, yolun ortasında harekete hazır bulunmaktalar.

3- Saat: 05.15. Hareket’ten bir kaç dakika evvel şu haber alındı:
-Ankara şehrinde, Cumhurbaşkanlığı Köşkü hariç, hiç bir yerde mukavemet yoktur; Çankaya, ateşsiz mukavemete devam ediyor…

4- Köşk istikametinde hareket eden kumandan jeepinin ani durması ile, bunu takip eden arkadaki jeep çarpışıyor ve Kurmay Albay Selim Işıner, sağ yanak ve sol kolundan ve Kurmay Yarbay Cevdet her iki ayağından yaralanıyor; fakat, herkes son damla kanına kadar vazifeye devam azmindedir.

5- Köşk Nizamiye Kapısına yaklaştığımız sırada, Tümgeneral Muharrem Kızıloğlu’nun, bir taburla, Köşk’ün gerisini kuşatmak üzere hareket ettiğini öğrendik.

6- İhtiyati bir tedbir olmak üzere, General Burhanettin Uluç tarafından, Süvari Taburu’ndan bir bölük, icabında yaya muharebesine katılmak için ileriye alındı; muvakkat bir zaman için, oradaki yaya birliklerin kumandası, Kurmay Albay Selim Işıner’e verildi; herhangi bir baskına uğramamak için birlikler mevziie sokuldu ve tedricen ilerleme emri verildi.

7- Alınan diğer tedbir ve tertipleri şöyle hülasa etmek mümkündür:

a) Tuğgeneral Burhanettin Uluç, Muhafız Alayı’ndan bir bölük kumandanına, Kurmay Albay Osman Köksal’ı çağırması söylendi.

b) Yakın emniyet sağlamak için tanklar, iç bahçeye celp edildi.

c) Topçu Binbaşı Abdullah Tardu, kapı polisine, Celal Bayar ve genel sekreteri görmesini, Bayar’ın şahsi emniyetini sağlamak maksadıyla içeri girilmek istenildiği söylenildi.
Bir iki dakika sonra Muhafız Alay Kumandanı Kurmay Albay Osman Köksal geldi:

“ -Bu, İnkılap mı?..” diye sordu.

Kumanda kademesinde olanlar:

“ -Evet, İnkılap!..”diye cevap verdiler ; o esnada bir jandarma üstçavuş gelerek :

“ -Bu da onlardandır…” diyerek, Osman Köksal’ın tabaca ve fişeklerini aldı.
Kurmay Albay Selim Işıner: “ – O mert ve namuslu bir askerdir; silahını geri ver!..” dediği duyuldu.

General Buhanettin Uluç:“ – Albayım, her şey bitmiştir; boş yere kan dökülmesin; kıt’alarınızı geri çekin!..” emrini verdi.

Alay Kumandanı Köksal: “ – Birliklerin çekilmesi emrini verdi;

“-Giriş yollarını tutan jandarma birliklerini ikna edemediğini; her an ateş ihtimalinin mevcut olduğunu…” tekrarladı.

d) Bu esnada, içeri gönderilen kapı polisi avdet etti:

“ – Yalnız General’ın içeri girebileceğini!..” bildirdi.

Tank kumandanına şu emir verildi:

“-Kumanda heyeti, topluca içeriye girecek; şayet biz 5 dakikaya kadar geri dönmezsek, irtibat aranacak ve silah sesi duyulduğu takdirde, evvela havaya, sonra, Köşk’e ateş açılacaktır!..”

e) Köşk kapısına takriben 10 metre mesafede iken, Sakıt Cumhurresi’nin Sekreteri Münir Faik Ozansoy koşarak geldi ve General’e hitaben:

‘-Yalnız siz içeri girebilirsiniz!..’ dedi, fakat kumanda heyeti, bu itiraza ehemmiyet vermeksizin, topluca ilerlediler .

f) Baş Yaver Mustafa Tayyar, silahsız olduğu halde, cüzi bir mukavemet göstermiş ise de çekilmeye mecbur edildi.

g) General Burhanettin Uluç, Celal Bayar’ın nerede olduğunu sordu. Yaverler odasının yanındaki salonda olduğu öğrenildi.

h) Kurmay Yarbay İsmet Özbudak ve diğer bir arkadaş, kapının tül perdesini tabanca namlusu ile aralayarak açtılar.

– Salonda görülen manzara şöyle idi:

a) Sakıt Cumhurbaşkanı, bilardo masasının yanında, ayakta duruyordu; grubun içeri girmesi ile, O’nun da ilerlemesi aynı zamanda oluyor; benzi uçuk, heyecanını gizler bir hali vardı; sert bir sesle:

“- Benden ne istiyorsunuz?..” dedi.

General Burhanettin Uluç:

“ – Bunun böyle olmasını istemezdik; bizi siz mecbur ettiniz; yapılan her türlü ikazlara aldırış etmediniz; ve Ordu, sizi istemiyor; bir kaç gün Harp Okulu’nda sizi misafir etmek üzere, almaya geldik; buyrun!..” dedi,

Bayar: “ – Gitmiyorum; ben, Millet’in İradesi ile giderim; hangi sıfatla beni götürmek istiyorsunuz?..”

General: “ – Gitmeniz şahsi emniyetiniz için zaruridir; götürmek mecburiyetindeyiz!..”

Celal Bayar: “ – Gitmiyorum; beni öldürün: ben komiteciyim!..” dedi.

b) Dakikalar geçtikçe; konuşma sert bir safhaya girmiş ve etraftan ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Bilhassa holden girişte sağdaki odada bazı kimselerin toplandığını gören Kurmay Albay Selim Işıner, Kumanda Heyeti’nin emniyetini sağlamak için, odada bulunan 6 kişinin üzerlerini aradı; bunlardan biri de, Munis Faik Ozansoy idi; hiç birinde silah bulunmadı; geri çekilmeleri söylendi.

c) Celal Bayar’ın son sözü, bütün arkadaşların itirazı ile karşılandı:

“ – Bizler katil polisleriniz değiliz; bizler Türk efkarı umumiyesinin arzusunu yerine getirmek için buraya gelmiş, Hürriyet Aşığı Ordu Subaylarıyız; asla katil olmayacağız!..”

Celal Bayar: “ – Beni buradan ancak Milli İrade çıkarır ; götüremezsiniz!..”
Yarbay Kemal Tüfekçi: “ – Milli İrade’yi çiğneyen bir kimsenin yeri burası olamaz!..” .

Binbaşı Tardu: “ – On senelik kötülüklerinize yenilerini eklemek için mi burada kalmak istiyorsunuz ? Bizim vazifemiz, sizi, layık olduğunuz yere sevk etmektir!..”

Kurmay Albay Selim Işıner: “- Vakit tamam ; acele edin; tehlike var!..” deyince, Celal Bayar, sağ cebinden çıkardığı, üzeri nikelajlı bir tabancayı karşısındaki subaylara tevcih etti. Nefis müdafaası ve fena bir neticeyi önlemek üzere, aşağıda isimleri yazılı subaylar kollarını zapt etmeye çalışmış; bu defa da tabancayı kendi şakağına götürerek, kendi cezasını kendi vermek; Kansız İnkilabımızı lekelemek istemiş; fakat, Kurmay Yarbay İsmet Özbudak’ın müdahalesi ile bu da önlenmiştir.

Sağ tarafında: Cevdet ve Kemal; sol tarafında: Kurmay Yarbay İsmet Özbudak ve Binbaşı Abdullah Tardu, Bayar’ın menfi hareketlerini kontrola çalışmaktadır; bütün gayretlere rağmen gitmediğini gören, Kurmay Albay Selim Işıner, Bayar’ın ceketinin arka yakasından çekerek yere devirmek mecburiyetinde kalmıştır. ( ULUS Gazetesi, Ankara – 28 Haziran 1960, Sayfa: 1, İçişleri Bakanlığı’na verilmek üzere, harekata katılan 7 kişi tarafından hazırlanan ‘Tarihi Rapor’)

mayis1

27 Mayıs 1960 darbesini basın, ve üniversite gençliği sevinçle karşılamıştı.

“SEKRETERYA’YA GELİNCE…

27 Mayıs, her yönü ile iyi planlanmış başarılı bir darbedir. Üzerinden 56 yıl geçmesine rağmen bazı noktalar açıklığa kavuşmamıştır. Bunlardan biri de kimin tarafından ne zaman kurulduğu bilinmeyen “Sekretarya”dır. Cemal Gürsel ve Alpaslan Türkeş dışında Milli Birlik Komitesi üyeleri bile bu gizli örgütün varlığından haberdar değildir. Kurmay Binbaşı Avni Elevli, örgütün nasıl çalıştığını şöyle anlatıyor:

“O gün, (27 Mayıs 1960 Günü) Komite’nin faaliyetlerini kolaylaştırmak üzere, bir muvakkat ‘Sekreterya’ kuruldu; Sekreter, Kurmay Albay Selim Işıner’di; ben ve diğer 4 kurmay subay burada çalışmak üzere görevlendik. İlk işimiz, radyo yayınlarının muntazam yapılmasını tanzim etmek oldu; Radyoevi, PTT ve Anadolu Ajansı (AA) bize bağlandı; her birine ilgili hizmetlere göre, muhabere subayları verildi. Böylece, bütün vilayetlerle irtibatımız, kısa zamanda oldu; ve Milli Birlik Komitesi’nin kararlarını her vilayete süratle ulaştırabilmek imkanı hasıl oldu; bu husus, bir saat içinde ikmal edilmişti…

Burada, PTT mensuplarının hizmet ve yardımlarını tekrar etmek isterim; geceli gündüzlü, aksaksız, cansiparane çalıştılar; ve bütün hizmetlerin noksansız yürütülmesinde çok büyük rol oynadılar. Bu ‘Teşkilat’ içindeki, muhtelif kademelerde görevlendirilmiş Muhabere Subayları, kısa zamanda, duruma ve hizmete intibak ettiler; mekanizma, eski devirdekilerden çok daha muntazam ve mükemmel çalışıyordu. Bu üç teşkilatta (PTT -Radyo – Anadolu Ajansı) 60’a yakın Muhabere Subay çalışıyordu; Sekreter Kurmay Albay Selim Işıner, Muhabereci olduğu için, işlerin yürütülmesi çok iyi planlanıyor ve en ufak bir aksama görülmüyordu.

Milli Birlik Komitesi’nin kararlarına uygun olarak 10 gün (27 Mayıs 1960 – 06 Haziran 1960) bütün ‘Teşkilat’, hiç uyumadan, gece gündüz aynı hummalı faaliyet göstererek, milli vazifesini yaptı; böylece, her vilayetteki Askeri Teşkilat’ın bütün suallerini, bütün imkansızlıklarını ve bütün müşkillerini karşılamak ve cevaplamak imkanı elde edildi.

‘Sekreterlik’in, muhafız, haber hizmetleri ve ani baskınlarla ilgili (Ankara Kumandanlığı ile müşterek) hizmetlerini gören ve ‘Sekreterlik’ içi düzeninde kurulu muhabere cihazlarını çalıştıran dört muhabere subayının hizmetleri unutulmayacak kadar mükemmeldi. Büromuza, halktan namütenahi müracaatlar oluyor; ihbarlar yapılıyor; ve hepsi: ‘- Lütfen bize vazife veriniz!..’ diyorlardı; bu, hem bizi mesut ediyor ve hem de işlerimizin kolayca yürütülmesinde çok büyük yardımlar yapmalarına imkan veriyordu. Bilhassa, tevkif edilmek üzere bulunan Sabıklar’ın (Demokrat Partililerin) yakalanma ve evrak kaçırmalarını önleme gibi vesair hususlardaki yardımları, küçümsenemeyecek kadar çoktu.” ( “Hürriyet İçin” , Avni Elevli (Top. 1944 – 6) , Yeni Desen Matbaası, Ankara – 1960 , Sayfa : 43 – 47)

27 Mayıs, kamu kurumlarındaki tasfiyelerle devleti yeniden biçimlendirdi. Toplumsal mühendislik yaptı. Darbeciler yargı karşısına çıkarılamadı. Bugün “27 Mayıs bir devrimdir” diyen Ergenekoncular ve “Ulusalcılar”ın iktidardaki AKP ile işbirliği içinde ülkeyi yönetiyor olması bu darbe sırlarını az çok bilenler için şaşırtıcı değildir…