3 Ağustos 2011 Çarşamba

Ordular ve Ülkücüler / Ahmet Turan Alkan


O fotoğraf doğru fotoğraf; askerimizin bugüne kadar kendi içinde liste tanzim edip siyasilere imzalattırarak hükümet ve meclisi noter mevkiine koyması yanlıştı; biz buna yıllarca müsaade etmekle orduyu kendisi için varolan bir kurum yaptık ve haksızlık ettik.

Görevini kendisi yazan bir kurumun bundan daha iyi cümle kurması beklenemezdi. Bu yanlışı ordu içinde görüp değerlendiren az adam çıktı, buna üzülmeliyiz. Orduda özeleştiri yapmaya kalkışanların hâlâ aşağılanması, yalnızlaştırılması, köşeye itilmesi "Orduevine nasıl gideceksin bu yüzle" diye muahezeye uğraması câlib-i dikkattir.

Ordunun ayrı bir yargı sistemi bile var ama kendi zaaf ve nâkısesini görebilecek bakış açısı yok demek ki. "Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar" sözü herkes için geçerli. Ordu, devlet içinde toplam gücün önemli bir kısmını kuruculuk kıdeminden ve Milli mücadeleyi kazanmış olmanın verdiği onurdan ötürü sahiplendi ve denetimsiz kullanmaya alıştı. Darbe yapıp seçimle gelmiş başbakanı astırabiliyordu ama velev ki herhangi bir generalini aklından darbe geçtiği için yargılamak lüzumunu hissetmiyordu.

Aşırı güç dejenere eder, öyle oldu. Şimdi olup bitenler, orduyu geçelim, devletin menfaatinedir. Hayırlı oldu, inşallah fazla gecikilmemiştir.

Askerlerimizin bu günlerde mahzun durmasına pek gönlüm razı gelmiyor ama lazımdı, gerekliliğine inanıyorum. Sistem kendi ârızasını görmeyince hariçten müdahale kaçınılmazlaştı. Yıllardan beri tekrar edip durduğum asıl tehlike, ordunun muhariplik vasfını kaybetmesi ihtimali idi. Rutin uygulama ve askerî edebiyat, hamâsetin tekrarı üzerine kurulduğu için muhariplik ruhunun eksikliği hissedilmeyebilir, hatta daha kötüsü eleştirinin mahiyeti anlaşılmaz, "Neden bahsediyor bu adam" tepkisi verilebilir. Askerin muhariplik vasfına bir toplum az ihtiyaç duyar ve ihtiyaç duyduğunda onu yerinde bulabilmelidir.

Bizim ordumuz internet medyacılığında bile boy göstermiş; "Hayatın her alanında biz varız ve başarılıyız" iddiasını pek severlerdi, hâlâ var mıdır bilmem. Sanatkâr-zanaatkâr, ehl-i hüner olmanıza gerek yok; muharip olmanız şart ve kâfidir; artısı gerekmez. Muhariplik vasfınıza ihtiyaç duyduğumuzda o vasfı yerinde bulamazsak ikaame edebileceğimiz bir başka yer yok. Orduların yedeği olmaz, alternatifi hiç.

Bazen düşünürüm, "Ahali hâlâ Ülkücülerde ne buluyor?" diye; cevap tavazzuh ediyor: Geleneksel muhariplik ruhu, yiğitlik ülküsü, toplum uğruna adanmışlık ve feragat hisleri. Tek kelime ile recüliyet; ahalinin ürkeklik değil erkeklik diye tarif ettiği şey. 12 Eylül'ün Mamak işkencecileri, dayak ve küfürle haysiyetini kırmaya çalıştıkları ülkücüleri, "Siz kim, devlet kurtarmak kim; sırtınızda gömleğiniz yok" diye manevi bozguna sürüklemişlerdi. Sırtında gömleği yok ama yüreğinde, işkencecilerde, kaşarlanmış bürokrat takımında olmayan bir recüliyet vardı. Toplum bunu gördü ve hayal kırıklığı pahasına o yiğitlik ve dürüstlük ruhunu yedekte tutuyor.

Olayları okumuyor musunuz; parçaları ucuca getirdiğinizde halkın Ülkücülere nasıl bir rol verdiği beliriyor. Ülkücülüğün o kısa ve dramatik tarihine bakınız; orada fikrî hâmule ağırlığı değil, yerine göre ondan kadar değerli bir celâdet ve vakar duruşu göreceksiniz. Halk irfanı böyle şeyleri ferâsetiyle görüp bir kenara yazıyor.

Ordu kendi zaafını göremiyor; yapısı müsait değil. Kızacaklar ama Ülkücü takım da öyle. Gündelik rutin diskur, yani bir kurumun kendini tarif eden sözleri tekrarlayıp durması algıyı bozuyor. Bizde düşünürken duruş yerini değiştirme geleneği zayıftır, yoktur. O yüzden değişim dışardan geliyor ve elbette sancılı oluyor.
Özet: Recüliyeti ordu temsil etmeli bir toplumda...